[İşbu (Hucec-i Kat’iyye) kitâbı, aynı ismi taşıyan arabca kitâbın tercemesidir. Yemenli Abdüllah bin Sebe’ ismindeki bir yehûdî, islâmiyyeti öğrenmek istiyen gençleri aldatmak için, müslimân olduğunu bildirmekdedir. Kitâbımızı okuyan bir kimse, bunun kâfir olduğunu hemen anlayarak, bu yehûdî oyununa aldanmaz. (HUCEC-İ KAT’İYYE) kitâbı Bağdâdlı Ebülberekât Abdüllah Süveydî “rahmetullahi aleyh” tarafından arabî diliyle yazılmışdır. 1323 [m. 1905] de Mısrda basılmış, 1400 [m. 1980] de İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır. Allâme Abdüllah Süveydî tarafından yapılan Türkçe tercemesi, 1326 [m. 1908] da Mısrda Kürdistan matbaasında basılmışdır. Süveydî Abdüllah efendi, binyüzdört [1104] yılında Bağdâdda tevellüd etdi. Binyüzotuzyedide hac vazîfesini yapdıkdan sonra, Abdülganî Nablüsîden [1050-1143 (m. 1730 Şâm)] ve İstanbullu Alî [1099-1149] efendiden de icâzet aldı. Bağdâdda yıllarca ders verdi. Birçok kıymetli kitâb yazdı. Otuzuncu dedesi; Abbâsî halîfelerinden Ebû Ca’fer Abdüllah Mensûrdur.] Îrân hükümdârlarından Nâdir şâh [1099-1160 (m. 1746)] Îrân ve Buhârâ âlimlerini toplayarak, Sünnî ve Şî’î fırkalarından hangisinin doğru olduğunun anlaşılmasını emr etmiş ve Süveydîyi o meclise reîs yapmışdı. Bu meclisde konuşulanları bildiren (HUCEC-İ KAT’İYYE) kitâbı çok kıymetlidir. Bu meclisde kendisi, Şî’î âlimleri ile uzun konuşma sonunda, Ehl-i sünnetin haklı olduğunu isbât etmişdir. Şâhın hoşuna giderek, kendisini tebrik etmişdir. 1174 [m. 1760] senesi Şevvâlin onbirinci Cumartesi günü vefât etmişdir. 200 [m. 815] de vefât etmiş olan Ma’rûf-i Kerhî hazretlerinin türbesi yanında medfûndur. Îrândaki Safevî hükümdârlarının dokuzuncusu ve sonuncusu olan şâh Hüseyn Safevî, 1142 [m. 1729] de, Efganlılar tarafından öldürülünce, Acemistân karışdı. Şâhın oğlu İkinci Tahmâsib âciz ve eğlenceye düşkün olduğundan, Nâdir adındaki vezîri idâreyi eline aldı. 1143 de Efganlıları Îrândan çıkardı. Başşehrleri olan İsfehanı geri aldı. Bağdâd vâlîsi Ahmed pâşa zemânında Bağdâdı kuşatdı. Sekiz ay sonra, İstanbuldan gelen topal Osmân pâşanın ordusu Îrân askerini kaçırdı. Nâdir şâh 1148 de Îrân şâhı oldu. Delhîyi aldı. Çok kan dökdü. Efganistânı, Buhârâyı aldı. (Şâhenşâh) ismini aldı. Osmânlı devletine sefirler gönderip, Ehl-i sünnet fırkası ile İmâmiyye fırkasından hangisinin doğru olduğunun ilm yolu ile anlaşılmasını istedi. Büyük bir ordu ile Bağdâd ve Mûsul üzerine yürüdü. Alamayıp Necefe çekildi. Şî’îlerle Sünnîler arasında, birbirine uymıyan inanışları ortadankaldırmak, doğru olana sarılarak iki fırkayı birleşdirmek için (NÂDİR ŞÂH) emr verdi. İki taraf âlimleri toplandı. Hepsinin karşısında Abdüllah Süveydî efendi ilm, akl ve senedlerle uzun konuşmalar sonunda, Şî’îleri cevâbsız bırakdı. İki tarafın soru ve cevâbları (HUCEC-İ KAT’İYYE) ismi ile bir kitâb hâlinde neşr edildi. Abdüllah Süveydî efendi diyor ki: Bağdâd vâlîsi Ahmed pâşa, beni istemiş. Gidince, Pâşanın ağalarından Ahmed ağa beni karşıladı. Pâşa seni Nâdir şâha göndermek istiyor dedi. Sebebini sordum. Şâh Ehl-i sünnetden bir âlim istemiş. Şî’î fırkasının doğru olup olmadığını anlamak için, Şî’î âlimleri ile tartışma yapacaksın. Şî’îlik doğru ise, beşinci mezheb olarak i’lân edilecek, dedi. —Ey Ahmed ağa! Sen bilmez misin ki, acemler inâdcı olur. Dediğinden dönmez. Benim sözümü kabûl ederler mi? Hele şâhları, zâlim ve mağrûrdur. Onların fırkalarının bozuk olduğunu gösteren vesîkaları nasıl söyleyebilirim? Onlarla nasıl konuşulabilir? Delîl olarak söyleyeceğim hadîslere zâten inanmıyorlar. Din kitâblarınıkabûl etmiyorlar. Âyet-i kerîmelere, işlerine gelecek şeklde ma’nâlar veriyorlar. Abdest alırken, mest üzerine mesh etmenin câiz olduğunu onlara nasıl isbât edebilirim? Bu iş, sünnet-i seniyye ile câiz olmuşdur. Bunu gösteren hadîs-i şerîfi, yetmişden ziyâde Eshâb haber verdi. Bunlardan biri de, hazret-i Alîdir “kerremallahü vecheh” desem, bunun câiz olmadığını bize yüzden ziyâde Sahâbî haber vermişdir, derler. Sizin hadîs zan etdiğiniz sözler, mevdû’dur, sonradan uydurulmuşdur desem, onlar da bana böyle söyler. (Ne derseniz, biz de, onu söyleriz) derler. İşte, bunun için pâşa hazretlerinden ricâ ederim. Beni afv buyursun dedim. —Buna imkân yok. Bu iş için pâşa seni seçdi. Emrine itâ’at lâzımdır. Sakın karşı gelme dedi. Ertesi sabâh Ahmed pâşa ile uzun uzun konuşduk. Sonunda (Haydi bakayım, Cenâb-ı Hak, diline ve delîllerine kuvvet versin! Görüşmelerde, inâdcı ve kibrli görünürlerse, sözü kısa kesersin. Fekat, onları cevâbsız da bırakma! Hakkı kabûl ederler, insâflı konuşurlarsa, çekinmiyerek bildiklerini hep söyle! Sakın mağlûb olma! Şimdi Nâdir şâh Necefdedir. Çarşamba günü oraya var!) dedi. Birkaç kişi yola çıkdık. Yollarda, vereceğim cevâbları, göstereceğim delîlleri düşünüyordum. Yolda rastladığım kimseler, şâhın yetmişe yakın Şî’î müftî topladığını söylediler. Kendi kendime düşündüm. Onların karşısında söylemekden çekinmek doğru olmaz. Fekat, sözlerimi, şâha değişdirerek bildireceklerinden korkulur. En iyisi, meclisde şâhın bulunmasını isterim. Necefe iki sâatlik yol kalmışdı. Biri gelip, (Ne duruyorsunuz? Şâh sizi bekliyor) dedi. Şâh, her müsâfirini, böyle yolda çağırır mı, dedim. Hayır. Senden başka kimseyi böyle acele istememişdir, dedi. Bu söz üzerine, kendime (Şâhın maksadı, İmâmiyye fırkasını zorla bana kabûl etdirmekdir. Beni sıkışdıracak, belki de zorlayacak. Fekat ben, ne aldanırım, ne de korkarım. Öldürüleceğimi bilsem, doğruyu söylemekden çekinmem. Müslimânlar iki kerre, çok sıkışdı. Birisi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtında idi. Bu zemân, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” imdâda yetişip, ferâha kavuşdurdu. İkincisi, Hârûnürreşîdin oğlu halîfe Me’mûn [Anası câriye idi. 180 de tevellüd, 218 de vefât etdi. Mezârı Tarsusdadır.] Şî’î fırkasını severdi. Kur’ân-ı kerîme mahlûk derdi. Ahmed ibni Hanbel [164-241 Bağdâdda] “rahmetullahi aleyh” müslimânları bu fitneden kurtardı. Şimdi de, üçüncü fitnenin uyanmakda olduğu görülüyor. Benim kusûrum, duraklamam, bu fitnenin kıyâmete kadar uzamasına sebeb olur. Ya’nî, islâmın yükselmesi ve küçülmesi birer sebebe bağlıdır. Şimdi, bu fitnenin ortadan kalkmasına ben sebeb olacağım) dedim. Gayret ve sebât etmeğe karâr verdim. Ölümü bile gözüme aldım. Karşıdan iki bayrak göründü. Yaklaşınca, saltanat çadırlarını gördüm. Şâhın çadırı, büyük, yedi direk üzerine kurulmuşdu. Binlerce nöbetçi asker vardı. Birisi bizi karşıladı. Ahmed pâşayı, beğleri ismleri ile sordu. Böyle tanıdık gibi sormasından şaşırdım. (Îrânın Osmânlı devletinde elçisi idim. Ahmed pâşa hazretlerine de hizmet etmişdim. Adım, Abdülkerîm beğdir) dedi. Dokuz kişi dahâ geldi. Bunlar gelince, Abdülkerîm beğ saygı ile kalkdı. Büyüklerden olduklarını anladım. Selâmlaşdık. Şâhın huzûruna buyurun! diyerek, büyük çadırın perdesini kaldırdılar. Bir aralıkdan geçip, şâhın odasına girdik. Nâdir şâh, beni görünce, yüksek sesle (Abdüllah efendi, merhabâ! İleri gel) dedi. On adım kadar ilerledik, tekrâr (ileri gel!) dedi. Dahâ gitdim. Aramızda iki-üç metre uzaklık kaldı. Oturuyordu. Uzun boylu olduğu anlaşılıyordu. Başında, boynunda, kolunda çok süslü şeridler vardı. Kibrli, gurûrlu idi. Yorgun, ihtiyâr görünüyordu. Sakalı siyâha boyanmış, ön dişleri düşmüşdü. Açık yay gibi kaşları ile gözleri pek güzeldi. Heybetli, fekat sevimli bir zât idi. Onu görünce, gönlümde korku kalmadı. Yine türkçe olarak (Ahmed hân ne hâlde, nasıldır?) dedi. İyidir, âfiyetdedir, dedim. [O zemân, Osmânlı tahtında, yirmidördüncü pâdişâh olan sultân birinci Mahmûd hân vardı. Fekat, bundan önceki sultân üçüncü Ahmed hân hayâtda idi. 1083 de tevellüd, 1149 [m. 1736] da vefât etdi. Bağçekapıda, yeni câmi’ ile Mısr çarşısı arasındaki babasının annesi olan (Turhan Sultân) türbesindedir. 1115 yılında tahta çıkdı. 1143 de yeniçeri isyânı üzerine tahtdan indirildi. Yerine, kardeşinin oğlu sultân birinci Mahmûd geçdi. Deli Petronun mağlûbiyyeti ve dâmâdı olan Nevşehrli İbrâhîm pâşanın 1143 de parçalanması bunun zemânındadır. (Sicill-i Osmânî) kitâbı, birinci cildde diyor ki, Ahmed pâşa, Eyyûbî Hasen pâşanın oğludur. 1129 da Konya, 1130 da Basra ve1136 da, babasının vefâtında Bağdâd vâlîsi, sonra Îrân üzerine serasker oldu. 1149 da, yine Bağdâd vâlîsi oldu. Binyüzaltmış Zilka’de ayında vefât etdi. Bağdâdda iki def’a vâlîliği yirmi iki sene sürmüşdür.] —Seni ne için istediğimi biliyor musun, dedi. —Hayır, dedim. —Biliyorsunuz ki, benim memleketlerim iki kısmdır. Biri Türkistân ile Efgandır. Bunlar, Îrânlılara kâfir diyorlar. Emrimdeki insanların birbirlerine kâfir demesi uygun değildir. Seni, kendime vekîl ediyorum. Onlarla, benim yerime görüşeceksin. Hangi tarafın doğru olduğunu isbât edeceksin. Şu ayrılığı ortadan kaldıracaksın. Toplantı yerinde her gördüğünü, işitdiğini bana haber ver! Ahmed hâna da bildir, dedi. Huzûrundan çıkmamıza izn verdi. İ’timâdüddevle, ya’nî baş vezîrin yanında müsâfir olmamı ve öğle nemâzından sonra, Mollabaşı ya’nî diyânet işleri reîsi ile buluşmamı emr etdi. Oradan, sevinerek çıkdım. Yemek için, İ’timâdın yanına götürdüler. İ’timâd, oturduğu yerde selâmımı aldı. Kalkmadı, saygı göstermedi. Ben oturunca, o kalkdı, safâ geldiniz dedi. Ev sâhibi, müsâfir oturdukdan sonra kalkarmış. Fekat, bunu bilmediğim için, önce sıkılmışdım. Hattâ şâhın emri ile kaldırılması lâzım olan küfrlerin birincisi olarak, din âlimine saygısızlık yapdı diyerek İ’timâdın cezâlandırılmasını istiyecekdim. Fekat âdetlerini öğrenince, saygı gösterdiğini anladım. Yemekden sonra, molla başıyı görmek üzere, hayvanlara binip, yola çıkdık. Yolda karşıma, bir Efganlı geldi. Selâm verdi. Sen kimsin, dedim. Ben Efgan müftîsi molla Hamzayım, dedi. Arabî bilir misin, dedim. Evet, dedi. (Şâh emr etdi ki, acemlerin küfr olan inanışlarını, bozuk işlerini düzelteceğim. Fekat, küfr olan bir şeyde inâd ederler, ba’zı inanışlarını saklarlar ise, ne yaparım? Bunların iç yüzlerini bilmiyorum. Sen biliyorsan söyle! Ona göre davranayım) dedim. —Şâhın sözüne güvenme! Seni, yalnız konuşmak için, molla başıya gönderdi. Konuşmalarda, uyanık davran, dedi. —Onların insâfsızlığından korkarım, dedim. —Yok. Ondan korkma! Şâh konuşmaların, kendisine değişdirilmeden bildirilmesi için adım başına, güvendiği adamları dizdirdi. Şâha, yanlış birşey bildirilmesine imkân yokdur, dedi. Molla başının çadırına yaklaşdım. Çıkıp, yürüyerek karşıladı. Kısa boylu idi. Beni üst yanına oturtdu. Söz arasında, bugün Efgan müftîsi Hâdî hocayı gördüm. Bir ilm deryâsıdır, dedi. Hâdî hoca Buhârâ kâdısı idi. Çok âlim idi. (Bahrül’ilm) denirdi. Benden dört gün önce gelmiş. Yanında, Buhârâ âlimlerinden altı kişi varmış. Molla başı: —Kendisine, Bahrül’ilm adını nasıl yakışdırmış? İlmden hiç haberi yokdur. Ona, imâm-ı Alînin “radıyallahü teâlâ anh” birinci halîfe olacağını gösteren iki vesîka versem, cevâbını bulamaz. Yalnız o değil, Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi bir araya gelse, birşey söyleyemezler, dedi. Öyle cevâb verilemiyecek delîlleriniz nedir, dedim. 1-(Önce, size sorarım ki, hazret-i Peygamber “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Alî ibni Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” için (Mûsânın yanında Hârûn nasıl idi ise, sen de, benim yanımda öylesin. Yalnız, şu fark var ki, benden sonra Peygamber gelmiyecekdir) buyurdu. Bu hadîsi, siz de bilirsiniz), dedi. —Evet. Hem de meşhûrdur, dedim. —(İşte bu hadîs, hazret-i Peygamberden sonra, imâm-ı Alînin halîfe olacağını gösteriyor), dedi. —Nasıl gösteriyor, dedim. —(İmâm-ı Alînin Peygamber yanındaki yeri, Hârûnun Mûsâ yanındaki yeri gibi gösteriliyor. Yalnız (Ancak benden sonra Peydiyerek, burada ayrıldığı bildiriliyor. Bunun için, hazret-i Alînin, birinci halîfe olması lâzımdır. Hârûnun eceli gelmeseydi, Mûsâdan sonra, halîfesi olurdu), dedi. —Sözünüzden açıkça anlaşıldığına göre, mantık bilgisinde, bu sözlerden genel hükm çıkar imiş. Genel olduğunu neresinden çıkarıyorsunuz? —(İstisnâlarda, izâfet, genel ma’nâ bildirir.) —Hârûn “aleyhisselâm”, Mûsâ “aleyhisselâm” gibi Peygamber idi. Hâlbuki, hazret-i Alînin, önce de, sonra da Peygamber olmadığını siz de biliyorsunuz. Bundan başka, Hârûn “aleyhisselâm”, Mûsâ “aleyhisselâm”ın öz kardeşi idi. Hâlbuki hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh”, Resûl-i ekremin “sallallahü aleyhi ve sellem” öz kardeşi değildir. Genel olan şeyin ise, istisnâ ile ayrılması, mantık ilminde, zan gösterir. Onun için, sözün hükmünü, ma’nâsını, bir menzile, bir yer için aramak lâzım olur. Bunun için de, hadîs-i şerîfdeki menzile kelimesinin sonundaki (t) harfi, bir tek ma’nâsını bildiriyor. (Hârûnun yerinde) izâfeti, izâfetlerin çoğunda olduğu gibi, izâfet-i ahdiyyedir. Ya’nî genel ma’nâ bildirmez. (Ancak) kelimesi de (Fekat) demekdir. O hâlde, sözün ma’nâsı, kat’î değil zannî oldu. Böyle sözlerde, belli olmıyan birşey, başka bilgiler yardımı ile anlaşılır. Ya’nî (menzile) ile (Hârûn) arasındaki bağlantı, Hârûnun yalnız, benî İsrâil için halîfe olduğunu gösterdiği gibi, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” de Tebük gazâsında Medîne-i münevverede halîfe bırakıldığını gösterir, dedim. —(Halîfe bırakmak, onun üstün olduğunu bildiriyor. Birinci halîfe olması lâzım gelir), dedi. —Öyle ise, Abdüllah ibni ümm-i Mektûmun “radıyallahü teâlâ anh” da halîfe olması lâzım gelir. Çünki, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” Onu ve başkalarını da, Medîne-i münevverede, halîfe, ya’nî kendi yerine vekîl bırakmışdı. Şu hâlde, halîfelikde birinciliği, buna ve başkalarına vermeyip de, hazret-i Alîyi “radıyallahü teâlâ anh”, ayırmanızın sebebi nedir? Bundan başka, yerine vekîl bırakılmak, üstünlüğe sebeb olsaydı, Alî “radıyallahü anh” (Beni kadınlarla, çocuklarla, zevallılarla birlikde mi bırakıyorsun?) diyerek üzülmezdi. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz de, Alînin “radıyallahü anh” gönlünü almak için (Sen benim yanımda Hârûnun Mûsâ yanındaki yeri gibi olmağı beğenmiyor musun?) buyurmazdı, dedim. —(Ehl-i sünnetin üsûl bilgisine göre, sebebin ayrı olmasına değil, sözün genel olmasına bakılır.) —Vesîka olarak, sebebin ayrı olmasını ele almıyorum. Ancak, hadîs-i şerîfdeki, belli olmıyan birşeyin, yalnız, (Husûsî) olduğunu gösteren bir işâret olduğunu söylüyorum, dedim. Susdu. Bundan başka, bu hadîs-i şerîf, zâten sened olarak gösterilmez. Çünki, sözbirliği ile bildirilmiş değildir. Kimi sahîh, kimi hasen, kimi de za’îf hadîsdir, dedi. İbnülcevzî ise, mevdû’ olduğunu bildirmekdedir. [Ebülferec Cemâleddîn hâfız Abdürrahmân bin Aliyyülcevzî “rahmetullahi aleyh” büyük hadîs âlimidir. 508 de Bağdâdda tevellüd, 597 [m. 1201] de orada vefât etdi. Yüzden fazla kitâb yazdı. Mugnî adındaki tefsîri meşhûrdur.] Bununla, imâm-ı Alînin “radıyallahü teâlâ anh” birinci halîfe olması, nasıl anlaşılır ki, delîlin meşhûr nass olması lâzımdır, dedim. —(Evet öyledir. Delîlimiz, yalnız bu değildir. (Alîye, mü’minlerin emîri olarak selâm veriniz) hadîsi delîldir. Bundan Alînin Peygamber olduğu anlaşılmasa bile, birinci halîfe olmasına diyecek yokdur), dedi. —Bu hadîs-i şerîf, bizce mevdû’dur. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarında, böyle bir sahîh hadîs yokdur, dedim. Düşündü. Birdenbire: —(Başka bir delîl söyleyeceğim ki, ma’nâsını çevirmeğe imkân yokdur. (Geliniz! Çocuklarınızı ve çocuklarımızı çağıralım!) âyeti delîlimdir), dedi. —Âl-i İmrân sûresinin altmışbirinci âyeti olan bu âyet-i kerîme, nasıl delîl olur dedim. —(Necrandan, hıristiyanlar, Medîneye gelip inanmayınca, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunlara, (Gelin, içimizden yalancı olana, Allahdan la’net isteyelim) buyurdu. Ve Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyni alıp meydâna çıkdı. Düâya çıkan, çıkmayanlardan elbet dahâ üstündür), dedi. —Bu dediğiniz, menkıbedir. Üstünlüğü göstermez. Çünki Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” herbirinin bir menkıbesi vardır ki, başkalarında bulunmaz. Târîh okuyanlar, bunu iyi bilir. Bundan başka, Kur’ân-ı azîmüşşân arabî dil ile indi. Meselâ, iki aşîret arasında harb başlamak üzere iken, biri (Ben aşîretimdeki yiğitleri alıp çıkacağım. Sen de seçilmiş, kahramanlarını alıp çıkmalısın) dese, bu söz, ikisinin de aşîretinde, meydâna çıkanlardan başka, yiğit adam bulunmadığına delil olamaz. Düâda, akrabâ ve yakınları ile birlikde bulunmak kalbin kırıklığı ve düânın çabuk kabûl olması içindir, dedim. —(Bu, sevgisinin çokluğunu gösterir), dedi. —Bu cibillî, tabî’î, yaratılışda bulunan bir sevgidir. İnsanın kendi kendini, çocuklarını sevmesi gibidir. Bunda üstünlük aranmaz, dedim. —(Başka bir şey dahâ var. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Alîyi kendisi ile berâber saymışdır), dedi. —Sen dahâ, üsûl ilmini ve belki de arabîyi bilmiyorsun! Delîl sandığın (enfüs) kelimesi, cem’i kılletdir. Cem’ olan (nâ) ya bağlanmışdır. Cem’in cem’ karşısında bulunması ise, birlerin binlere bölünmesine sebeb olur. Meselâ bölük bindi demek, bölükdeki erlerin hepsi atlarına bindi demekdir. Birden çok olana cem’ denir. Nûr sûresinin yirmialtıncı âyeti olan (Bunlar onların dedikleri gibi değildir) kelâmında, hazret-i Âişe “radıyallahü anhâ” ile Safvân “radıyallahü anh” bildirilmekdedir. Bunun gibi, Tahrîm sûresinin dördüncü âyetindeki (kalbleri), cem’ olduğu hâlde, man-tık ilmine göre, ikiyi gösteren zamîre bağlanınca iki kalb olmuşdur. Bunlar gibi Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhümâ” için cem’ olarak (çocuklarımız) ve hazret-i Fâtıma “radıyallahü anhâ” yalnız bulunduğu hâlde, cem’ hâlinde (kadınlar) denilmesi, mecazdır. Bu âyet-i kerîme, eğer, hazret-i Alînin birinci halîfe olacağını gösterseydi, Hasen, Hüseyn ve Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerinin de, sıra ile halîfe olmaları lâzım olurdu. Hâlbuki, hazret-i Fâtıma halîfe olamaz, dedim. —(Benim bir delîlim dahâ var. Mâide sûresinin ellisekizinci âyetinde meâlen, (Elbet, sizin velîniz, sâhibiniz, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü ve îmân edenlerdir) buyuruldu. Tefsîr âlimleri sözbirliği ile bildiriyor ki, hazret-i Alî “radıyallahü anh” nemâzda iken, bir fakîre yüzüğünü sadaka verince, bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Âyet-i kerîmedeki (inne-mâ) yalnız o demekdir. Ya’nî, ona mahsûsdur. Velî kelimesi de, tesarrufa, idâreye en elverişli demekdir, dedi. Ve, siz Sahâbe-i kirâmı nasıl bilirsiniz?) dedi. —Âdil, özü, sözü doğru biliriz dedim. 2—(Kur’ân-ı kerîmdeki pekçok âyetler, Eshâbı azarlamakdadır dedi. Münâfık olduklarını, Resûlullaha, elem, acı verdiklerini bildiren âyetler çokdur. Meselâ, Tevbe sûresinin ellidokuzuncu âyeti ve Mücâdele sûresinin sekizinci âyeti ve Münâfıkûn sûresinin birinci âyeti ve Muhammed sûresinin onaltıncı ve yirmi ve yirmidokuzuncu ve otuzuncu âyetleri bunlardandır, dedi. Bundan başka, Tevbe sûresinin yüzikinci âyeti ve Feth sûresinin onbirinci ve onikinci ve onbeşinci âyetleri ve Hucurât sûresinin dördüncü âyeti gösteriyor ki, Medînede ba’zı münâfıklar o kadar gizli çalışıyorlardı ki, ehâliye değil, Fahr-i âlem efendimize bile sezdirmiyorlardı. Enfâl sûresinde, (Resûlullaha karşı gelenler, meşhûr Bedr gazâsından cayarak, düşmanı görmeden önce geri dönenler, mü’minlerin, canlarına minnet bildikleri o günün şerefinden kaçanlar, hep onlardır) buyuruluyor. Bunun içindir ki, gizli şeyleri bilen Allahü teâlâ “celle celâlüh”, Enfâl sûresinin altıncı âyetinde münâfıkların kötü niyyetlerini açığa çıkarmakdadır. Huneyn gazâsında kaçanlar ve çok sayıda olmalarına güvenerek,Âl-i İmrân sûresinin onuncu ve yüzonaltıncı âyetlerinin inmesine sebeb olanlar, yine bu münâfıklardandır. Bunlar, Uhud fâciasında, Fahr-i kâinât hazretlerini düşmânların eline bırakıp dağa kaçdılar. Mubârek yüzünün yaralanmasına ve iki dişinin şehîd olmasına ve kısrakdan düşmesine sebeb oldular. Hattâ yardım istediğinde, duymamazlıkdan geldikleri için, Âl-i İmrân sûresinin yüzelliüçüncü âyet-i kerîmesi ile, Allahü teâlâ tarafından azarlandılar. Tebükdeki meşhûr hareketlerinden dolayı da, Tevbe sûresinin otuzdokuzuncu âyet-i kerîmesi ile tekdîr ve tehdîd edildiler. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, hazret-i Peygamberin Eshâbı isyân ederler, Ona karşı gelirlerdi. Firâr etdiklerini bildiren âyet-i kerîme, birkaçının değil, hepsinin kaçdığını göstermekdedir. Çünki, Tevbe sûresinin kırküçüncü âyeti, azâblarını ve azarlandıklarını açıkça bildirmekdedir. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, onların geri dönmelerine izin verdiği için, Tevbe sûresinin kırkdördüncü âyet-i kerîmesi ile, o Nebiy-yi zîşânın da azarlanmasına sebeb oldular. Bunlardan başka, hicretin beşinci yılının onbirinci ayındaki Ahzâb ya’nî Hendek gazâsında, Ahzâb sûresinin onüçüncü ve onbeşinci âyetleri ile ve dahâ nice âyetlerle tekdîr edildiler ve kötülendiler. Böyle kimselere nasıl olur da, âdil denir? Onların işleri ve sözleri, din işlerinde nasıl sened olur? Onlara inanmak, güvenmek, akla da, ilme de uygun değildir), dedi. —Eshâb-ı kirâmı “aleyhimürrıdvân” kötülemek için, vesîka olarak bildirdiğin âyet-i kerîmelerin hepsi, münâfıklar için gelmişdir. Bunda, kimsenin şübhesi yokdur. Hattâ, Şî’îler de, böyle olduğunu sözbirliği ile söylemekdedir. Münâfıklar için geldikleri bilinen bu âyet-i kerîmeleri, âyetler ile medhu senâ edilen Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân” bulaşdırmağa kalkışmak, böylece, O büyükleri lekelemek istemek, adâlete ve insâfa sığmaz. Önceleri, münâfıkların sayısı çokdu. Sonra, azalmağa başladı. Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin, ömr-i şerîfinin sonuna doğru, münâfıklar, doğru olan mü’minlerden ayırd edildi. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin yüzyetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesi ile, tayyıbleri habîslerden ayırd eyledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, (Ocakdaki ateş, demiri, pislikden ayırdığı gibi, Medîne de, insanların iyisini, kötüsünden ayırıyor) buyurdu. [Ya’nî demircilerin kullandığı ocak, yüksek fırınlar, demirdeki curûfu, gang denilen kötü maddeleri ayırdığı gibi, Medîne şehri de, insanların kötüsünü iyisinden ayırır buyurdu.] Bunun için münâfıkları bildiren âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma yüklemek,nasıl doğru olur? Âl-i İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde meâlen, (Siz ümmetlerin en hayrlısı, en iyisi oldunuz) buyuruldu. Bu âyet ile, Allahü teâlânın medh-u senâ buyurduğu kimseler, nasıl olur da, münâfıklarla bir tutulur? Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmı, birçok âyet-i kerîme ile övdü. Tevbe sûresinin ellidokuzuncu âyetinin (Havâric) kabîlesinin reîsi (İbni zil Huvaysıra bin Zuheyr) için geldiğini bütün tefsîrler yazıyor. Bu âyet-i kerîmeyi Sahâbe-i kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yüklemek, ilm adamına yakışmaz. Buhârîyi şerîf kitâbında, bunu açıklayan yazıları burada söylemek yerinde olur. Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü anh” diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanında idim. Mubârek nurlu yüzünü görmekle lezzet alıyordum. Kendisi, Huneyn gazâsında kâfirlerden alınan ganîmet mallarını dağıtıyordu. Benî Temîm aşîretinden Huvaysıra kapıdan içeri girdi. (Yâ Resûlallah! Adâleti gözet!) dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Sana yazıklar olsun! Ben adâlet yapmazsam, kim yapar? Adâlet üzere olmasaydım, çok zarar ederdin!) buyurdu. O sırada, Eshâb-ı kirâmdan Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” ayağa kalkıp, (Şu câhili öldürmeğe müsâade buyur) dedi. (Bırakınız! Çünki, bu adamın arkadaşları vardır. Sizin gibi nemâz kılarlar. Sizinle birlikde oruc tutarlar, Kur’ân-ı kerîm okurlar ise de, Allahü teâlânın kelâmı boğazlarından aşağı inmez. Bunlar, ok yaydan çıkdığı gibi, dinden dışarı çıkarlar

Abdullah Süveydi – Hak sözün vesikaları
PDF Kitap İndir |