Nicholas Berg projektörlerle aydınlatılmış rıhtımda taksiden inerek durup bir süre Büyücü‘ye baktı. Deniz yükseldiği için gemi taş iskelenin oldukça yukarısında kalıyordu. Bu yüzden tepesindeki kule gibi vinçler bile onu cüceleştirememişti. Kafasını bulutlandıran, kaslarının tutulmasına neden olan yorgunluğa karşın, yine de gemiye bakarken o eski gururu duydu adam. Büyücü yüksek burnu, uyumlu hatlarıyla daha çok zarif, tehlikeli bir savaş gemisini andırıyordu. Kasara çelikten ve kırılmaz camlardan oluşmuştu. Bu camların arkasında pırıl pırıl ışıklar yanıyordu. Kaptan köprüsünün geriye doğru uzanan biçimli kanatlarının üstü en acımasız havalarda, en öldürücü denizlerde çalışması gereken adamları korumak üzere kapatılmıştı. İkinci kumanda köprüsü de kıç güverteye bakıyordu. Usta bir gemici, oradan büyük vinçleri, çelik halat makaralarını yönetebilir, hidrolik sistemle çalışan palamarları kontrol edebilirdi. Yalpaya düşen bir tankeri ya da fırtınada ağır hasara uğramış bir transatlantiği çekebilirdi. Geminin karanlık gökyüzüne doğru yükselen çift kulesi, eski tip kurtarma teknelerindeki yassı bacaların yerini almıştı. Üst güvertedeki yangın topları da teknenin bir savaş gemisine daha da benzemesine neden olmaktaydı. Bu toplarla yanan bir geminin üstüne saatle bin beş yüz ton su sıkılabiliyordu. Kulelerden uzatılan kurtarma merdivenleri sayesinde gemiciler kolaylıkla bir başka tekneye geçebilirlerdi. Kulelerin gerisinde de küçük helikopter alanı vardı. Karinaya güverteler, yani geminin tamamı ateşe dayanacak biçimde kaplanmıştı. Böylece gemi, kazaya uğramış bir tankerin tutuşan petrolünün neden olduğu cehenneme dayanabilirdi. Nicholas Berg umutsuzluğunun, ruhunu kaplayan bitkinliğin biraz hafiflediğini hissetti ama vücudu hâlâ sancıyor, iskeleye doğru giderken yaşlı bir adam gibi yürüyordu. Hepsinin belasını versin, diye düşündü. Onu ben yaptım. Güçlü ve iyi bir gemi… Saat gece yarısını geçmişti fakat Büyücü’nün mürettebatı bulabildiği her yerden dışarısını gözetliyordu. Yağcılar bile haberi alınca makine dairesinden ayrılıp yukarıya çıkmışlar, kıçtaki güvertede dolaşıyorlardı. David Allen yanında baş makinistle, camlı kaptan köşkünde duruyordu. Elinde bavuluyla gölgeli rıhtımda ilerleyen yalnız adama bakmaktaydı. David hayranlık ve saygı dolu bir sesle, «Demek bu adam o,» dedi. Güverte birinci subayı güneşten sararmış saçlarıyla bir okul çocuğuna benziyordu. Baş makinist Vinny Baker düşmekte olan pantolonunu iki dirseğiyle yukarıya çekti. «Tanrının belası bir film yıldızı.» Büyük bir hor görüyle, «Burnu havada bir züppe,» diye söylendi. David yine hayranlığını belirten bir tavırla, «Jules Levoisin’in birinci süvarisiymiş,» dedi. «Üstelik de oldukça eski bir gemi kurtarmacı.» «O dediğin on beş yıl önceydi.» Vinny Baker dirseklerini pantolonundan çekip gözlüğünü burun köküne doğru itince pantolonu yine aşağıya doğru kaydı. «Ondan sonra da Tanrının belası yakışıklı bir kaptan ve mal sahibi oldu.» «Evet,» diye karşılık veren David Allen’in çocuğumsu yüzü biraz kırışır gibi olmuştu. Süvari ve mal sahibi denilen iki efsane yaratığının tek bir canavarda birleşmesini düşünüyordu. Şimdi o canavar Büyücü‘nün iskelesine tırmanmak üzereydi. Vinny, «Gidip onu yumuşak yerinden öpmelisin,» diye söylenerek uzaklaştı. İki güverte aşağıda kendi makine dairesi vardı. Orada ne süvariler, ne gemi sahipleri kendisine ilişebilirdi. Hemen oraya gidiyordu. David Allen giriş kaportasına eriştiğinde yüzü kızarmış, soluk soluğa kalmıştı. Yeni kaptan iskelenin ortasına geldiği sırada başını kaldırdı. Güverte birinci subayına bakarak ilerleyip gemiye girdi. Nicholas Berg ortadan biraz uzundu. Fakat çok uzunmuş izlenimini veriyordu. Mavi kaşmir ceketin altındaki omuzlar geniş ve güçlüydü. Şapka giymemişti; çizgisiz geniş alnından geriye doğru taranmış koyu renk saçları çok gürdü. Burnu irice, yüzü kemikli, çenesi küttü. Gözleri biraz çukura kaçmış, altlarında mavimsi gölgeler belirmişti. Fakat David. Allen’i asıl şaşırtan adamın soluk yüzü oldu. Sanki şahdamarı kesilip kanı akıtılmıştı. Ancak öldürücü bir hastalığa yakalanan ya da çok bitkin düşen birinin rengi bu denli solgun olabilirdi. David, Christy Nakliyatın Altın Prensinin böyle olacağını ummamıştı. Dünyanın dört köşesindeki gazete ve dergilerde resimlerini gördüğü yüz değildi bu Şaşkınlığı yüzünden âdeta dili tutulmuş bir halde durup ona baktı. Nicholas Berg hafif sesle, «Allen?» dedi. Sesi yumuşak ve düzgündü. Vurgusuz konuşuyordu. Bu seste şaşılacak bir derinlik ve titreşim vardı. «Evet, efendim. Gemiye hoşgeldiniz, efendim.» Yeni kaptan gülümseyince yüzündeki hastalık ve yorgunluğun neden olduğu çizgiler silindi. Eli serindi ama el sıkışı David’i şaşırtacak kadar güçlüydü. David onun elindeki Louis Vuitton bavulu aldı. «Size yerinizi göstereyim, efendim.» Nick Berg, «Yolu biliyorum,» diye cevap verdi. «Bu geminin planını ben çizdim.» Kaptan gündüz kamarasında dururken ayaklarının altında güvertenin oynadığını hissetti. Oysa Büyücü iskeleye bağlı ve sabitti. Bacak kasları titriyordu. «Cenaze töreni iyi oldu mu?» «Cesedi yaktılar, efendim. Kendisi öyle istemişti. Küllerin eve, Mary’e gönderilmesi için gerekeni yaptım. Mary onun karısıydı, efendim.» Nick Berg, «Biliyorum,» diye cevap verdi. «Londra’dan ayrılmadan önce onu gördüm. Vaktiyle Mac’le aynı gemide çalışmıştık.» «Bana anlatmıştı. Bununla övünürdü.» Nick süvari dairesine göz atarak, «Onun bütün eşyalarını topladınız mı?» diye sordu. «Evet, efendim. Burada hiçbir şeyi kalmadı.» «İyi bir insandı.» Nick ayakta sallanarak özlemle divana baktı. Fakat yatacak yerde iskele tarafına gidip rıhtıma bir göz attı. «Bu iş nasıl oldu?» «Raporumda…» «Anlat!» Nicholas Berg’in sesi bir kırbaç gibi şaklamıştı. «Ana çekme halatı ayrıldı, efendim. O kıç güvertedeydi. Halat bir kamçı gibi inerek başını uçurdu.» Nick bir an sessiz durdu. Bir çekme halatının gerilim yüzünden ayrıldığını bir kez görmüştü. O olayda üç adamı öldürmüştü halat. «Pekâlâ.» Bir an durakladı. Bitkinlik onu ağırlattırmış, yumuşamasına neden olmuştu. Mac’in yerine başka birini yollayacak yerde neden kendisinin geldiğini anlatmak istiyordu. Yenilmiş, dizüstü çökmüş ve ruhunun derinliklerine kadar yorulmuştu. Biriyle dertleşmenin yararı olabilirdi. Tekrar sallandı, sonra kendisini zorlayarak bu istekten vazgeçti. Ömründe hiç anlayış isteyerek sızlanmamıştı. «Pekâlâ,» diye yineledi. «Lütfen subaylarından benim için özür dile. Son iki haftadır pek uyuyamadım. Heathrow’dan buraya uçakla gelmek de her zamanki gibi bir felaketti. Onlarla sabah konuşacağım. Aşçıya bir tepsiyle yemeğimi yollamasını söyle.» Aşçı kar gibi beyaz önlükle sahneye yakışacak bir şef bonesi giymiş dev gibi bir adamdı. Nick yanındaki masaya tepsiyi bırakan aşçıya bakakaldı. Adam omuzlarına kadar inen, berberde yapılmış saçlarını sağa toplamış ve delik olan sol kulak memesine küçük bir pırlanta küpe takmıştı. Tepsinin üstündeki peçeteyi bir erkek gorilinki kadar kıllı olan eliyle kaldırdı. Fakat sesi genç bir kızınki gibi tatlıydı; uzun, kıvırcık kirpikleri yanaklarını gölgeliyordu. «Nefis bir çorba ve bir pot-au feu yaptım. Özel yemeklerimden biri. Bayılacaksın.» Geri çekilerek kocaman ellerini kalçalarına dayayıp Nick Berg’i süzdü. «Ancak gemiye ayak bastığın an sana baktım ve neye gereksinmen olduğunu anladım.» Bir sihirbaz gibi önlüğünün cebinden küçük bir şişe viski çıkardı. «Yemeğinle bundan biraz iç. Sonra da girip yatağına yat, zavallı şekerim.» O güne dek hiçbir erkek Nicholas Berg’e ‘şekerim’ dememişti, Ama aşçıya karşılık veremeyecek kadar ağırlaşmıştı dili. Uzaklaşan adamın arkasından bakarak bitkin bitkin gülümsedi, sonra elindeki şişeyi tarttı. «Allah kahretsin, buna gerçekten ihtiyacım var,» diye mırıldanarak bir bardak bulmaya gitti. Bardağa yarısına kadar içki doldurup kanepeye döndü. Viskiyi yudumlarken çorba kasesinin kapağını açtı. Yemeğin mis gibi kokusu ağzını sulandırmıştı. Midesindeki sıcak yemek ve içki son gücünü de yok etti. Nicholas Berg ayakkabılarını çıkarıp sendeleyerek gece kamarasına gitti. Uyandığı zaman öfkeliydi. Sen iki haftadır hiç kızmamıştı ve bu da ne denli umutsuz olduğunu gösteriyordu. Traş olduğu zaman aynadaki çok soluk ve çökük yüz ona hâlâ yabancıydı. Lombozdan süzülen güneş ışığı şakağına vurunca ilk kez kır telleri fark etti. Belki o güne dek saçlarına dikkat etmemiş ya da bunlar yeni belirmişti. Kırk, diye düşündü. Gelecek haziranda kırkıma basacağım. Bir erkeğin kırkına gelmeden önce büyük dalgayı yakalayamazsa bir daha bunu başaramayacağına inanırdı. Bu durumda, otuzundan önce büyük dalganın üstünde hızla ilerleyip yükselen ve kırkına varmadan aşağıya, kaynayan suların içine düşen bir adam için kurallar neydi? Nick aynada kendisini süzerken içindeki öfkenin biçim değiştirdiğini, yönlenip işe yarar hal aldığını hissetti. Duş yapıp giyinerek özel merdiveninden üst güverteye çıktı. O anda hızla esen rüzgâr ıslak saçlarını yüzüne yapıştırdı. Güneydoğudan gelen rüzgâr beş kuvvetindeydi; kentin ve limanın tepesinde kalan dağın üstünden esiyordu. Nick üstü düz dağa bakarak, «Fırtınalar Burnu,» diye mırıldandı. Bu korunan rıhtımdaki sular bile kaynayıp beyaz beyaz köpürüyordu. Afrika’nın güney ucu dünyanın en tehlikeli sularından birine doğru uzanmaktaydı. Burada iki okyanus, Point Burnunun kayalık tepelerinin orada hızla birbirine gidiyor, sonra dalgalar halinde Agulhas kıyısına çarpıyordu. Burada rüzgârla akıntı sonsuza dek sürüp giden bir savaşa tutuşmuştu. Beklenmedik dalgaların doğduğu yerdi burası. Gemiciler buna ‘yüzyılık dalga’ derlerdi. Çünkü istatistiklere göre bu dalganın yüzyılda bir gözükmesi gerekiyordu. Fakat yüzyıllık dalga doğmak için her an Agulhas kıyısının açığında rüzgâr ve akıntının uygun şekilde birleşmesini beklemekteydi. Dalga boyu otuz, otuz beş metreye varırdı. Nick bu sularda pek çok geminin kaybolduğunu biliyordu. Bununla birlikte dünyanın en kalabalık su yollarından biriydi bu. Tankerler Basra Körfeziyle batı dünyası arasında durmadan işlerlerken bu kayalık burnu dönüp geçiyorlardı. Oysa ne denli büyük olurlarla olsunlar, o süper tankerler kadar zayıf tekneler bulunamazdı. Bunlar çok büyük, hantal, zayıf ve değerliydiler. Nick farkına varmadan dudaklarını yaladı. Yüklü büyük bir tankerin değeri otuz milyon dolardı. Bu yüzden Büyücü‘yü Kap’a getirmişti. Birden güçlendiğini, heyecanlandığını hissetti. Evet, o büyük dalgadan aşağıya düşmüştü. Artık yukarıda değildi, yarışmıyordu. Köpüklü, beyaz suların içine düşmüştü. Ama başı suyun üstüne çıkmıştı ve bir dalganın yaklaştığını hissediyordu. Onu yakalayıp üstüne çıkacağını, yarışacak güce hâlâ sahip olduğunu biliyordu. Yüksek sesle, «Bunu bir kez yaptım,» dedi. «Allah kahretsin bir kez daha yapabilirim.» Sonra kahvaltı için aşağıya indi. Yemek salonuna girdiği an kimse onu fark etmedi. Adamlar bir konuya dalmışlardı. Baş makinist, Lloyds Listesi’nin eski bir sayısını bulmuş, baş sayfadaki yazıyı yüksek sesle okuyordu. Nicholas onun bu eski gazeteyi nereden bulduğunu merak etti. «Yeni yönetim kurulu başkanı ve üyeler yazılı bir bildiride bulunarak Christy Nakliyata on beş yıl sadakatle hizmet eden Mr.Nicholas Berg’i övmüşlerdir.» Beş subay kahvaltıyı unutmuş, heyecanla dinliyorlardı ama David Allen başını kaldırınca, kapıda duran adamı gördü. «Sayın süvarimiz,» diye bağırarak ayağa fırlarken, Vinny Baker’in elindeki gazeteyi de çekip masanın altına soktu. «Efendim, size Büyücü‘nün subaylarını tanıtmama izin verin.» Genç subaylar sıkılıp çekinerek Nicholas Berg’in elini sıktılar, sonra soğumuş kahvaltılarını sessiz sedasız yemeye koyuldular. Nick Berg o kasvetli sessizlikte uzun masanın başındaki yerini aldı. David Allen de buruşmuş gazetenin üstüne oturdu. Kamarot yemek listesini yeni süvariye verip kısa süre sonra elinde haşlanmış meyve dolu bir kâseyle döndü. Nick yumuşak sesle, «Ben haşlanmış bir yumurta istedim,» diyecek oldu. O anda bembeyaz önlüklü, boneli aşçı kuzine kapısında belirdi. «Denizcilerin baş derdi kabızlıktır, kaptan. Ben subaylarıma iyi bakarım. O meyveler hem lezzetli, hem de sana iyi gelecek. Şimdi yumurtalarını yapıyorum, Şekerim ama önce meyvemi ye.» Adam gözden kaybolurken kulağındaki pırlanta parladı. Nick o tatsız sessizlikte adamın arkasından bakakalmıştı. Altında Lloyds Listesi hışırdayan, beyaz yüzü kızarmış David Allen, «Fevkalade bir aşçı,» diyebildi. «Angel istediği transatlantikte iş bulabilir.» Başmakinist tehdit eder gibi söylendi. «Büyücü‘den ayrılacak olursa mürettebatın yarısı da onunla birlikte gidecektir. Ben de öyle.» Nick Berg konuşmayı izlemek için nazik bir tavırla başını çevirdi. David Allen baş makinistle konuşuyordu. «Doktor sayılır o.» Baş makinist ciddi ciddi, «Edinburg Tıp Fakültesinde beş yıl okumuş,» diye başını salladı. «İkinci subayın bacağını nasıl alçıya aldığını anımsıyorsun, değil mi? Gemide bir doktor bulunması çok yararlı.» Nick kaşığını alarak meyvadan bir parça tattı. Bütün subaylar dikkatle onu süzüyordu. Nick bir lokma daha aldı. David Allen sonunda ona hitap etti. «Onun reçellerini yemelisiniz. Tam anlamıyla Cordon Bleu.» Nick, «Bu öğütleriniz için teşekkür ederim, beyler,» diye gülümsedi. «Fakat biriniz lütfen Angel’a söylesin. Bir daha bana ‘şekerim’ diyecek olursa o acayip bonesini kulaklarına geçiririm.» Subaylar rahat soluk alarak gülüşürlerken Nick, David Allen’e döndü. «Liste’nin eski sayısıyla işin kalmadı sanırım. Ona bakmama izin verir misin?» David istemeye istemeye doğrulup gazeteyi aldı. Nick ifadesiz gözlerle buruşmuş sayfalardaki başlıklara bakarken yine gerilim dolu bir sessizlik oldu, CHRISTY NAKLİYATIN ALTIN PRENSİ TAHTINDAN İNDİRİLDİ Nicholas bu addan nefret ederdi. İhtiyar Arthur Christy on iki yıl önce gemilerinin adlarının başına ‘altın’ sözcüğünü eklemeyi uygun bulmuştu. Bu yüzden aynı adı Nick’e de takmışlardı. CHRISTY’NİN YÖNETİM KURULU BAŞKANLIĞINA ALEXANDER GELDİ Nick o adama duyduğu nefretin şiddetine şaştı. Sürünün başına geçmek isteyen iki boğa gibi çarpışmışlar, Duncan Alexander taktikleri sayesinde kazanmıştı. Arthur Christy vaktiyle, «Günümüzde kimse bir şeyin doğru olup olmadığına aldırmıyor,» demişti. «Sadece işe yarar mı ve bu numarayı yapabilir miyim, diye düşünüyorlar.» Duncan için bu numara işe yaramış ve bunda1 çek da başarılı olmuştu. «Mr Nicholas Berg genel müdürü olduğu Christy Nakliyatı küçük bir çekme ve kurtarma şirketi olmaktan çıkarıp dünyanın beş büyük gemi taşımacılığı şirketinden biri haline getirmiştir. 1968’de Arthur Christy ölünce, Mr.Nicholas Berg onun yerine yönetim kurulu başkanı olmuş ve şirketi inanılmayacak şekilde büyütmeye devam etmiştir. Günümüzde Christy Nakliyatın sahip olduğu şilep ve tankerlerin tonilatosu 250.000’i geçmektedir. Bu arada şirket. 1.000.000 tonluk dev tanker Altın Şafak’ı ela yaptırmaktadır. Bu, suya indirilen en büyük gemi olacaktır. Mr.Nicholas Berg, Mr Arthur Christy’nin tek çocuğu olan Miss Chantelle Christy’le evliydi. Fakat evlilik geçen eylülde boşanmayla sonuçlanmıştır. Eski Mrs. Berg de Christy Nakliyatın yeni yönetim kurulu başkanı Mr.Duncan Alexandere evlenmiş bulunmaktadır.» Nick yine midesinin bulandığını hissetti ve gözlerinin önünde o kadın belirdi. Artık onu düşünmek istemiyor fakat hayalini bir türlü kovamıyordu. Chantelle bir alev kadar parlak ve güzeldi. Tıpkı bir alev gibi onu tutmaya olanak yoktu. Kadın giderken her şeyi ama her şeyi alıp götürmüştü. Ondan nefret etmesi gerekirdi. Nick’in yaşamına anlam veren işini ve çocuğunu götürdü. Nick çocuğunu anımsayınca kadından nefret eder gibi oldu. Gazete elinde hafifçe titredi. Sonra beş erkeğin kendisine bakmakta olduğunu fark etti. Yüzünden duygularının okunmadığını anlayınca da şaşmadı. On beş yıl dünyanın en yüksek talih oyunlarından birinde oynayan kimse için yüzden duyguların okunmaması gerekliydi. Şirketten ayrılırken Duncan Alexander onun elindeki 100.000 Christy Nakliyat hissesini istemişti. Bu kadar hisseyle şirketi kontrol etmek olanaksızdı. Chantelle’in bir milyon hissesi vardı. Yine babasının kurduğu tröst şirkete bir milyon hisse bırakmıştı. Nick’in elindeki hisse büyük değildi ama bu sayede sesini doyurabiliyordu. Hem bunların hepsini de kendi parasıyla almıştı. Ömründe ona hiç kimse bir şey vermemişti zaten. Aylıklarını, aldığı ikramiyeleri bu hisselere yatırmıştı. Şimdi bunların değeri üç milyon dolardı. Baba Christy ve kızının Altmış milyon dolar kazanmasını sağlayan biri için bu pek küçük bir ödül sayılırdı. Duncan onun hisselerini alabilmek için bir yıl uğraşmış, soğuk bir nefretle pazarlık etmişlerdi. Daha Duncan, Leadenhall Caddesindeki Christy binasına geldiği gün birbirlerinden nefret etmişlerdi. İhtiyar Christy’nin son dâhi çocuğuydu o. Duncan, International Electronics Şirketinin mali danışmanı olarak büyük zafer kazanmıştı. Sonunda Duncan Alexander, Nick’in hisse senetleri dışında, her şeyi kazanmış, güçlü duruma erişince de bunları almak için pazarlığa girişmişti. Christy Nakliyatın bütün yedek akçesini harcayıp Nick’i zor duruma düşürmüş, yavaş yavaş gerilemesini sağlamıştı. Sonunda Nick yenilip hisse senetlerine karşılık tehlikeli bir işi, Christy Nakliyatın bir yan kuruluşu olan Christy Çekme ve Kurtarma Şirketini kabul etmişti. Kendisini on beş round dayak yiyen bir boksör gibi hissediyordu ama yeterince dayanabilmiş, sonunda da sadece kendisine ait bir şeyle ayrılabilmişti. Nicholas Berg gazeteyi indirince subaylar telaşla kahvaltılarına devam ettiler. «Bir subay eksik.» Dave Allen, «Sadece Trog, efendim,» diye açıkladı. «Trog mu?» «Telsizcimiz, efendim. Speers… Kendisine Troglotid adini taktık..» «Bütün subayların hazır bulunmasını isterim.» Vinny Baker, «O hiçbir zaman mağarasından çıkmaz,» diye açıkladı. «Pekâlâ. Onunla daha sonra konuşacağım.» Beş genç adam hevesle beklemeye başladı. Hatta sert Avusturyalı rolü yapan Vinny Baker bile ilgisini gizleyemedi. «Size yeni durumu anlatmak istiyordum. Baş makinist herhalde bir yıl önce haberi alamayanları düşünerek size bu yazıyı okumak lütfunda bulundu.» Kimse bir şey demedi. Vin Baker kaşığıyla oynuyordu. «Artık Christy Nakliyatla ilginiz kalmadığını biliyorsunuz. Christy Çekme ve Kurtarma Şirketi bana ait şimdi. Bu tümüyle bağımsız bir şirket oldu. Adını da değiştirdim. Okyanus Çekme ve Kurtarma Şirketi olarak bilinecek.» Bunun için ağır, hem de çok ağır bir bedel ödemişti. Üç milyon değerindeki Christy hissesi karşılığında ne aldığını sadece Tanrı biliyordu. Ama ölecek kadar yorulmuştu. «İki gemimiz var. Altın Büyücü ve henüz tersanede olan kardeşi Altın Cadı.» Şirketin bu iki gemi yüzünden ne kadar borca girdiğini de biliyordu. Uykusuz geçen uzun gecelerde bu borçları düşünüp üzülmüştü. Kağıt üstünde şirketin net değeri dört milyon dolardı ama bu kazanç sadece kâğıt üstünde kalıyordu. Şirketin borcu dört milyon dolara yakındı. Eğer bu borçların faizlerini ödemeyi bir ay geciktirecek olursa… Bu düşünceyi hemen kafasından kovdu. Çünkü o zaman gemiler satılır, şirket beş para etmez, kendisi de iflas ederdi. «İki geminin adı da değişti. Bunlar sadece Büyücü ve Deniz Cadısı. Bundan böyle Okyanus Kurtarmada ‘altın’ pis bir söz sayılacak.»
Wilbur Smith – Deniz kadar ac
PDF Kitap İndir |