A. Mahfi Egilmez – Kuresel Finans Krizi

Küresel sistemde, 1997 yılında Asya’da yaşanan krizden sonra bir çıkış ivmesi başlamıştı. Her ne kadar ardından Rusya, Türkiye ve diğer bazı ülkeler krize girip çıksa da bunlar küresel bir krize dönüşmeden geçiştirilmişti. Küresel sistemdeki bu çıkış eğilimi 2006 yılının mayıs ayına kadar sürdü. 2006 yılının mayıs ayında çıkan ilk dalgalanmadan sonra dalgalanmaların ardı arkası kesilmedi ve sonunda kendimizi çok büyük bir küresel finansal krizin ortasında buluverdik. 2008 yılının başında bu kitapla aynı başlığı taşıyan bir yazım Radikal gazetesinde yayımlandı. Bu yazımı buraya almak istiyorum: 1997 yılında Asya krizinin ardından 1998’de Rusya krizi yaşandı. Sonra Türkiye girdi krize. Bu krizler sırasında ve özellikle de sonrasında batılı iktisatçılar Uzakdoğu ülkelerini, Rusya’yı ve Türkiye’yi yerin dibine batırdılar. IMF’sinden Amerikan Hazinesi’ne, üniversite hocalarından çeşitli mali kurumların ekonomistlerine kadar herkes bizim de dahil olduğumuz ülkeleri ahbap çavuş kapitalizmine kurban gitmiş ülkeler olarak tanımladılar. Ne yazık ki bu ülkelerde yaşayanların çoğu da bu yakıştırmalara inandı ve kendilerine geri zekâlı, rüşvetçi, ahlak düşkünü tanımlaması yapan batılı iktisatçılara hak verdiler. Türkiye, 2000 yılı sonunda krizle yüz yüze geldiğinde “piyasaya likidite verin” diye bas bas bağırdığımızda IMF’nin ve batı dünyasının çokbilmiş iktisatçıları “likidite fazlası ahlaksızlığı azdırır” diye ahkâm kestiler. Gün geldi hesap döndü. Türkiye toparlandı. Bu toparlanmada IMF’nin desteğinin ve verdiği 43 milyar dolarlık borcun çok önemli katkısı oldu. Türkiye’yi batıran da çıkaran da IMF olduğu için ben bu katkıyı alkışlayamıyorum.


O zamanlar IMF’nin piyasaya likidite verdirmemesinin, TCMB’nin elini tutmasının, bir hata olduğunu düşünüyordum. Bu konuda “Fisher yanılgısı” başlıklı bir de yazı yazmıştım. Oysa şimdi IMF’nin, dediklerini yapmayan ama yapar gibi görünen siyasetçilere bir ders vermek üzere kurtarılabilecek bir sistemi kurtarmayarak, tam tersine batırarak, bu noktaya getirmeyi tercih ettiğini düşünüyorum. O zaman bizi yerin dibine batıran ve likiditenin ahlaki çöküntüye neden olarak sistemi iyice içinden çıkılmaz bir duruma sürükleyeceğini söyleyen IMF iktisatçılarının aynı duruma düşen batı ekonomilerine yüz milyarlarca dolar likidite enjekte eden batılı merkez bankalarını alkışlamaları bendeki düşünce değişikliğinin temel nedeni. Benn Stail ve Robert E. Litan Financial Statecraft adlı kitaplarının finansal krizlerin ekonomisi başlıklı bölümünde krizlerde verilen dış desteğin işe yaramadığını söylüyorlar. Diyorlar ki: “Daha fazla dolar borçlanmak bir ülkenin bilançosunu düzeltmez. Bu kaynaklar, ülkenin yükümlülüklerine yeni anapara borcu eklenmesinden öte işlev görmezler. Eğer kamu kesimi ve özel kesimdeki kuruluşlar para birimi uyumsuzluğunun (currency mismatch, yani varlıklar ile yükümlülüklerin farklı para cinsinden olması, örneğin dolarla borçlanıp TL ile gelir elde etmek gibi) sıkıntısını çekiyorsa, ülkeye borç vermiş olanlar, bu tür desteklerin yalnızca sorunu ertelediğini bilirler. Para birimi uyumsuzluğu ödeme gücü yetersizliğinin temel kaynağıdır ve daha fazla borç alınarak çözülemez. Eğer bir ülke para birimi uyumsuzluğundan değil de vade uyumsuzluğu (maturity mismatch, yani kaynaklar ile yükümlülükler arasında vade uyumsuzluğu olması, örneğin mevduatın ortalama vadesi 3 ay iken kredilerin ortalama vadesinin 1 yıl olması gibi) ya da likidite eksikliği sorunundan dolayı sıkıntıya düşmüşse o zaman dış borçlanma yararlı olabilir.” Bu saptamalar, IMF’nin Türkiye’ye kriz sırasında ve sonrasında yaptığı yaklaşımın teorisini ortaya koyuyor. Bu analizi gördükten sonra bir kez daha anladım ki IMF, kriz çıkmadan ve sistem çökmeden Türkiye’nin ayağa kalkmayacağına inanmış ve bu yaklaşımı uygulayarak Türkiye’nin batmasına göz yummuş. Türkiye’deki finansal krizin altında hem para birimi uyumsuzluğu hem de vade uyumsuzluğu yatıyordu. ABD’de subprime mortgage krizi niçin çıktı? Krediler birinci kalite kredibiliteye sahip olmayan kişilere verilmişti ve o krediler geri dönmemeye başlayınca kriz çıktı.

Avrupa’ya yayılma nedeni bu ikinci, üçüncü kalite kredilerin paketlenip Avrupa bankalarına satılmasından kaynaklanıyor. İşin özü budur. Gerisi, yani türev ürünler ve diğerleri, ya da kriz sonrasındaki adıyla “toksik kâğıtlar” hep bu temelden kaynaklanmış düzenlemelere dayalı kâğıtlardır. Her tür finansal kriz, bir geri ödeme sıkıntısından kaynaklanır ya da o sıkıntıya yol açar. Ve sorunun çözümü likidite sağlanmasından geçer. Batıdaki sorun şimdilik bu yolla çözülmeye çalışılıyor. Türkiye’de ise tersi yapılarak büyütülmüştü. Kapitalist sistem tarihinde ilk kez küresel bir kriz yaşıyor. Önceki krizlere verilen küresel adı doğru bir tanımlama değildi. Buna benzer bir kriz 1929’da çıkmıştır ama o zamanın dünyasında piyasa ekonomisini uygulamayan ve dolayısıyla sistem dışında kaldığı için krizden bu kadar etkilenmeyen ülkeler vardı. Dünya o dönemde böylesine entegre bir konumda değildi. 2008 öncesinde çıkan krizler ise ya ulusal ya da bölgesel düzeyde kaldı ve küreselleşemedi. 2008 krizini bütün önceki krizlerden ayırıp onu küresel kriz konumuna getiren şey sermaye hareketlerinin serbest bırakılmış olmasıdır. Sermaye hareketleri önceki krizlerin hiçbirinde bu çapta serbest ve yaygın değildi. Kapitalizm bu kez de bu krizi atlatabilecek mi? Bu soruya olumlu yanıt versek bile bu yanıt sonraki soruyu engelleyemiyor: “Bu kriz atlatılırsa ardından başka krizler yaşanacak mı?” ve nihayet en kritik soru geliyor gündeme: “Kapitalizm, kriz yaratan bir sistem midir?” Bu kitapta bu soruların yanıtını arayacağız.

Bunlara ek olarak bir de Türkiye’nin krizlere karşı dayanıklı olup olmadığını, 2001 krizinden sonra özellikle bankacılık kesiminde yapılan sağlamlaştırmaların sistemi krizlere dayanıklı hale getirip getirmediğini, ya da “bize bir şey olmaz teorisinin” ne kadar doğru olduğunu tartışacağız. Piyasa sistemi doğası gereği kriz çıkarmaya eğilimlidir. Küreselleşme ise bu krizlerin bulaşıcılığını artırmaya başladı. 2008 krizini bütün ötekilerden ayıran şey bu krizin bir dünya krizi olduğudur. Aynı adı taşıyan başka krizlerin varlığına karşın onların bu adla anılması doğru değil. O zaman dünya denen şey dünyadaki piyasa sistemi uygulayan ülkelerle sınırlıydı, oysa şimdiki dünya büyük bir piyasa sistemi olduğu için bir tarafta çıkan kriz dünyaya mal oluyor. Bu kitap piyasanın kriz yaratan mekanizmasına ve küreselleşmenin krizleri bulaştırıcı özelliğine karşın sistem içinde kalınarak önleyici bir yeni düzen kurulup kurulamayacağını tartışmayı amaçlıyor. Kapitalizm Kapitalizmin temel yasası ya sen ya da bendir. İkimiz birden değil. KARL LIEBKNECHT Siyasetçi, Alman Komünist Partisi kurucusu KAPİTALİZM VE GELİŞİM SÜRECİ Dünyanın büyük çoğunluğunun içinde yaşadığı ekonomik sistemin adı kapitalizmdir. Kapitalizm, üretim araçları mülkiyetinin özel kişilerin ellerinde olduğu ve kâr elde etmek amacıyla kullanıldığı, üretimin, yatırımın, gelirin, bölüşümün, mal ve hizmet fiyatlarının serbest piyasada belirlendiği bir ekonomik sistemdir. Özel mülkiyet sahipliği insanın yerleşik düzene geçip tarımsal üretime başlaması kadar eski olsa gerek. Bundan yaklaşık on bin yıl öncesine kadar meyve toplayıcı ve avcı olarak yaşayan ve yalnızca tüketici olan insan yerleşik düzene geçip de tarımsal üretime başlayınca olağanüstü bir dönüşümden geçti. Bu dönüşümle birlikte, o zamana kadar yalnızca tüketici olarak yaşamışken şimdi aynı zamanda üretici oluyordu. İnsanın üretici olması demek, birtakım üretim araçlarının ortaya çıkması demektir.

Bunlar evcilleştirilmiş hayvanlar, ilkel sabanlar, çift araçları, muhtemelen obsidiyenden yapılma oraklardı. Bu tür üretim araçlarının mülkiyetinin başlangıçta kişilere mi yoksa aynı yerleşim biriminde yaşayan topluluğun tümüne mi ait olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Sonraki dönemlerde bu araçlar bazı toplumlarda ortak mal (kamu mülkiyeti), bazılarında ise özel mal (özel mülkiyet), olarak görüldü. Bu üretim araçlarından farklı olarak, hemen bütün toplumlarda toprağın mülkiyeti uzun süre kamu mülkiyetinde kaldı. İktisatçılar ekonomik sistemleri üçe ayırıyorlar ve üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olduğu sisteme sosyalist sistem, özel mülkiyette olduğu sisteme kapitalist sistem, her iki kesimde de olduğu sisteme karma ekonomik sistem adını veriyorlar. Sistematik olarak bakıldığında kapitalizmden önce var olan ekonomik sistem_ merkantilizmdir. 15. yüzyılda Avrupa devletleri zenginlik ve refahın kaynağının değerli maden stoklarından geldiğini düşündükleri için, yeni sömürgeler elde etmek amacıyla birbirleriyle kıyasıya bir mücadele içine girmişlerdi. Özellikle İspanya, Portekiz, Hollanda ve İngiltere bu yeni akımın öncülüğünü yapmış, daha sonra bunlara diğer Avrupa ülkeleri de katılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu ise yeni kıtalar keşfedip sömürgeler oluşturmak yerine, bilinen topraklar üzerinde egemenliğini yaygınlaştırıp buralardan vergi ve benzeri adlarla değerli madenleri toplama yolunu seçmiştir. Merkantilist yaklaşım üç temel esasa dayanıyordu: (1) Bulyonizm, yani değerli madenlere sahip olmanın ülkeye önemli üstünlük sağlayacağına olan inanç, (2) devletin ekonomik yaşama aktif olarak karışmasının gerekli olduğu düşüncesi, (3) dış ticaret kısıtlamaları uygulayarak, yurtiçinde üretimi mümkün malların dışarıdan alınmasının yasaklanması ve dolayısıyla ülkeden para ve değerli maden çıkışının sınırlanması. 15. yüzyılda kâğıt para yoktu. Madeni para altın, gümüş gibi değerli madenlerden üretiliyor ve reel değeriyle işlem görüyordu. Altın, gümüş rezervleri sınırlı olduğu için, kıtlık bu metallere doğrudan doğruya bir değer veriyordu.

Herkes tarafından değişim aracı olarak kabul edilmesi bunlardan metal para yapılmasını olanaklı kılıyordu. Bu dönemde sömürgelerden elde edilen altın ve gümüş eritilerek metal para yapımında kullanıldığı için, aslında sömürgelerden elde edilen metal doğrudan doğruya para oluyor ve ülkenin zenginliğinin artmasına katkıda bulunuyordu. Bu çerçeveden bakıldığında bulyonizm dönemin koşulları içerisinde son derecede mantıklı bir yaklaşımdı. Devletin ekonomik yaşama aktif olarak karışmasının altında yatan temel neden de aslında bulyonizmle ilişkiliydi. Çünkü devlet ekonomik yaşama aktif olarak karışarak değerli madenlerin içeride birikmesine olanak sağlıyor, böylelikle de doğrudan paraya sahip olunuyordu. Merkantilizmin temel taşlarından biri de dış ticaret politikalarının dış ticaret fazlası (ihracatın ithalattan fazla olması) verdirecek şekilde izlenmesiydi. Bu amaca yönelik olarak gerekirse ithalat sınırlandırılıyordu. Bunun temelinde yatan neden de gerçekte bulyonizm felsefesine dayanmaktadır. Aşırı ithalat, ülkeden metal para, bir başka deyişle altın ya da gümüş çıkışına neden olacak ve ülkenin fakirleşmesine yol açacak, oysa ihracat fazlası bunun tam tersine ülkeye değerli metal girişini ve dolayısıyla zenginliğin artmasını sağlayacaktır. Bu genel yaklaşımAvrupa devletlerini dış ticarete karışmaya yöneltmiştir. Dış ticaretteki korumacılık, yüksek gümrük duvarlarıyla ithalatın kısıtlanmasının yanında çeşitli teşviklerle ihracatın özendirilmesine dayanıyordu. Ekonomik devrimlerin en önemlilerinden biri olan sanayi devrimi 19. yüzyılda ortaya çıktı. Marx, bu gelişmenin 18. yüzyılın son çeyreğinde başladığını söylüyor.

İngilizlerin buhar makinesini sanayiye sokmalarıyla birlikte kitlesel sanayi mamulleri üretimi başladı. Kitlesel üretim merkezleri, yani fabrikalar kurulmaya başladı. Bu kadar büyük bir üretim ister istemez işgücünün uzmanlaşmasını ve işin yalnızca bir bölümüne yoğunlaşmasını, yani işbölümünü getirdi. Kırsal alandaki işsizlik pek çok tarım işçisini kentlerdeki sanayi kuruluşlarında çalışmaya itti. Böylece daha önce tarım işçiliği yapanlar yavaş yavaş sanayi işçisi olmaya başladılar. Gelişimin bu evresine endüstriyel kapitalizm evresi adı veriliyor. Artık ticaretin egemen olduğu merkantilizm yerini sanayi üretiminin egemen olduğu kapitalizme terk ediyordu. 19. yüzyılın sonlarına doğru endüstriyel varlıkların denetim ve yönetimi büyük ölçüde bu işler için kredi verenlerin ellerine geçmeye başladı. Böylece finansmanı sağlayanlarla işi yönetenler aynı kişiler ya da kurumlar olmaya yöneldi. Bu evreye de finans kapital evresi adı veriliyor. Bu evrenin en önemli özelliklerinden biri kartellerin, tekellerin her tarafta boy atmaya başlamasıdır. Hem finansal gücü hem de reel üretim gücünü eline geçirenler işin konumuna göre tekel ya da karteller oluşturdular. Finans kapital evresini izleyen bu yeni evre 20. yüzyılın hemen öncesinde başladı ve 20.

yüzyılın başlarında doruk noktasına çıktı. Bu evreye de tekelci kapitalizm deniyor. Finansal güçle birlikte üretim gücünün de sınırlı elde toplanmasının toplum aleyhine yarattığı sorunların başında kapitalizmin özünü oluşturan piyasa sisteminin bozulması geliyordu. Tekelleşme ve kartelleşme serbest rekabeti ortadan kaldırıyor ve piyasa sistemini işlemez hale getiriyordu. Kapitalizmin özünden sapmaya yol açan bu gelişime engel olabilmek ve yeniden serbest piyasa modelini canlandırabilmek için başta ABD olmak üzere gelişmiş ekonomiler bazı adımlar attılar. Buradaki dönüm noktalarından biri ABD’nin çıkardığı Antitröst Yasası’dır. Bu kanun ABD’de tekelleşmeyi ve kartelleşmeyi denetim altına alıyordu. Adam Smith, David Ricardo, Thomas R. Malthus, ]ohn Stuart Mill ve Alfred Marshall gibi klasik iktisatçılara göre, para ekonomide önemli bir unsur olmakla birlikte asıl önemli olan paranın üzerini örttüğü reel olaylardır. Klasik iktisatçılar, aralarında farklılıklar olmasına karşın genelde parayı ikinci plana koyarak merkantilizmin temel felsefesi olan bulyonizme karşı çıkmanın yanında devletin ekonomiye karışmasına da şiddetle karşı çıkarak piyasa ekonomisinin yerleştirilmesinden yana olmuşlardır. Klasik ekonomi teorisi, ekonominin arz yönüne ağırlık vermiş ve genel yaklaşımını arz yönlü öneriler çerçevesinde oluşturmuştur. Klasik ekonomi teorisine, kapitalizmin özünü ele alarak yöneltilmiş ilk ciddi karşı çıkış Marksist ekonomi teorisidir. Karl Marx, kapitalizmin temel öğelerine karşı çıkmış ve kapitalist sistemin dengesiz iç dinamikleri nedeniyle uzun süre yaşamayacağını öne sürmüştür. Her ne kadar başlangıçta kapitalist ekonomi teorisinin eleştirisi olarak çıkmışsa da, zaman içinde Marksizm çeşitli katkılarla kendi ekonomi teori ve politikasını ortaya koymuştur. Marksist ekonomi teorisinin esasları arasında, (i) planlama, (ii) piyasa mekanizması yerine planlanmış fiyatlar, (iii) özel mülkiyet yerine kamu mülkiyeti gibi hususlar öncelikle sayılabilir.

Marksist teori, başta Sovyetler Birliği olmak üzere birçok ülkede uygulama alanı bulmuş ve piyasa ekonomisinin alternatifi olarak uzunca bir deneyim yaşamıştır. 1930’ların büyük dünya ekonomik bunalımıyla ortaya çıkan Keynesyen ekonomi 1960’lara kadar herhangi bir meydan okumayla karşılaşmadan kapitalist dünyaya egemen olmuştur. Keynes’in öğretileri, özellikle ekonomik büyüme modellerinin ve diğer dinamik ekonomik analiz araçlarının da katılmasıyla, uzun yıllar pek çok devletin resmi ekonomi felsefesi olma konumunu sürdürmüştür. Keynesyen ekonomi yaklaşımının başlıca görüşleri şu noktalar etrafında toplanabilir: 1. Ekonomide tam istihdam dengesi tesadüfi bir dengedir ve sürdürülebilmesinin hiçbir garantisi yoktur. Devletin müdahalesi olmazsa ekonomideki dengesizlik (işsizlik) sürekli bir durum olabilir. 2. Gerçekte fiyatlar ve ücretler kurumsal düzenlemeler ve ekonomik olmayan nedenlerle klasik iktisatçıların düşündükleri gibi özellikle aşağı doğru esnek olmayabilir. 3. Asıl olan arz değil taleptir. Ekonominin canlandırılması da, denetlenmesi de talep politikalarıyla gerçekleştirilebilir. 4. Bütçe denkliği, nötr vergi politikası gibi politikalar doğru yaklaşımlar değildir. Ekonominin içinde bulunduğu koşullara göre, devlet bütçesinin açık veya fazla vermesi, artan ya da azalan oranlı vergiler tercih edilebilir. Keynesyen ekonomi bir anlamda klasik ekonomi ile Marksist ekonomiyi bağdaştırma çabası olarak kabul edilebilir.

Keynesyen ekonominin egemenliği 1960’lardan itibaren çeşitli ekonomi okullarının meydan okumasıyla sarsılmaya başlamıştır. Bunlardan biri Milton Friedman’ın öncülüğünü yaptığı monetarist ekonomi görüşüdür. Monetarizm, Keynesyen ekonominin devletin ekonomiye aktif olarak karışmasını savunan görüşlerine bir karşı çıkış olarak gelişmiş ve büyük ölçüde klasik ekonomi teorisine dayalı yeni düşünceler geliştirmiş bir akımdır. Monetarizmin klasik ekonomi teorisinden belki de en önemli farkı paraya olan yaklaşımıdır. Klasik ekonominin paranın yalnızca bir örtü olduğunu ileri sürmesine ve asıl olarak reel sorunlarla ilgilenmesine karşılık, monetarizm, paranın ekonomik yaşamda en önemli olgu olduğunu ve para arzını denetlemeksizin ekonomik dengesizliklerin çözümlenemeyeceğini ileri sürmüştür. Monetarist ekonomi teorisi geniş bir taraftar kitlesi bulmuştur. 1970’lerde Keynesyen ekonomiye yönelik bir başka tepki yeni klasik iktisatçılar adıyla anılan bir ekonomi okulundan kaynaklanmıştır. En önemli temsilcileri Robert Barro, Thomas Sargent ve Robert Lucas (1995 Nobel İktisat Ödülü sahibi) olan yeni klasik iktisatçılar, klasik ekonominin öngörülerini ve monetarizmin bazı görüşlerini rasyonel bekleyişler teorisi çerçevesinde ele alarak piyasaların kendi haline bırakılmasının gerekliliğini vurgulamış ve devletin piyasalara karışmasının gerçekte hiçbir sonuç doğurmayacağını öne sürmüşlerdir. Yeni klasik iktisatçılara göre, gerek para gerekse maliye politikaları beklenen sonuçları veremez çünkü devletin de diğer ekonomik birimlerin de sahip olduğu bilgiler aynıdır. Birbirlerine karşı bu anlamda bir üstünlükleri yoktur. 1980’li yıllar batıda klasik ekonomi teorisinin temel önermelerinden biri olan Say Kanunu’nun yeniden gündeme girmesine yol açan, arz yönlü ekonomi uygulamalarına sahne olmuştur. İktisatçı Arthur Laffer’in adıyla özdeşleştirilen arz yönlü ekonomi, özünde klasik ekonominin en iyi bütçe denk bütçedir ve en iyi vergi nötr vergidir önermelerine dayanarak ve vergi indirimleri, gerçekçi olmayan çevre koruma önlemlerinin azaltılması gibi yollarla ekonominin canlandırılabileceği iddiasını ortaya koymuştur. ABD’de Reagan ve Bush, İngiltere’de Thatcher yönetimleri tarafından uygulanmış olan arz yönlü ekonomiden beklenen sonuçlar alınamamıştır. 20. ve 21.

yüzyılın ekonomi politikaları açısından temel özelliği, serbest piyasa yaklaşımıyla Keynesyen karma ekonomi yaklaşımı arasındaki gidip gelmelerdir. Piyasa ekonomisi ne zaman krize girse Keynesyen ekonomi politikalarına sarılmış ve krizden çıktıktan sonra da onları terk etmeye yönelmiştir. Özetle ekonominin gelişimini üç ayrı çizgide ele almak mümkündür: 1. Serbest piyasa ekonomisine dayalı klasik ekonomi teorisi ve bunun değişik çeşitleri (monetarizm, yeni klasik ekonomi ve arz yönlü ekonomi), 2. Kumanda ekonomisine dayalı Marksist ekonomi teorisi, 3. Devletin piyasalara karışmasına dayalı Keynesyen karma ekonomi teorisi ve onun devamı. Bunlar zaman zaman farklı ülkelerde tek başlarına egemen olmuşlar, zaman zaman bir arada uygulanmışlardır. Kapitalist sistem asıl olarak serbest piyasa ekonomisini benimsemiş, çökme aşamasına geldiği 1930’larda Keynesyen ekonomiye sarılarak kurtulmuş, sonraki krizlerin çoğunda da yine aynı yöntemi kullanmıştır. 2006 yılının ortalarında yayılan “subprime mortgage” kriziyle başlayan küresel krizde de yine Keynesyen politika kurtarıcı olarak öne çıkmıştır. Kapitalizmin gelişim sürecini izleyebilmek için bazı tablolara göz atmakta yarar var. Tablo 1’den yararlanarak kapitalizmin en önde gelen iki temsilcisi ülke olan İngiltere ve ABD’nin ekonomik gelişim sürecini çeşitli göstergelere bakarak izlemek mümkündür. Karşılaştırmalarda kapitalizmin başlangıcı olarak 1820 yılı alınmış ve küreselleşmenin başı sayılacak olan 1998 yılıyla karşılaştırmaya tabi tutulmuştur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir