Deniz Kandiyoti – Cariyeler Bacılar Yurtaşlar

Bu kitap 1975 ile 1995 tarihleri arasında yazılmış seçilmiş denemeleri içeriyor. Geriye baktığımda fark ediyorum ki bu yazılar sadece kendi özgeçmişimi değil aynı zamanda gelişmekte olan bir araştırma alanının da öyküsünü anlatıyor. O kurumla paylaşmak istediğim işte bu öykü. İlk iki yazı “kadın ve gelişme” sorunsalının yeni şekillenmeye başladığı 70’li yıllara rastlıyor. Batı’da uzun zamandır bir feminist literatür geleneği olmasına karşın, Üçüncü Dünya’da kadın üzerinde çalışmalar -antropologların incelemeleri ve kadın haklan konusundaki polemik yazılar bir yana bırakılırsa- yok denecek kadar azdı. Bu çalışmaların hız kazanması aslında söz konusu topluınıann kendi içinden gelen bir sorgulamaya veya harekete bağlı olmadı. Bu alana ilgi dolaylı yollardan ve egemen toplumsal kalkınma söylemlerine tepkisel bir biçimde gelişti. Modernleşme kuramının toplumbilimiere hakim olduğu 50’li ve 60’lı yıllarda kadının hem ailede hem de toplumdaki genel konumunun geleneksellikten modernliğe geçişle birlikte evrimleşeceği ve daha eşitlikçi bir düzene varılacağı sanısı yaygındı. Ataerkilliğin kendi başına bir toplumsal olgu olarak çözümlenmesi gereği gündemde adeta yok gibiydi. 1975’te Meksika’da yapılan Birleşmiş Milletler’in düzenlediği ilk Uluslararası Kadın Konferansı’nın ortaya attığı en önemli iddialardan biri ise modernleşmenin beklenen sonuçları vermediği, tam tersine cinsler arasındaki uçurumu daha da derinleştirdiği ve hatta modernleşme sürecinde kadınların evvelce sahip olduklan bazı güç ve ayncalık kaynaklanndan dahi mahrum kaldığıydı. Bu iddialar lO CARİYELER, B AClLAR, YURTTAŞLAR daha çok Salıra-altı Afrikası’ndan seçilmiş gözlemlere dayanıyor, ancak daha geniş anlamda üretim ve geçim biçimlerinin köklü bir değişimine dayanan ekonomik kalkınma yollannın kadınlar açısından daha eşitlikçi sonuçlar doğurup doğurmadığı hakkında derin şüpheler uyandınyordu. Aynı zamanda bu gözlemlerin ardında basit bir “ekonomist” mantık yatıyordu; pazar ekonomisine yönelik üretim biçimleri yayıldıkça bunların gerektirdiği beceriler, aletler, teknikler, kredi ve nihayet para, erkeklerin elinde toplanıyor (ve bu gidişi hem yerel bürokratlar, hem uluslararası kalkınma fonlarını dağıtan örgütler daha da pekiştiriyor), kadınların evvelce önemli olan katkılan değerden düşüyordu. Sonunda kadınlar kendilerini beceri gerektirmeyen, makineleşmemiş ve ücretsiz işlerde, kenara itilmiş buluyorlardı. Bu çözümlemenin ardında yatan varsayım ise, kadınların toplumsal statüsünün üretime katkılarıyla koşut biçimde değişmesi gerektiği ve onların kenara itilmelerinin bir statü kaybına yol açabileceğiydi. Belki burada ataerkilliğin tarihsel gelişimini kavramaya çalışan ve bunun için de etnografık verilere dayanan bir dizi çalışmanın da etkisini hesaba katmak gerekir. Bu çalışmalar, doğrudan doğadan geçinen avcı-toplayıcı toplumlardan, artık ürün ve mülkiyet üzerinde denetim gerektiren, yerleşik tarım topluınianna geçildiğinde erkek egemenliğinin ve kadın emeği ve doğurganlığı üzerindeki denetinılerin keskin biçimde arttığını gösteriyordu. Bazı araştırmacılar tannçalı din ve tapınma biçimlerinden tek tannlı ataerkil dinlere geçişi bile insanlık tarihinde kadıniann konumundaki değişmeye bağlamışlardı. Bu tür yorumlarda kadınların ezilmesini özel mülkiyete ve aile içinde denetim altına alınmalanna bağlayan Engels’ci yaklaşımın izlerini görmemek mümkün değil. Denebilir ki, 70’li yıllarda Üçüncü Dünya kadınlannın kalkınmadan nasıl etkilendikleri somut alan araştırmalanyla betimlenirken, kuramsal planda Engels’ ci yaklaşım bir yeniden canlanma geçirmiştir. O sıralarda Türkiye’de kırsal kapitalistleşme süreçleriyle yakından ilgileniyor ve bunlann kadınlar açısından sonuçlarım inceliyordum. Elimdeki verilerle o sırada hakim olan yaklaşımiann varsayımlan arasında ciddi çelişkiler vardı. Türkiye’deki dönüşümler basit bir ekonomist yaklaşıma sığdınlamayacak kadar karmaşık ve çelişkili sonuçlar doğuruyordu. Bunları anlatabilmek için “Cinsiyet GİRİŞ: BİR ALANIN ÖYKÜSÜ ll Rolleri ve Toplumsal Değişim” yazısını yazdım ve kadının konumunu belirleyen etkenierin çok boyutluluğunu göstermeye çalıştım. Çünkü, kadının üretime katkısının çok yüksek olduğu göçebe aşiretler bile ataerkillikle kimseden geri kalrnıyordu; ancak yerleşik Müslüman topluluklarında görülen cinslerin mekansal aynınına burada yer yoktu. Yerleşik köy toplumlannda kadıniann üretime katkı biçimleri yerine göre çok değişebilmekle birlikte konumlannı belirleyen temel etmenler yaşlan, doğurganlıklan ve ailedeki yerleri olmaya devam ediyordu (taze gelin, kıdemli gelin, kaynana olmak gibi). Bundan hemen çıkan sonuç, akrabalık ve aile ilişkilerinin kendine ait bir iç mantığı olduğu ve tek başianna belirleyici etkilerinin olabileceğiydi. Bu, hiçbir şekilde bu ilişkilerin ekonomiden bağımsız, değişmez ve tarihdışı olarak ele alınmalan anlamına gelmiyordu. Nitekim, tanmda kapitalistleşmenin hane yapılan üzerinde tartışılmaz etkileri oluyor, baba otoritesine dayalı üç kuşaklı geniş aile giderek aşınıyordu. Ancak bu, en azından, ekonomik değişmenin boşlukta değil, kendine ait güçleri olan birtakım yerel yapılarla etkileşim halinde gerçekleştiğini göstermekteydi. Dolayısıyla, kadınların bu değişimlerden nasıl etkilendiği ve etkileneceği henüz yanıtlanmamış bir soruydu ve doğal olarak her somut bağlamda tekrar incelenmeliydi. Türkiye’de kırsal dönüşüm ve pazarla bütünleşme hem ailede ataerkilliği sarsarak genç kuşağa daha fazla özgürlük tanıyor, hem de evde üretilen mal ve hizmetlerin dışardan satın alınmasına olanak vererek kadınlarm çok ağır olan iş yükünü hafifletiyordu. Kadınlann durumlannda kötüleşmeden söz etmek bu bağlamda gerçeği yansıtmıyordu. Kasaba gibi daha karmaşık ve tabakalaşrnış yerleşim birimlerine bakıldığında ise, üretim dışındalıkianna karşın kadıniann toplum hayatı üzerinde, birtakım sosyal etkinlikler aracılığıyla, önemli dolaylı etkileri olduğu görülüyordu. Büyük kentlerde ücretli işlerde çalışan kadıniann ise sınıf konuınianna göre değişen yeni bir dizi sorunla karşı karşıya kaldığı açıktı. Ne var ki, bütün ele alınan konumlarda erkeklere tanınan ayncalıklar bir şekilde kendini koruyor ve erkek egemenliği biçim değiştirse bile kendini devam ettiriyordu. “Kadınlar ve Haneiçi Üretim” yazısında kırsal dönüşümün yar�ttıih rPc::itli nrt�mhrcb PrkPk f>ı>PmPnlii’>inin kPnrlini nP c::PkilriP 12 CARİYELER, BACILAR, YURTIAŞLAR devam ettirdiğine daha somut bir şekilde bakmaya çalıştım. O sırada kırsal çalışmalarda kadın konusundan tamamen bağtınsızmış gibi görünen bir sorunsal zihinleri işgal ediyordu. Tarımda kapitalistleşme her zaman çoğunluğun mülksüzleştiği ve toprağın daha az elde biriktiği bir sürece yol açmıyor, küçük işletmeler piyasa ekonomisi içinde dirençli bir biçimde varlıklannı sürdürmeye devam edebiliyordu. Küçük meta üretimi olarak tanımlanan bu geçim bi- . çimlerinin kendini nasıl yeniden ürettiğini kavramaya çalışmak, kapitalizmin kapitalizm-öncesi üretim biçimleriyle nasıl eklemlendiği konusunda sonuçsuz ve kısır bir tartışmaya yol açmıştı. A ileiçi iş bölümü ve kadınların katkılannın hesaba katılmadığı bu tartışmalar son derece bariz bir olguyu gizliyordu; kırsal hanelerde kadın ve çocuklann ücretsiz emeğinden yararlanma imkanı. Kadınların ikincil konumu haneiçi işbölümüne yansıyor ve onların daha çok çalışıp daha az tüketmelerine yol açıyordu. Aynca, erkeklerin tarım dışı uğraşlar bulmalan halinde tarımsal üretimin en büyük kısmını kadınlar yüklenebiliyordu. Bu da kuşkusuz, çeşitli kaynaklardan başka girdilerin de yardımıyla, ailelerin toprakta tutunmaya devam edebilmesinin önemli bir koşulunu oluşturuyordu. İlk kez kadın konusundaki körlüğün daha geniş kuramsal çerçeveleri nasıl sınırlarlığına tanık oluyordum. Bundan sonra bu tecrübe birkaç kez tekrarlanacaktı. Aynca, bu yazıda Orta A nadolu’da tanmsal makineleşmenin etkilerine dayanan ve kadıniann durumunda göreceli bir iyileşmeye işaret eden daha önceki gözlemlerimin de sınırlan ortaya çıkıyordu. Para ekonomisi belki kadınların ev işlerini hafifletıneye katkıda bulunabiliyor, ama aynı zamanda parayı kontrol eden erkeklerle kendi gelir kaynakları olamayan kadınlar arasında tüketim açısından çifte standart yaratabiliyordu. Bundan böyle karar verme süreçlerinden başlayarak tüketimin denetimi cinsler arasında bir çekişme alanına dönüşebilecekti. İlk dönem yazılanın hala Türkiye’de yaşadığım ve toplumsal değişmelerin etkilerini çözmeye çalıştığım bir devreye rastlamaktadır. O açıdan “Kurtulmuş ama Özgürleşmiş mi?” tam bir geçiş yazısı sayılabilir. Zira Türkiye’den aynidığımda bütün aynntılarıyla kavramaya çalıştığımız toplumumuza ve diğer birçok topluma Batılı toplumbilimcilerin birçok kez teleskopla bakar gibi baktığını ve u akı ın a nntılan sili sü ürerek a ü lüm t lurnlar GİRİŞ: BİR ALANIN ÖYKÜSÜ 13 veya Ortadoğu toplumlan gibi soyut kategoriler çıkardığını gördüm. Batı’da 80’li yıllarda kadın araştırmalarında ciddi bir çeşitlenme olmuş, her yöreye özgü kadın araştırmalan kendi tarzlannı geliştirmeye başlamıştı.ı Ortadoğu ülkeleriyle ilgili çalışmalarda ise kadın söz konusu olduğunda neredeyse refleksi anımsatan bir düzenlilikle hemen İslamiyet gündeme getiriliyordu. Neredeyse kadınların içinde yaşadıklan toplurnların tarihlerindeki, ekonomilerindeki, siyasal rejimierindeki farklılıklar birer aynntıymış ve bu toplurnların tek özellikleri Müslüman olmalanymış gibiydi. Bu sapiantıyı eleştİren “Kurtulmuş ama Özgürleşmiş mi?” hiç kuşkusuz tepkisel bir yazı. Ama, aynı zamanda, ikinci yazı dönemirnde sistemli bir çalışma programı oluşturacak soruların da ortaya çıktığı bir anı yakalıyor. Kadınların konumunu anlamak açısından İslam’ın tek başına yeterli bir çözümleme kategorisi olmadığından çok emin olmakla birlikte kendimi bir açınazda bulmuştum. Çeşitli Müslüman toplurolann sömürgecilik deneyimleri, bağımsızlık sonrası devlet kuruluşları, milliyetçilik tarihleri kadınlan etkileyen politikalarda ve yasalarda görülen farklan rahatça açıklayabiliyordu. Bu yine de yadsınamayacak bazı benzeriikierin varlık nedenlerini, özellikle kadınların denetimiyle ilgili bazı kültür kalıplarının, eğer İslam’a atfedilerek göz ardı edilmeyeceklerse, nereden kaynaklandıklarını açıklamaya yetmiyordu. Bu sorulan, birlikte okunmalan gereken iki yazıda, “Kadın, İslam ve Devlet” ile “İslam ve Ataerkillik”te cevaplamaya çalıştım. Bu beni bazı sezgilerle donatılmış olarak geniş bir çerçevede karşılaştırmalı olarak çalışmaya sevketti. Konuyu bir çeşit ablukaya alarak bir yandan Ortadoğu ve Güney Asya’daki devlet kuruluş tarihçelerini, diğer yandan da Afrika ve Asya toplumlanndaki akrabalık ı>istemlerini inceledim. Ancak bütün keşiflerimin ve hayretlerimin temelinde hep başlangıç noktam yatıyordu. Afrika’daki akrabalık sistemlerini algılayışım ister istemez Anadolu hanesinden çok farklı oluşlarıyla besleniyordu. Tersine, Çin akrabalık sistemlerindeki derin benzerlikler ve Türkiye’ye Arap Ortadoğusu’ndan bile -Müs- !. Bu gelişmelerin özeti için bakınız Deniz Kandiyoti, “Çağdaş Feminist Çalışmalar ve Ortadoğu Araştırmaları”, Kadın Araştırmalarında Yöntem, yayıma hazırla anlar Se il akır Necla Ak ök e ·stanbul: Sel 1996 . 14 CARİYELER, BACILAR, YURTIAŞLAR lüman toplumlar olduklan halde- yakın oluşlan beni sanki yeni bir kıtanın eşiğine gelmişim gibi heyecanlandınyordu. Bu arayıştan bazı ilginç sonuçlar çıkıyordu. İster sömürgecilik sonrası kurulmuş bağımsız ülkeler (Cezayir veya Pakistan gibi) isterse yerel hanedanlann çöküşünden sonra ortaya çıkan devletler olsun (İran ve Türkiye gibi), İslam’ın devlet politikalarını belirlemedeki etkinliği ve siyasi rolü, yerel milliyetçilik akımlannın niteliği ve bunlann yarattığı devlet biçimleriyle çok yakından ilgiliydi. Devletlerin kuruluş projelerinde İslam’ın konumu ise, kadınlan yakından ilgilendiren aile ve medeni hukuk alanlannın nasıl şekilleneceğini etkiliyordu. Dolayısıyla, Müslüman toplumlann devlet tarihleri kadın haklan alanında büyük farklılıklann ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Bunun yanı sıra, Ortadoğu Müslüman toplumlannda görülen akrabalık sistemlerinin ve kadınlan denetleme biçimlerinin hiç de İslam’a özgü olmadığı, benzer özelliklerin Hindıi, Budist veya Konfüçyüsçü toplumlarda da bulunduğu, buna karşılık Salıra-altı Afrikası’ndaki Müslüman toplurolanna pek uymadığı görülüyordu. Eğer kapsam dışında bıraktığım Güneydoğu Asya’daki Müslüman toplumlan da dahil etseydim eminim ortaya daha da karmaşık bir görünüm çıkabilecekti. Demek ki Ortadoğu ülkelerinde görülen erkek egemenliği biçimlerinin İslamiyet’ e atfedilmesi temel bir yanılgıya dayanıyordu; çeşitli uygulamalara ve yorumlara yol açabilen ve evrensel bir din olan İslam’ın “klasik ataerkillik” diyebileceğimiz bir erkek egemenliği biçimiyle birbirine kanştınlması. İslam medeniyetinin “merkez” alanlan olarak tanımlanabilecek yörelerin klasik ataerkillik alanlanyla çakışması bu birbirine kanştırmayı kuşkusuz kolaylaştınyor, yanılgıyı besliyordu. Yoksa farklı yerel akrabalık sistemlerinin İslam’la eklemlenmesi çok farklı sonuçlar doğurabiliyordu. Dolayısıyla, eğer günümüzün Müslüman toplumlarında giderek artan benzerlikler varsa bunlann kaynağı dinde değil, modem bir olgu olan dinin siyasallaştınlması ve modem siyasi kimlik mücadelelerinde aranmalıdır. Giderek yaygınlaşan küreselleşme sürekli bir uluslararası insan, para, mal ve fıkir trafiğiyle bu kimlik arayışıanna devamlı olarak yeni boyutlar eklemektedir. Yine de 80’li yıllann feminist kuramında sağlam bir yere oturmuş gibi görünen ataerkillik (patriarka) kavramı beni bir türlü tat- GİRİŞ: BİR ALANIN ÖYKÜSÜ ıs min etmiyordu. Erkek egemenliği sistemlerindeki derin farklılıklan tekil bir ataerkillik kavramında toplamaya kalkışmak yararsızdan da öte, kadınlann somut ortamlarda benimserlikleri yaşam stratejilerini doğru biçimde kavramamıza engel olabilir ve “kadınlar, kadın olduklan için ezilirler” gibi basmakalıp ve içeriksiz formüHere götürebilirdi. Nitekim birçok Batılı radikal feminist bu tuzağa düşmüş, onlann deneyimlerini ve dünya görüşlerini paylaşmayan Üçüncü Dünyalı ve Batılı siyah kadınlann kültür emperyalizmi suçlamalanyla karşı karşıya kalmışlardı. Paris’te oturan bir kadının bakış açısından örtünen bir Cezayirli kadın, bu karan kendisi vermiş olsa bile, ancak ezilmişliğini sergiliyor olabilirdi. Kendi toplumunda farklı mücadeleler içinde olan Cezayirli kadın ise, bu tanımlama karşısında kendi toplumunun en sevmediği ayıplannı örtmeye kalkışmaya varacak kadar hiddetlenebiliyordu. Kadın haklannda evrensellik mi, kültüre özgü haklar mı tartışması sürüp giderken, ben hep kadıniann -birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar- kendi gündemlerini kavramaya çalışıyordum. Beni en çok ilgilendirenler de ABD’de kürtaja karşı mücadele eden kadınlar, Çin’de eşitlikçi aile yasasına karşı baş kaldıranlar ve İran’da Humeyni yanlısı, örtünmeyi talep eden kadınlardı. Bu ilgi beni kadınlann toplumsal uyum, savunma ve direniş stratejileri üzerinde çalışmaya itti.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir