Roger Zelazny – Amber Yıllıkları (1-10 Tek Cilt)

Bana neredeyse sonsuzluk gibi gelen bir sürenin ardından, bitiyordu artık. Ayak parmaklarımı oynatmaya çalıştım, başarılı oldum. Bir hastane yatağında boylu boyunca yatıyordum ve bacaklarım alçıdaydı, yine de hâlâ bana aittiler. Gözlerimi sımsıkı yumdum ve açtım, üç kez. Oda duruldu. Hangi cehennemdeydim? Sonra sis ağır ağır dağıldı ve adına bellek denilen şeyin bir kısmı geri döndü. Geceleri, hemşireleri ve iğneleri anımsıyordum. Ne zaman zihnimde bir şeyler berraklaşacak olsa, içeri biri gelip bana bir şeyler batırıyordu. Böyle olagelmişti işte. Evet. Gerçi şimdi, yarı yarıya kendimde sayılırdım. Durmaları gerekirdi. Değil mi? Şu düşünce çullandı beynime: Belki de değil. İnsana özgü güdülerin saflığına yönelik doğal bir şüphecilik geldi ve göğsümün üzerine çöreklendi. Fazlaca uyuşturulduğumu anlayıverdim birdenbire.


Kendimi nasıl hissettiğime bakılırsa bunun için gerçek bir neden yoktu ve eğer bunu sürdürmek için para alıyorlarsa, onların durmaları içinde ciddi bir neden yoktu. Öyleyse numara yap ve uyuşturucunun etkisinde kal, dedi bir ses, bilge de olsa benliğimin en kötü tarafı. Ben de öyle yaptım. Aşağı yukarı on dakika sonra bir hemşire kafasını kapıdan uzattı ve ben hâlâ horluyordum elbette. Kadın gitti. O âna kadar olan bitenin bir kısmını toparlamıştım. Bir kaza geçirmiştim, bunu belli belirsiz anımsıyordum. Kazanın sonrasında olanlar hâlâ bulanıktı; öncesinde olanlar hakkındaysa ne desem yalan olurdu. Ama önce bir hastaneye yatırıldığımı, sonra bu yere nakledildiğimi hatırladım. Neden? Bilmiyordum. Bununla birlikte bacaklarım gayet iyiydi, hem de üzerinde durabileceğim kadar iyi. Gerçi kırılışlarının üzerinden ne kadar zaman geçtiğine dair bir fikrim yoktu… ama biliyordum ki kırılmışlardı. Sonra oturdum. Bunu yapmak için gerçekten uğraşmam gerekti, çünkü kaslarım çok yorgundu. Dışarısı karanlıktı, pencerenin ötesinde bir avuç yıldız çırılçıplak duruyordu.

Onlara göz kırparak karşılık verdim ve bacaklarımı yatağın kenarından sarkıttım. Başım dönüyordu, ama az sonra duruldu ve yatağın başındaki parmaklığa tutunarak ayağa kalktım, ilk adımımı attım. Tamam. Bacaklarım beni taşıyordu. Demek ki, kuramsal olarak, durumum yürüyebilecek kadar iyiydi. Tekrar yalağa ulaştım, uzandım ve düşündüm. Ter basmıştı, titriyordum. Gözümün önünde renkli benekler vesaire görüyordum. Danimarka Eyaleti’ne bir çürük kokusudur çökmüştü… Bir araba kazası olduğu geldi aklıma. Hem de feci bir kaza… Sonra kapı ışığın içeri girmesine izin vererek açıldı ve kirpiklerimin arasından eli şırıngalı bir hemşire gördüm. Yatağımın yanına yaklaştı; koyu renk saçlı, koca elleri olan bir hippi karısıydı. Tam yanıma geldiğinde doğruldum. “İyi akşamlar,” dedim. “Şey… iyi akşamlar,” diye karşılık verdi. “Ne zaman taburcu oluyorum?” diye sordum.

“Bunu doktora sormam gerekecek.” “Sor o zaman,” dedim. “Lütfen kolunuzu sıvayın.” “Sağ ol, kalsın.” “Bir iğne yapmak zorundayım.” “Hayır değilsin. İhtiyacım yok.” “Korkarım bunu söylemek doktora düşer.” “O zaman çağır buraya da söylesin. Bu arada, iğneye izin vermeyeceğim.” “Korkarım bu konuda emir aldım.” “Eichmann da almıştı, bak başına neler geldi,” dedim ve başımı ağır ağır iki yana salladım. “Pekâlâ,” dedi. “Bunu haber vermem gerekecek…” “Lütfen öyle yap,” dedim. “Hazır gitmişken, ona yarın taburcu olmaya karar verdiğimi de söyleyiver.

” “Bu imkânsız. Yürüyemiyorsunuz bile… ve iç kanama geçirdiniz…” “Görürüz,” dedim. “İyi geceler.” Kadın yanıt vermeksizin vınlayıp gitti. Ben de orada yattım, düşünüp taşındım. Görünüşe göre bir tür özel yerdeydim… demek ki birileri faturayı ödüyordu. Kimleri tanıyordum? Gözümün önüne ne bir akrabam geliyordu, ne de arkadaşlarım. Geride ne bırakmıştım? Düşmanlar mı? Bir an düşündüm. Hiç. Bana böyle bir iyilik yapmayı düşünecek hiç kimse yoktu. Aniden anımsadım: Arabamla bir uçurumdan aşağı uçmuş ve gölü boylamıştım. Tüm anımsayabildiğim buydu. Sonra ben… Kendimi zorladım ve yine ter boşandı. Kim olduğumu bilmiyordum. Ama kendimi meşgul etmek için oturdum ve tüm sargıları söktüm.

Sargıların altında sağlam görünüyordum ve yapılacak doğru şey bu gibi gözükmüştü. Karyolanın başından söktüğüm demir bir çubuğu kullanarak sağ bacağımın alçısını kırdım. Birdenbire buradan acilen çıkmam gerektiği, yapmam gereken bir şey olduğu hissine kapılmıştım. Sağ bacağımı kontrol ettim. Sağlamdı. Sol bacağımdaki alçıyı parçaladım, ayağa kalkıp dolaba baktım. Hiç elbise yoktu. Derken ayak seslerini işittim. Yatağıma döndüm, kırık alçıların ve sökülmüş bandajların üzerini örttüm. Kapı bir kez daha içeri doğru savruldu. Sonra her yarım aydınlığa boğuldu ve karşıma beyaz ceketli, eli ışık düğmesinde duran bir çam yarması dikildi. “Bu hemşireye zorluk çıkartma olayı da neymiş?” diye sordu, artık uyku numarası yapmak olmazdı. “Bilmem,” dedim. “Neymiş?” Bu onu bir iki saniye oyaladı, ardından çatık kaş “Şimdi iğne zamanı,” dedi. “Sen doktor musun?” diye sordum.

“Hayır, ama sana iğne yapma yetkim var.” “Ben de itiraz ediyorum” dedim, “çünkü bu benim yasal hakkım. Sana ne oluyor?” “İğneni olacaksın,” dedi ve yatağın sol tarafına geçti. Elinde o ana kadar görmediğim bir şırınga vardı. Çok alçakça bir darbe olduğunu söyleyebilirim, kemerin neredeyse on santim aşağısına vurmuştum ve bu, adamı dizlerinin üstüne çökertti. “____ ____!!” dedi biraz sonra. “Hele tükürme menziline gir de,” dedim, “gör bak neler oluyor.” “Senin gibi hastalarla başa çıkmayı biliriz,” diye soludu. Harekete geçme zamanının geldiğini anlamıştım. “Elbiselerim nerede?” diye sordum. “____ ____!!” diye yineledi. “O zaman sanırım seninkileri almam gerekecek. Elbiselerini bana ver.” Üçüncü tekrardan sonra canım sıkıldı, ben de çarşafı başına geçirip demir çubukla bir güzel marizledim. Herhalde iki dakika sonra, Moby Dick’in ve vanilyalı dondurmanın rengine bürünmüştüm.

Çirkindi. Adamı dolaba tıktım ve parmaklıklı pencereden baktım. Eski Ay’ın Yeni Ay’ı kollarına aldığını ve kavakların üzerinde birlikte asılı durduklarını gördüm. Çimen gümüş gibi pırıldıyordu. Gece, güneşle hafifçe bozuluyordu. Bu yerin neresi olduğunu anlamam olanak yoktu. Gerçi görünüşe göre binanın üçüncü katıydı ve sol altımdan dörtgen şeklinde bir ışık birinci katta, ardında uyanık birisi bulunan bir pencere vardı. Böylece odayı terk ettim ve koridoru gözden geçirdim. Koridor, solda penceresi parmaklıklı bir duvarla son buluyordu ve karşılıklı ikişerden dört kapı vardı. Belki benimki gibi odalara açılıyorlardı. Gidip pencereden baktım, daha çok çimen, daha çok ağaç ve gece gördüm, yeni bir şey yoktu. Dönüp diğer yolu tuttum. Altında hiçbir ışık görünmeyen kapılar, kapılar, kapılar ve bana fazlaca büyük gelen ödünç ayakkabılarımın içinden gelen ayak seslerim. Duvar saatine bakılırsa, beşi kırk dört geçiyordu. Demir çubuk kemerimde, hastabakıcı ceketinin içindeydi ve yürüdükçe kalça kemiğime sürtünüyordu.

Tavanda her on metrede bir yaklaşık kırk mumluk bir lamba asılıydı. Sağdan aşağı inen bir merdivene geldim. İndim. Basamaklar halı kaplı ve sessizdi. İkinci kat benim bulunduğum kata benziyordu, sıra sıra odayla doluydu, ben de devam ettim. Birinci kata inince sağa dönüp, altından ışık sızan kapıyı aramaya koyuldum. Koridorun sonuna doğru buldum kapıyı ve çalmaya hiç zahmet etmedim. Adam cafcaflı bir bornoz giymiş, parlak bir masada oturuyor, bir tür hesap defterini kontrol ediyordu. Burası hastabakıcı odası değildi. Başını kaldırıp bana faltaşı gibi açılmış, çakmak çakmak gözlerle baktı ve dudakları belki de kararlı yüz ifademden dolayı ulaşamadıkları bir bağırışa doğru büküldü… Hemen ayağa fırladı. Kapıyı ardımdan kapatıp ilerledim ve konuştum: “Günaydın. Başınız belada.” İnsanlar konu bela olunca her zaman meraklıdırlar, çünkü odayı katetmem için geçen üç saniyeden sonra, şu kelimeler döküldü ağzından: “Ne demek istiyorsun?” “Demek istediğim şu ki,” dedim, “beni iletişim imkânlarından yoksun bıraktığınız için aleyhinize bir dava açılacak, bir tane de yanlış tedavi ve uyuşturucu maddeleri gelişigüzel kullanmaktan ötürü. Daha şimdiden uyuşturucu krizi belirtileri gösteriyorum ve vahşice şeyler yapabilirim…” Ayağa kalktı. “Çıkın buradan,” dedi.

Masasının üzerinde bir paket sigara gördüm. Kendime ikram ettim ve “Kapa çeneni, otur aşağı,” dedim. “Konuşacaklarımız var.” Oturdu, ama çenesini kapamadı: “Kurallara karşı geliyorsunuz,” dedi. “Öyleyse bırakalım, kimin sorumlu olduğuna mahkeme karar versin,” diye yanıtladım. “Elbiselerimi ve şahsi eşyalarımı istiyorum. Hastaneden ayrılıyorum…” “Çıkacak halde değilsin…” “Sana soran olmadı. Ya hepsini sökülürsün, ya da yasalar önünde hesap verirsin.” Masasındaki bir düğmeye uzandı, ama vurarak elini uzaklaştırdım. “Şimdi!” diye tekrarladım. “O düğmeye ben girdiğim vakit basmalıydın. Artık çok geç.” “Mr. Corey, çok güçlük çıkarıyorsunuz…” Corey mi? “Buraya kendim yatmadım,” dedim, “ama bal gibi hastaneden çıkma hakkım var. Vakit geldi.

O yüzden işe koyulalım.” “Bu kurumu terk edecek durumda olmadığınız büsbütün ortada,” diye karşılık verdi. “Buna göz yumamam. Odanıza kadar eşlik etmesi ve sizi yatırması için birini çağıracağım.” “Sakın deneme,” dedim, “yoksa ne haldeymişim, görürsün. Şimdi birkaç sorum olacak. İlk olarak, beni buraya kim yatırdı ve faturayı kim ödüyor?” “Pekâlâ,” diye içini çekti ve küçük, sarışın bıyıkları olabildiğince aşağı sarktı. Bir çekmece açtı, elini içine sokunca işkillendim. Emniyetini açamadan silahı elinden düşürdüm: 32 kalibre bir otomatik, çok şık; Colt. Tabancayı masanın üstünden alırken emniyeti açtım; adama doğrulttum ve konuştum: “Sorularımı yanıtlayacaksın. Beni tehlikeli saydığın ortada. Haklı olabilirsin.” Hafifçe gülümsedi, kendine bir sigara yaktı ki eğer niyeti soğukkanlılığını ortaya koymaksa bu bir hataydı. Elleri titriyordu. “Öyle olsun, Corey… eğer seni mutlu edecekse,” dedi, “seni buraya kız kardeşin yatırdı.

” “?” diye düşündüm. “Hangi kız kardeşim?” diye sordum. “Evelyn,” dedi. Hiçbir çağrışım yapmamıştı. Bunun üzerine, “Bu gülünç. Yıllar var ki Evelyn’i görmedim,” dedim. “Ülkenin bu kısmında olduğumu bile bilmiyordu.” Omuz silkti. “Şimdi nerede oturuyor? Onu aramak istiyorum,” dedim. “Adresi elimin altında değil.” “Bul.” Ayağa kalktı, odayı geçip bir dosya dolabına doğru gitti, çekmeceyi karıştırdı, bir kart çıkardı. Kartı inceledim. Mrs. Evelyn Flaumel… New York adresi de değildi.

Ama belleğime kaydettim. Kartta yazdığına göre, adım Carl’dı. Güzel. Daha fazla bilgi. Silahı belime, çubuğun yanına yerleştirdim ve sonra emniyeti kapadım elbette. “Pekâlâ,” dedim adama. “Elbiselerim nerede ve bana ne kadar ödüyorsun?” “Elbiselerini kazada kaybetmiştin,” dedi, “ve bilmelisin ki bacakların kesinlikle kırılmıştı… sol bacağın iki yerinden. Ne yalan söyleyeyim, ayakta nasıl durabildiğini bilmiyorum. Ancak iki hafta oldu…” “Her zaman çabuk iyileşirim,” dedim. “Şimdi, paraya gelelim…” “Ne parası?” “Yanlış tedavi ve diğer şikâyetlerimi mahkemeye götürmeden halletmek için vereceğin para.” “Gülünç olma!” “Gülünç olan da kim? Bir binliğe fit olurum, peşin, derhal.” “Böyle bir şeyi tartışmam bile.” “Bence bir düşün ve kazan ya da kaybet, sence eğer duruşmadan önce yeterince duyurursam bu yerin ismi nasıl çıkar? Hiç şüphesiz tabip odalarına, gazetelere ve…” “Şantaj,” dedi, “buna bulaşmam ben.” “İster şimdi öde, ister mahkeme emri geldikten sonra.” dedim.

“Hiç umurumda değil, ama böylesi daha ucuza gelir.” Eğer paraları şak diye dökülseydi, tahminlerim doğru olduğunu, bir dolap çevrildiğini anlayacaktım. Bana ters ters baktı, ne kadar süreyle, bilmiyorum. Sonunda, “Burada bin dolarım yok,” dedi. “Ortasını bulalım,” dedim. Bir kez daha durakladıktan sonra, “Bu hırsızlık,” dedi. “Para nakit değilse sayılmaz, Charlie. İyisi mi dökül.” “Kasamdan beş yüz çıkabilir.” “Getir.” Küçük bir duvar kasasının içindekileri yokladıktan sonra dört yüz otuz dolar olduğunu söyledi, sırf onu kontrol etmek uğruna kasada parmak izi bırakmayı istemedim. Bu yüzden parayı aldım, banknotları yan cebime tıkıştırdım. “Buraya hizmet veren en yakın taksi durağı hangisi?” Adını söyledi ve eyaletin kuzeyinde olduğumu gösteren telefon rehberine baktım. Numarayı aratıp kendime bir taksi çağırttım, çünkü yerin ismini bilmiyor, onun da hafızamın durumunu öğrenmesini istemiyordum. Söktüğüm sargılardan biri başımın etrafındaydı.

O taksiyi çağırırken, yerin ismini söylediğini duydum: Özel Greenwood Hastanesi’ydi burası. Sigarayı ezerek söndürdüm, bir tane daha aldım ve kitaplığın yanında duran kahverengi döşemeli bir koltuğa uzanarak ayaklarımı belki de yüz kiloluk yükten kurtardım. “Burada bekleyeceğiz ve beni kapıya kadar geçireceksin,” dedim. Ağzından bir tek kelime daha duymadım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir