Roger Zelazny – Amber Yıllıkları #2 – Avalon’un Tüfekleri

Orada, kıyıda durup, “Hoş çakal, Kelebek,” dedim ve tekne usulca döndü, ardından burnunu derinliklere çevirdi . Cabra deniz fenerindeki rıhtıma geri dönmeyi başaracaktı, biliyordum, çünkü orası Gölge’ye yakındı. Önümde uzun bir yürüyüşün beklediğinin farkında, arkamı döndüm, yakındaki ağaçların siyah hattına baktım. İlerledikçe gerekli ayarlamaları yaparak o yöne hareket ettim. Sessiz ormana bir şafak öncesi soğuğu çökmüştü, iyiydi bu. Normal halimden hemen hemen yirmi beş kilo daha zayıftım ve hâlâ arada bir çift gördüğüm oluyordu ama iyileşiyordum. Amber’in zindanlarından kaçmış ve bir ölçüde kendimi toparlayabilmiştim; sırasıyla, kaçık Dworkin ve ayyaş Jopin’in yardımlarıyla. Şimdi kendime bir yer bulmak zorundaydım… Artık mevcut olmayan bir yere benzeyen bir yer. Yolu saptadım. İlerledim. Bir süre sonra orada bulunması gereken, içi oyuk bir ağacın yanında durdum. İçine uzanıp gümüş kılıcımı aldım ve belime bağladım. Kılıcın Amber’de bir yerlerde olması hiçbir şey değiştirmezdi. Şu anda buradaydı, çünkü yürüdüğüm orman Gölge’nin içindeydi. Birkaç saat boyunca yürümeye devam ettim, görünmeyen güneş sol omzumun gerisinde bir yerlerdeydi.


Sonra bir süre dinlendim, ardından tekrar yola düştüm. Yaprakları, kalın ölü ağaç gövdelerini, canlılarını, çimeni, kara toprağı gördüm, güzeldi. Hayatın tüm küçük kokularını koklamak ve onun vızıldayan/uğuldayan/öten seslerini duymak güzeldi. Tanrım! Gözlerim nasıl da kıymetliydi! Neredeyse dört yıllık karanlığı ardından onları geri almanın nasıl olduğunu tarife kelimeler kâfi gelmez. Hele özgürce yürümek… Yola devam ettim, lime lime olmuş pelerinim sabah melteminde dalgalanıyordu. Kırış kırış yüzüm, ipince, zayıf bedenimle elli yaşını geçkin görünüyor olmalıydım. Kim olduğumu kim bilebilirdi ki? Gölge’nin içinde yürüyüp bir yere doğru hareket ettim, ama oraya ulaşamadım. Biraz yufka yüreklileşmeye başladığımdan olsa gerekti bu. Olanlar şöyleydi: Yolun kenarında yedi adama rastladım; altısı ölüydü, kıpkırmızı bir parçalanmışlığın çeşitli safhalarında yatıyorlardı. Yedincisi ise sırtını yaşlı bir meşenin yosunlu gövdesine vermiş, yarı oturur konumdaydı. Kılıcını kucağına yatırmıştı ve sağ böğründe, hâlâ kan akmakta olan koca bir yara vardı. Zırh giymemişti, ama diğer adamların bazıları zırhlıydı. Gri gözleri açık ama camsıydı. Parmak eklemlerinin derisi sıyrılmıştı, nefes alış verişi yavaştı. Fırça gibi kaşlarının altından, ölülerin gözlerini yiyen kargaları izliyordu.

Beni görmemiş gibiydi. Yüzümü gizlemek amacıyla kukuletamı örttüm ve başımı önüme eğdim. Daha yakınına gittim. Bir zamanlar onu ya da ona çok benzer birini tanımıştım. Kılıcı aniden titredi ve ben yaklaştıkça ucu yükseldi. “Ben dostum,” dedim. “Su ister misin?” Bir an tereddüt sonra başıyla onayladı. “Evet.” Mataramı açıp ona uzattım. İçti, öksürdü, azıcık daha iç!”‘ “Teşekkür ederim, efendim,” dedi geri uzatırken. “Tek üzüntüm içecek daha sert bir şeyler olmaması. Kahrolası yara!” “Öylesinden de biraz var. Kaldırabileceğinden eminsen şayet.” Elini uzattı, ben de küçük bir şişeyi, ağzını açıp ona verdim. Jopin’in içtiği meretten bir fırt çektikten sonra belki yirmi saniye öksürdü.

Derken ağzının sol tarafı gülümsedi ve hafifçe kırptı gözünü. “Çok daha iyi,” dedi. “Böğrüme azıcık döksem olur mu? Güzel viskiyi harcamaktan nefret ederim, ama…” “Eğer gerekiyorsa hepsini kulları. Gerçi bir düşündüm de, ellerin titriyor gibi. Belki ben döksem daha iyi olur.” Başıyla onayladı, deri ceketini açtım ve yara ortaya çıkana kadar hançerimle gömleğini kestim. Çirkin görünüşlü bir yaraydı; derindi ve kalçasının birkaç santim yukarısına iniyor, önden arkaya doğru uzanıyordu. Kollarında, göğsünde ve omuzlarında o kadar ciddi olmayan başka kesikler de mevcuttu. Büyük olanından kan sızmaya devam ediyordu. Mendilimle biraz kurulayıp temizledim. “Tamam,” dedim, “dişlerini sık, başka tarafa bak.” ve içkiyi döktüm. Tek ve büyük bir kasılmayla vücudu tepeden tırnağa gerildi. “Sonra titreyerek gevşedi. Ama bağırmadı.

Bağıracağını düşünmemiştim zaten. Mendili katlayıp yaranın üstüne bastırdım. Pelerinimin ucundan yırttığım uzunca bir şeritle bağladım. “Biraz daha içmek ister misin?” diye sordum ona. “Sudan.” dedi. “Ardından, korkarım ki, uyumalıyım.” dedi sonra çenesi göğsüne değene kadar başını eğdi. Uykuya daldı ve ölü adamların pelerinlerinden ona bir yastık yaptım, birkaçını da üzerine örttüm. Sonra yanına oturup, güzel karakuşları seyre koyuldum. Tanıyamamıştı beni. Kim tanıyabilirdi ki zaten? Bir ihtimal kendimi ona tanıtmış olsaydım, tanıyabilirdi. Sanırım bu yaralı adam ve ben, gerçekte hiç tanışmamıştık. Ama çok farklı bir anlamda, birbirimizden haberdardık. Gölge’de yürüdüğüm sırada bir yer arıyordum, çok özel bir yer.

Bu yer bir zamanlar yok edilmişti, lakin onu yeniden yaratma gücüne sahiptim, çünkü Amber sonsuz sayıda gölge düşürür. Amber’in bir çocuğu onlar arasında yürüyebilir, böyle bir mirastır benimki. Buna isterseniz paralel dünyalar, canınız çektiyse alternatif evrenler, ya da umurunuzdaysa, delirmiş bir zihnin ürünleri diyebilirsiniz. Ben, onlara gölgeler diyorum, tıpkı içlerinde yürüme gücüne sahip olan herkesin yaptığı gibi. Bir olasılık seçer ve ona ulaşana kadar yürürüz. Böylece, bir anlamda, onu biz yaratırız. Konuyu şimdilik burada keselim. Yelken açmış, Avalon’a doğru yürüyüşe başlamıştım. Asırlar önce orada yaşamıştım. Bu uzun, karmaşık, gururlu ve acı dolu bir hikâyedir ve geri kalanını anlatacak kadar yaşarsam daha sonra da değinebilirim. Yaralı şövalyeye ve altı ölü adama rastladığımda Avalon’uma yaklaşmaktaydım. Eğer yanlarından geçip gitmeyi tercih etmiş olsaydım, altı adamın ölü yattığı ve şövalyenin çizik bile almadan durduğu bir yere, ya da şövalyenin öldüğü altı adamın güldüğü bir yere de ulaşabilirdim. Kimisi gerçekte hiç önemi olmadığını, çünkü bunların hepsinin olasılıklar olduğunu, dolayısıyla hepsinin de Gölge’de bir yerlerde var olduğunu söylerler. Muhtemelen Gerard ve Benedict haricinde, erkek ya da kız işlerimden bir teki bile arkasına dönüp bakmazdı. Ama dünyadayken az çok yufka yürekli olmuştum.

Her zaman böyle değildim, ama belki de onca yılımı geçirdiğim Gölge Dünya beni bir nebze yumuşatmıştı, belki de Amber zindanlarında geçen yıllarım bana bir şekilde insan acılarının niteliğini anımsatmıştı. Bilmiyorum. Tek bildiğim, bir zamanlar arkadaşım olmuş birine böylesine benzeyen birini yaralı görüp de, yanından geçip gidemeyeceğimdi. Bu adamın kulağına kim olduğumu fısıldasam, adımın lanetlendiğini duyabilirdim, kederli bir hikâye işiteceğimse muhakkaktı. Tamam öyleyse. Bedelin bu kadarını ödeyecektim: Onu ayağa kaldıracak, sonra yoluma devam edecektim. Hiç zarar gelmeyecek, bu Öteki’nde belki küçük bir iyilik yapılmış olacaktı. Orada öylece oturup onu izledim ve birkaç saat sonra uyandı. “Merhaba,” dedim mataramın kapağını açarak. “Biraz daha içer misin?” “Teşekkürler.” Bir elini uzattı. İçerken onu seyrettim ve matarayı geri verdiğinde bana, “Kendimi tanıtmadığım için beni mazur görün. İyi durumda değildim…” dedi. Seni tanıyorum,” dedim ona. “Bana Corey de.

” Sanki “Nereli Corey?” diyecekmiş gibi göründü, ama sormanın daha iyi olduğuna karar verdi ve başıyla onayladı. “Pekâlâ, Sör Corey,” diyerek rütbemi düşürdü. “Sana teşekkürlerimi sunmak isterim.” “Daha iyi olduğun gerçeği ile teşekkürümü aldım ben,” dedim ona. “Yiyecek bir şeyler ister misin?” “Evet, lütfen.” “Yanımda biraz kurutulmuş et var, gerçi ekmek çok taze değil,” dedim. “Bir de koca bir parça peynir. Dilediğince ye.” Ona uzattım ve öyle yaptı. “Ya sen, Sör Corey?” diye sual etti. “Ben zaten yedim, sen uyurken.” Manalı manalı etrafıma bakındım. Gülümsedi. “…Ve altısını birden kendi başına mı yendin?” dedim. Başıyla evetledi.

“İyi gösteri. Seninle ne yapacağım şimdi?” Yüzümü görmeye çalıştı, muvaffak olamadı. “Anlayamadım,” dedi. “Yolun nereye?” “Dostlarım var,” dedi, “beş fersah kadar kuzeyde. Bunlar olduğunda o yöne gidiyordum. Herhangi bir insanın, hatta bizzat Şeytan’ın beni sırtında bir fersah bile taşıyabileceğini sanmam. Ayağa kalkabilirim, Sör Corey, o zaman boyuma dair daha iyi bir fikrin olur.” Doğruldum, kılıcımı sıyırdım ve beş santimetre çapında bir genç ağacı tek darbede kestim. Sonra üzerini soyup budayarak uygun boya getirdim. Bir kez daha yaptım bunu ve ölülerin kemerleri ve pelerinleriyle bir sedye uydurdum. İşimi bitirene kadar bekledi, sonra yorumda bulundu: “Salladığın, ölümcül bir kılıç, Sör Corey… Görünüşe bakılırsa, gümüşten hem de…” “Yolculuğa hazır mısın?” diye sordum ona. Beş fersah, aşağı yukarı yirmi kilometre eder. “Peki ya ölüler?” diye sordu. “İstersen onlara bir de Hıristiyanlara layık cenaze töreni düzenleyeyim?” dedim. “Siktir et! Doğa kendi işini kendi görür.

Buradan uzaklaşalım. Kokmaya başlamışlar bile.” “Hiç değilse üzerlerinin örtüldüğünü görmek isterim. İyi dövüştüler.” İçimi çektim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir