Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #4 – Oberon’un Eli

O tuhaf güneşe yaraşan, parlak bir sezgi kıvılcımı… İşte oradaydı… O ışığın altında serilmiş, o ana kadar yalnızca karanlığın içinde, kendi kendini aydınlatırken gördüğüm bir şey: Desen, garip bir gökdenizin altında ve üstünde, oval bir düzlüğe yayılmış, Amber’in büyük Desen’i. Ve, belki de bizi b ki, biz daha yüksekteyken görünmüyordu. “Oldukça yakınından geçiyoruz,” dedim. “… hızla, ihtiyatla ve sessizce,” diye ekledi Random, kılıcını çekerek. Grayswandir’i çektim, bir dönemeç yukarımdaki Ganelon da kendi silahını çekti. Açıklığın önünden geçmedik, oraya gelmeden bir kez daha sola döndük. Ama üç dört metre kadar yakınma gittik ve tanımlayamadığım nahoş bir koku aldım. Atlar ya kokuyu daha iyi tanımışlardı ya da doğaları gereği daha kötümserdiler, zira kulaklarını yatırdılar, burun deliklerini açtılar ve dizginlere direnerek korku dolu sesler çıkardılar. Ama köşeyi dönüp bir kez daha uzaklaşmaya başlayınca sakinleştiler. İnişimizin sonuna ulaşıp, Desen’in zarar görmüş kısmına yaklaşmaya başlayana kadar korkuları nüksetmedi. O noktada ise, daha fazla ilerlemeyi reddettiler. Random atından indi. Desen’in kenarına ilerledi, durdu ve baktı. Bir süre sonra, arkasına dönmeden konuştu. “Bildiklerimize dayanarak,” dedi, “zararın bilinçli olarak verildiğini düşünebiliriz.


” “Öyle görünüyor,” dedim. ” Aynı zamanda, buraya getirilmemizin bir amacı olduğu çık.” “Bence de öyle.” “O zaman, burada olma amacımızın Desen’in nasıl zarar gördüğünü ve onarmak için ne yapılabileceğini belirlemek olduğu sonucuna varmak için çok fazla hayal gücü gerekmiyor.” “Muhtemelen. Senin teşhisin ne?” “Henüz yok.” Şeklin çevresinde, lekenin başladığı sağ tarafa doğru ilerledi. Ben kılıcımı kınına soktum ve inmeye hazırlandım. Ganelon uzandı, omzumu tuttu. “Kendim yapabilirim…” diye başladım. Ama o benim sözlerimi duymazdan gelerek, “Corwin,” dedi, “Desen’in ortasına doğru küçük bir düzensizlik var. Oraya ait bir şeymiş gibi görünmüyor…” “Nerede?” İşaret etti ve gösterdiği yere baktım. Merkezin yakınında yabancı bir nesne vardı. Bir sopa mı? Taş mı? Yolunu şaşırmış bir kağıt parçası mı?… Bu mesafeden çıkarmak mümkün değildi. “Görüyorum,” dedim.

Atlarımızdan indik ve şeklin en sağında çökmüş, siyahlığı inceleyen Random’a doğru yürüdük. “Ganelon merkezin yakınında bir şey gördü,” dedi. Random başını salladı. “Fark ettim,” diye yanıt verdi. “Daha iyi bakmak için yaklaşmanın en iyi yoluna karar vermeye çalışıyordum. Kırık bir Desen’de yürüme fikri çok hoş gelmiyor. Diğer yandan, siyahlaşmış bölgeye girmeye kalkışırsam neyle karşı karşıya kalacağımı merak ediyordum. Sen ne düşünüyorsun?” “Eğer direnç saraydakiyle aynıysa,” dedim, “Desen’den arta kalanı yürümek zaman alacaktır. Aynı zamanda, Desen’den sapmanın ölüm olduğu öğretildi bize ve mevcut durum, lekeye ulaştığımda beni Desen’i terk etmeye zorlayacaktır. Diğer yandan, dediğin gibi, siyah kısımda yürüyerek düşmanlarımızı uyandırıyor olabiliriz. Bu yüzden…” “Bu yüzden ikiniz de gitmiyorsunuz,” diye araya girdi Ganelon. “Ben gidiyorum.” Sonra, bir yanıt beklemeden siyah bölgeye sıçradı, merkeze doğru koştu, küçük bir nesne alacak kadar durdu, döndü ve geri geldi. Bir süre sonra, önümüzde duruyordu. “Yaptığın tehlikeli bir şeydi,” dedi Random.

Ganelon başını evet anlamında salladı. “Ama ben yapmasaydım siz ikiniz hâlâ münazara ediyor olacaktınız.” Elini kaldırdı, nesneyi uzattı. “Şimdi, bundan ne çıkarıyorsunuz?” Elinde bir hançer vardı. Üzerine dikdörtgen, renkli bir mukavva parçası oturtulmuştu. “Koz Kartına benziyor,” dedi Random. “Evet.” Kartı kurtardım, yırtık kısımlarını düzledim. Karşımdaki adam yarı tanıdıktı elbette, bu aynı zamanda yarı yabancı olduğu anlamına geliyordu. Açık renk, düz saçlar, biraz keskin hatlar, hafif bir gülümseme, biraz ince yapılı. Başımı salladım. “Onu tanımıyorum,” dedim. “Bir de ben bakayım.” Random kartı aldı, kaşlarını çatarak baktı. “Hayır,” dedi bir süre sonra.

“Ben de tanımıyorum. Sanki tanımam gerekir gibi, ama… Hayır.” O anda atlar şikayetlerini daha kuvvetle yinelediler. Ve rahatsızlıklarının sebebini öğrenmek için biraz dönmemiz yeterli oldu, çünkü o şey mağaradan çıkmak için o ânı seçmişti. “Lanet olsun,” dedi Random. Onunla aynı fikirdeydim. Ganelon boğazını temizledi, kılıcını çıkardı. “Ne olduğunu bilen var mı?” diye sordu sessizce. İlk izlenimim, yaratığın yılansı olduğuydu, hem hareketlerinden, hem de bir uzantıdan çok ince bedeninin devamı gibi görünen uzun, kalın kuyruğu yüzünden. Ama dört adet iki eklemli bacağın üzerinde ilerliyordu; iri, kötücül görünüşlü pençeleri vardı. Dar kafası gagalıydı ve yürürken bir o yana, bir bu yana sallanıyor, bize bir solgun mavi gözünü, sonra diğerini gösteriyordu. Geniş, mor ve derimsi kanatları yanlarında toplanmıştı. Ne kılları, ne de tüyleri vardı, ama göğsünde, omuzlarında, sırtında ve kuyruğu boyunca pullu bölgeler vardı. Gaga süngüsünden kıvrılan kuyrukucuna kadar, yaklaşık üç metre görünüyordu. Hareket ederken küçük bir şıngırtı çıkarıyordu ve boğazında bir şeyin parladığını gördüm.

“Bildiğim en yakın şey,” dedi Random, “hanedan armamızdaki grifon. Ama bu kel ve mor.” “Bizim ulusal kuşumuz olmadığı kesin,” diye ekledim, Grayswandir’i çekip ucunu yaratığın başı ile aynı hizaya getirerek. Yaratık kırmızı, çatal dilini fırlattı. Kanatlarını birkaç santimetre kaldırdı, sonra yine indirdi. Başı sağa sallanınca kuyruğu sola sallanıyordu, sonra sola ve sağa, sonra sağa ve sola ilerledikçe neredeyse hipnotize edici, akıcı bir etki yaratıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir