Emre Ergin – Dorduncu Dilek

Masalımıza ciddi bir başlangıç yapmak için diyelim ki Bismillah. Ciddi bir başlangıca gerek vardı, çünkü bundan sonrasında her şey sarpa sarar; biz neye inanacağımızı şaşırabiliriz. Hele ki buradan başka bir hikâyesi olmayan masal karakterlerinin ruh sağlığını düşünün. Hepsi dönüşsüz bir ruh hastalığına tutulabilir, ya da daha kötüsü nihilizm bataklığına hapsolabilirler. Elbette bizler, kitabı kapattıktan sonra bunları görmeyeceğiz. Ama bu hiçbir şeyi haklı çıkarmaz. Bakmadığımızda yaşamasalar da, baktığımızda yaptıklarımızın hatırası yetecektir defterimizi karartmaya. Neye inanacağımızı -hem biz, hem de az sonra adım atacak kim varsa- şaşırmamak adına ciddi bir başlangıç yapmalıydık, cümleleri biraz uzatarak bunu başardığımı düşünüyorum. Cümleleri daha da uzatarak ise, bunu yalnız kendim ve bir de Ali Bey gibi üç beş karakterin takip edeceği bir masala dönüştürüyor olabileceğimden korkuyorum. Sizi sıkmak istemem. Bu sebeple Bismillah diyelim ve sonra söyleyeceklerimizi söyleyelim. Karakterimiz henüz uyuyor. Onu uyandırmamalıyız. Ciddi bir başlangıç biraz da bu yüzden gerekiyordu, zira olur da kahkahalarla gülecek olursanız karakterimizi uyandırabilirdiniz. Gerçi daha dalmamışsa belki şimdi de başlayabilir ne olacaksa.


Hşşşt. Sayın karakter. Karakter demeyelim artık, madem gündeme getirdik, adını da duyuralım. Sayın Ali. Aliii! Uykusu pek ağır olan karakterimiz hala uyuyor. Uyusun. Onu kim bilir nerelere yollayacağız, kim bilir başına ne iş gelecek. Kim bilir ne kadar kahrını çekecek ben yazarın. Bu yüzden kısa süreli bir dinlenmeyi ona çok görmeyebilirim. O uyurken, size bütün bunların nasıl başladığını anlatayım. Böylece tüm olayı bir başı ve sonu olan anlatı düzlemine oturtabilirim belki. Bu da gerçek bir tefrikaya dönebilir. Ben anlatayım, siz de dinleyin. Ama sessiz olalım. Önce yalnızca tembellik vardı.

Sonsuz ağırlıklı tek bir tanecik, sonsuz küçüklükteydi ve sonsuzluğun ortasında duruyordu. Burada mübalağa sanatı kullanılmış olabilir. Çünkü küçük bir şeyin içindeki küçük yahut sonsuzun içindeki sonsuz. Ne farkı var? Bu kendimizi abartmamızla ilgili. Mademki az sonra bir patlama olacak. Bir sürü parametrik çizginin içine tıkıştırıldığı bu küçük tanecik genişleyecek ve bizi de içine alacak, buna bir sonsuzluk vurgusu yapmalıydık. Yapmalıydık, çünkü toplamda her insanı yüceltmeden, tek bir insanın eseri olan bu satırlara gerekli ilgiyi çekemezdik. Yaptık. Öyleyse devam edelim. Sonsuzluğun ortasında durmasından ötürü, coğrafi konumunun ona sağladığı bir takım avantajlar vardı. Sonsuzluğun yerlileri otomobilleriyle çevresinde dolanıyorlardı bu küçük noktacığın. Hepsi onu görüyordu, çevresinde yürüyorlardı onu hiçliğe bir anıt sayarak; ama bunun dışında, kimsenin bir şey yapmaya takati yoktu. Demiştik ya, önce tembellik vardı. Sonra dediler ki otomobiller buradan geçiyor olsaydı daha fazla enerji tasarrufu yapabilirdik. Tembellik bayındırlıkla bir araya geldi ve o tek noktayı yok etmeye karar verdiler.

Tabii ki bu, bu kadar kolay değildi. Önce sonsuzluk meclisinde, bir slayt gösterisi yapıldı. Sonra yüce Klopathranus askerlerine o küçük noktayı sadece ittirmelerini buyurdu. Daha sonra henüz var olmayan kâinatın rekorlarını kıracak bir yavaşlıkta bir inşaat ekibi, geldi ve kepçeleriyle usulca sağa çekmeye çalıştılar bu noktayı. Bir filin hortumuyla küçücük bir toplu iğneyi kavrayıp kaldırabileceğini duymuşsunuzdur, ama o zamanlar filler mevcut değildi. Bu sebeple, inşaat araçlarının hem çok büyük hem de çok hassas olması gerektiğine dair bir sezi de yoktu. Kepçeler tüm gün bir türlü avuçlarına alamadıkları bu noktayı ele geçirmek için didindiler. Noktanın ruhu duymadı. Bu şekilde bir yan etki henüz ortaya çıkmamıştı. Genelkurmay başkanı geldi ve bunca sonsuz zamanda böyle bir şey görmedim dedi. Aslında böyle demedi, sadece ima etmiş olabilir, zira o zamanlar henüz söz yoktu. Basın, askeriyenin bu başarısızlık imasını manşete taşıdı. Yalnızca dâhili düşmanlar -zira hiç harici düşman yoktu piyasada «dışarı» da olmadığından- pek sevindi bu işe. Bu teröristler hep oradaydı. Ancak önceden fazlasıyla tembeldiler.

Belki bir bahane bekliyorlardı yahut her şey hazırdı da, bir tek bu gözleri zayıf adamın kudretinden çekiniyorlardı. Birden başlayan terör eylemleri yurdun dört bir tarafına yayıldığından, bu bayındırlık işi unutuldu. Her tarafta bombalar patladı. Yine de çok küçük bir azınlık olayı unutmamıştı, düşünüyorlardı ki, teröristler bu küçük noktanın bulunduğu mevkileri bombalasa ne güzel olurdu. Böyle bir şey hiçbir zaman olmadı. Çünkü teröristlerin bir bildiği vardı. Yine de buna benzer bir şey, kaderdi ve elbet gerçekleşecekti. Sonra işler değişecek ve bir figüran olan bu nokta birdenbire bir başrol olacaktı. Sonra başrollüğü de kalmayacaktı gerçi, ama onu az sonra anlatalım. Teröristlerle askerlerin savaşı o kadar uzun sürdü ki herkes ne için savaştığını unuttu. Halbuki hatırlamaları da savaşın anlamsızlığına bir çare olmayacaktı. Sigaraların devrimci cephede bedava dağıtıldığını bilen bir sürü sonsuzluk vatandaşı sırf bu yüzden giriyordu belki teröristlerin safına. Askerliğin avantajı ise üzerinde yaldızlı işlemeyle “sonsuzluk karedir!” yazan miğferlerdi. Ne zaman ki miğferler için devlet daha da fazla ödenek ayırdı ve askerlerin miğferleri tümden yaldızdan oldu, teröristler dağıttıkları sigaraları iki katına çıkardılar. Ancak bu böyle devam edemezdi, çünkü mekân sonsuz olsa da, sayılarda sonsuza ulaşılamamıştı henüz; teröristlerin sigaraları bitmeye başladığı vakit, üzerinde hiçbir şeyin yazmadığı gazeteleri -çünkü söz henüz yoktu- yerden topladıkları otlarla doldurmaya yeltendiler.

O küçük nokta da bir izmaritin içine karıştı. Sonra da bir kibrit çaktı eğik bir miğferin altından. Bum! Baruttan mıydı? Değildi. Olacağı vardı, oldu. Sonra bu küçük nokta bir süre başrol oldu. Gazeteler şaşırdı, halk ise daha çok kaçışmakla meşguldü. O küçücük nokta öyle bir genişledi ki, sonsuzluk sakinlerini dört tarafa kaçmaya zorladı. Durur sandılar. Birtakım bilim adamları tarih ya da büyüklükten yola çıkan durma tahminleri yapıyorlardı. Küçük nokta hiç durmadı. Başrollüğünün tadını çıkarıyordu. Her şeyi yutuyordu, çevresinden dolanan yolu aldı ve aşağısına yığılı çakılları, yukarısındaki minik siyah topakları bir sürü astreoid olarak barındırdı içinde, gazetecilerin patlattığı flaşlar hınzır yıldızlar olarak duruyordu bünyesinde. Askeriye bu noktaya ateş açtıkça dört bir yanında sistemler ve galaksiler peydahlanıyordu. Dünya adı verilen küçük bir gezegense durduk yere kendini başrol ilan etmişti, oysa hiçbir şey yoktu diğerlerinden farklı. Yani evet, artık sonsuzluk daha dar bir sonsuzluktu, ama paniği bir tarafa koyarsak, bu öyle çok dert edilmese de olurdu.

Her şey böyle kalabilirdi, ama sinirleri teröristler yüzünden bozulmuş genelkurmay başkanı bu eskiden küçük şimdiyse minyatür bir evren olan bu noktaya nükleer saldırı emri verdi. Askerler olur dediler, daha kötüye gidemezdi çünkü hiçbir şey. Ama gitti. Bomba tam da Dünya›ya denk geldi. Birtakım ilginçlikler oldu ve bazı mutasyonlar gerçekleşti. Masal bu ya, yeni başrol, saygıdeğer tarih öğretmeni Ali Bey de sonsuzluğu ezen bu mutasyonlardan biriydi. Ama küçük noktanın başrollüğünden sonraki başrollüklerin bütünü özneldir ve objektif olarak başrollük isteyenler de bunu sadece belirli bir zaman kısıtıyla elde edebilirler. Sonra herkesin kafasını çevirip de izlediği o kişinin tepesindeki ışık, birdenbire söndürülür. Aşil de sahneden indi, Ali Baba da, Raskolnikov da, Stephen Dedalus da. Ali Bey de inecek. Ama önce sahneye çıkması, bunun için de uyanması gerek. Bölüm 1 : Sabah Masalı Ali Bey uyandı ve odaya baktı. Çalar saat yerli yerinde duruyor ve susuyordu. Buna dikkat etmemiş olabilirdi uyku mahmurluğuyla, çünkü nerede olduğuna dair yeni kanıtlar aradı. İşte, şurada bir ayna duruyordu, öyleyse Venedikliler onu çoktan bulmuş olmalıydı.

Bir düşünme süreci yaşadı, daha çok beynin düşünmeye ısınması da denebilirdi, sonra kendini zaman doğrusunda bir yere oturttu. Demek bugün işe gidilecek. Saatini komidin diye oraya koyduğu gazete yığınının üzerinden aldı. Şuna bir ip dolasa çok iyi olacak. Her gece devriliyor, gazeteler dağılıyor. Şöyle bir gerindi ve dünü şöyle bir gözden geçirdi. Yarın gideceği yerin adı neydi, Vortuga mıydı? Gerçi Barbaros’a inanılır mıydı? Kimlerden duymuştu onun yalan söylediğini. Gerçi yalan denemezdi bunlara, denizde o kadar vakit geçirdikten sonra, herkeste görülebilecek birtakım ruh hastalıklarının nişanıydı. Ali Bey’in ruhunun sorununun nişanı da bütün bunlara bel bağlamasıyla alakalıydı. Bir gün geri gelemeyeceğinden korkuyordu, tüm bunlar boşa olmayacak mıydı o zaman? Derken saat çaldı. Bu saatin çalması işimizi bozuyor, oysa ne güzel bütün her şeyi açık edecekti Ali Bey. Bir çırpıda ne düşünüyorsa öğrenecektik. Kendisine belli edebilirdik tabi bu merakımızı, derdik ki, bir gün işe gitmezsen kovulmazsın, bunu ben sana garanti ediyorum. Ne olarak garanti ediyorsun? Ben buralara bakan kader yazıcısıyım. Sen ise… Bir masal kahramanıyım! diyecekti korkuyla.

Belki de kaçmaya çalışacaktı esaretini fark edip Sofie ve babası gibi. O yüzden olaylar istediği kadar karmaşıklaşsın, bir tutarlılık barındırmalı içlerinde. Siz bütün bunlara inanmıyorsunuz, zira sizin kaderinizi ben yazmıyorum. Ancak, kurgunun inanılır olması gerekiyordu, öyleyse şimdilik sadece Ali Bey’i ikna etmemiz yeterli. İşleri çok karıştırırsak bir şeylerden şüphelenebilir ve bu da kontrolümüz dâhilinde olmayan dönüm noktaları katabilir olaya, bunu istemiyoruz. Ali Bey’i çok salak da yapabilirdim, o kadar salak ki, komidininin üzerinde bir kağıt bulurdu, kağıdın üzerinde sen bir masal kahramanısın yazardı, ama o bunu romantik bir jest sanardı. Ama böyle kolaya kaçmak, sonradan işler karıştığında, siz değerli okuyucumu Ali Bey’in kurtulmasında benim en sevdiğim kurşun askerime her seferinde zafer kazandıran bir işgüzarlığımdan şüpheye sevk edecekti. Hani olayı öyle bir kurmalıyım ki, ben Allah muhafaza bunu yazarken ölüp gitsem, Ali Bey kendi ayakları üzerinde durabilmeli. Bütün tehditlerden kendi zekâsıyla sıyrılmalı. Bu yüzden sırf kendimi saklamak için onu aptallaştıramam, başka şeyler gerekli. Bunları başarması öyle çok da kolay olmayacak, ama bir gizem öğesi de bu olsun, bakalım karakter yazarın varlığından şüphelenecek mi? Heyecanlandınız ha? Bilerek bu konuşmayı şimdi yaptım. Çünkü karakterimiz üzerini giyiyordu. Onun bizi fark etmemesinden istifade edip, onu utanç verici bir duruma düşüremezdim. Şimdi giyindi sayılır, aslında kravatını unuttu. Gözlerinden uyku akıyor, geri düşecek gibi yatağa.

Çorabını da ayağına geçiriyor ve traş olmaya gidiyor. Gerçi öyle çok da gür değil sakalları, bir gün ertelese bir şey olmaz. Ama yarın nerede uyanacak belli değil. Bu riski almaya değmez. İçeri tekrar geldi, bir şey unuttu, etrafına öyle arar gözlerle bakıyor. Hah diyor. Hançerini iliştiriyor kemerinin üzerine. Yarın nerede uyanacak belli değil. Tedbirli olmak lazım. Kravatı yine unuttu. Olsun. Müfettiş mi geliyor sanki her gün? Mutfaktaki gazetelerin üzerinde dizili duran kahvaltı setine şöyle bir göz atıyor. Peynir hafif yeşilse de yenilebilir. Zeytinler buranın yerlisi gibi duruyor. Yenilecek gibi değil.

Hah diyor aradığını bulup sevinçle. Tabağa dizdiği üç beş salamı ağzına atıyor. Çay? Çayı okulda da içer. Dolaba gidiyor, bir domates çıkarıyor. İki. Üst raftan bir tuz alıyor, tuzluk ceketinin cebine konuşlanıyor. Dışarı çıkıyor. Kapıyı da kapattı, anahtarı bile yanına aldı. Ayakkabısına şöyle bir baktı, keşke hiç bakmasaydı. Şimdi geç kalacak. Pantolonunun cebinden kağıt mendil çıkardı, şöyle sürdü ayağının üzerine. Olmadı. Tükürdü mendile. Oldu gibi. Bugün sıradan bir gün olsaydı, tüm bunlar onun diğer insanlara nasıl görünmesi gerektiğine dair yeterli bir ön hazırlık olacaktı.

Şuradan yürüyecek ve bir süre sabırsız sabırsız saatine baktıktan sonra otobüse binecekti. Ayakta duracaktı. Kartı basacaktı otobüsün ilgili yerine. Arka koltuğa doğru ilerleyecekti, çünkü bu elzemdi. Gidişlerini hızlandırabilir gibi saatine bakacaktı tekrar. Halbuki derse daha çok var. Otobüs bakanlığın önünden geçecekti. Tekrarlıyorum. Otobüs bakanlığın önünden geçecekti. Ali Bey’in gözlerindeki mahmurluk birden kayboldu. Tedbirli olmak gerekmez miydi? Karşısına çıkarsa tekrar? En az bunun kadar ütülü, ama rengi daha… Hiç de anlamaz ki böyle şeylerden. Kravat! Evet, kravat. Bu gömleği üç gündür giyiyor, manşetlere baksana. Yok, olmaz gidemez bunlarla okula. Ayakkabısını çıkardı, üzülerek çorabın yırtık olduğunu fark etti.

Bu bir sorun değil. Daha tanışmadığı sevdiceğinin evine girmesi hiçbir şekilde icap etmeyecekti. Bu daha çok, genel bir imaj ölçütü gibiydi, üzerine başına tamamen çekidüzen verebilirdi, kendini yenilenmiş hissedebilirdi, ama aslında nasıl olduğuna dair bir nişane taşıyacaktı ayağında mutlaka. Bunu da değiştirse mi? Soruya bak. Temiz çorap var sanki. Gömlek? Gömlek çok şükür var. Okula geç kalacak olduğundan acele ediyordu, üzerinkinden daha iyi bir pantolon bulamamıştı ama aynaya baktığında saçlarının arkada garip bir zirve yaptığını gördü ve orayla uğraşmaya başladı. Hasta numarası yapsa inanılır mı bugün? Hançerini bir şekilde gizledi. Gömleğini en azından okula gidene kadar içine vermeyecekti o halde. Saatini kontrol etti, kolundaydı. Ceketinin üst cebinden tuzluğu çıkarıp yere koydu. Bugün de tuzsuz yer domatesini. Tuzluğun yerine derme çatma bir mendil kondurdu. Bir yandan kendi kendisiyle dalga geçiyordu, “bir dandik mendille başıma jön oldun Ali” diyordu ve buna gülüyordu. Sebepsiz yere mutluydu.

Dışarı çıktı. Az önce can havliyle girişteki şimdi bir çiçek mezarlığı diye anılabilecek saksının kenarından aldı domateslerini. Birini oracıkta yutuverdi, ama kabuğu damağına yapıştı, uğraştı durdu. Allahtan uğraştı, yoksa çantasını içeride unuttuğu aklına gelmeyecekti. Pöff dedi. Hiç adeti olmamasına rağmen ayakkabıyla girdi içeri. Çantasına şöyle bir baktı. Rahatsız etmişti belindeki hançer. Sıcaktan herhalde. Kabzası terle beraber göbeğine yapışmıştı. Çıkardı ve çantaya koydu hançeri. Ders kitabı ve yazılı kâğıtları oradaydı. Öyleyse çıkabilir artık. Sanki az önceki gecikmelerini telafi edebilirmiş gibi otobüs durağına kadar koşarak gitti. Bu, ona otobüsün egzoz dumanını görmesi dışında pek bir fayda sağlamadı.

Bir de üstüne bir zararı oldu bu aptallığının. Buradan tek otobüs geçtiğinden durakta kimse kalmamıştı Allah’tan da, kocaman adımlarını dizginleyemeden çamurun içine girmesini kimse görmedi. Pantolonu değiştirmediğine sevindi bir an. Ama diğer yandan; bu, olası bir karşılaşma ihtimalini çok yersiz bir kaçınmayla anmasına yetiyordu. Edepli bir öfke ünlemi savurdu, hangi tarihte olduğunu unutup. Sonra hıncını alamadı, çağımıza uygun bir küfrü savurdu otobüsün arkasından. Otobüs buna alındı ve çamurlar sıçrattı çevresine. Bu çamurların hiçbiri Ali Bey’e denk gelmedi. Bu kez başkalarının pantolonları lekelendi. O başkaları otobüse küfretti sonra. Otobüs buna alındı. Bu sefer sineye çekti öfkeden kapılarını gıcırdatarak. Bütün bu insanları, bu kokuşmuş medeniyet taklitçilerini sırtında taşıdığı yetmiyor gibi, gıcırdayan beliyle hepsini taşıdığı yetmiyor gibi, bir de küfürlerini dinlemesi gerekiyor. Her tarafım pas tuttu be sizi taşımaktan. Önüme koydukları şuncacık benzin, etmediklerini bırakmıyorlar.

Bir gün hepinize göstereceğim, iki aydır ıkınıyorum zaten şuradaki aksı gevşetmek için, ben de kurtulacağım tepeme çullanmışların birazını da yanımda götüreceğim. Yeter artık. Ali Bey, konudan uzaklaştığımızı fark etmiş olacak ki dikkatimizi çekmeye çabalıyor. Yine peçetesini çıkardı, düşündü, peçetesini geri cebine soktu, karşıdaki bakkala doğru yürüdü, birtakım arabalar etrafa su saçarak geliyorlardı, geçiş üstünlüğü onlardaydı bu yüzden. İçeri girdi ve aklına ıslak mendil sormak gelmedi Ali Bey’in. Onun yerine su var mı diye sordu. Soğuk mu vereyim? Sıcak ver. Dışarı çıktı, sıcak olmasını buyurduğu suyu peçeteye döktü üzerini temizledi bir güzel. Çantasından sınav kâğıtlarından birini çıkardı, zamandan tasarruf etmesi gerektiğini düşünerek. Soru 1’in cevabında hiç Türk kelimesi geçmemişti, bu çocuk biliyor işi. 2’de Bizans yani Doğu Roma demişti. 3’ü neden boş bıraktın çocuk? Çocuğun yazısına şöyle bir baktı, eline kurşun kalem alsa benzetemeyeceğine hükmetti. Pek de kahramansın ama n’apalım dedi. Yapacak bir şey yok. Otobüs gelmeyecek mi daha? Otobüsün geleceği yok.

Ali Bey ne ayakkabılarının ışıltısından, ne pantolonunun ütüsünden ne de okuduğu kâğıttaki notlardan memnun, oturuyor durakta. Bir adım sesi duydu sonra. Durağa bir yaşlı adam geldi, ayaklarını sürüyerek. Şöyle bir göz göze geldiler. Birine benziyor bu adam sanki. Kime benziyor? Barbaros? İyi de koskoca Barbaros’un akşamdan kalmalığı nerede görülmüş. Otobüs diyor ayakta dikilen, acaba geçti mi? Geçti diyor, gördüm onu. Yaşlı adamın kanındaki bedeninin tamamını kullanılmış bir mendil gibi buruşturan alkol oranı anlaşılan nezaketine hiç dokunmamış. Siz, diyor, siz neden buradasınız öyleyse? Çok doluydu otobüs diyor. Malum ben bir tarih öğretmeniyim, avamın arasına karışamam. Öyle tek elimle güç bela yetişebildiğim bir tutamacın peşinden ayaklarımın sadece kenarlarına basabilerek sörf yapacak halim yoktu ya. Ben, koskoca Ali Bey, bu hallere düşecek adam değilim. Ali Bey bu lafları, hani 3-5 yaşındaki çocuklar annelerini sorduklarında, kafasını karıştırmak için; hem onlardan daha zeki olmanın haklı gururunu yaşamak için, hem de aptallığın en olumlu yan etkisi olan sevimliliğe şahit olmak için gökyüzünü göstermemizdeki yarı hain kurnazlıkla etmişti. Ancak anlaşılan oydu ki, karşı tarafın alkolün etkisinden kurtulan tek tarafı konuşması değildi. İçtiniz mi siz? dedi.

Bu, dedi Ali Bey, hangi yılda olduğumuza göre değişir. Eşiğiniz nedir, dedi ihtiyar, bir elini çenesine bilmiş bilmiş koymuştu. Yani kaç yılını geçtiğimizde başladınız içmeye. Yanlış anladınız. Hep içerdim ben. Hani zamanın bu yakasındaydım kendimi bildiğimde ve içiyordum. Bunları bu derece rahatlıkla söylüyordu Ali Bey, çünkü karşısındakinin belki bir on dakika sonra bunları tümüyle unutacağına emindi. Ancak karşısındakinin sarhoşluğuna dair tek verisinin az önceki yalpalaması olduğunu hatırladı. Çok roman okuyorum sanırım, dedi. Çok okumayın, dedi. Bende de oluyor. Gençliğimde öyle bir okurdum ki kafamı kaldırıp da insanların arasına karıştığımda romanlardaki her şeyiyle mükemmelen resmedilmiş o şahsiyetlerin etrafta olmamasının sebebini arıyordum. Buldunuz mu dedi Ali Bey, konuyu değiştirmenin rahatlığıyla. Buldum. Sorun mekânda.

İsimlerimizde. Bir Razumihin Amasya doğumlu olacak değil elbet. Yaşlı adam elbette hatalıydı ve belki bu hata akşama kadar konuşulsa ancak düzeltilebilirdi. Ali Bey’in karakterine sinmiş mesleği, başkalarının hatalarına katlanamayan birçok bilmişliğe evrilmeye başlayalı da olmuştu epey. Yani her şey olduğu gibi kalsa ve kim ne yaşamak istiyorsa ona izin verseydi, akşama kadar Razumihin’in atalarını Amasya’dan göç ettireceklerdi. Ama belki de siz değerli okuyucular, yaşamda benden daha tecrübelisinizdir ve bu sayede benden daha iyi biliyorsunuzdur ki, her şey hiçbir zaman olduğu gibi kalmaz. Otobüs geldi. Ali Bey saatine baktı. Geç kaldığı otobüs tahminen… bakanlığın önünden geçerken kesinleşecekti. Henüz hiçbir şey kesin değil. Meselâ, otobüsün şoförü ne zamandır jübilesini yapmak için şimdiyi bekleyen dünyanın en uzun ve en eski araçlı rallicisi olabilir birden, belli mi olur? Yahut geç kalmaması bir yana, okula hiç varamayabilirdi. Az önce insanlara öfkesini etrafa saçtığı çamurla cisimleştiren otobüsün kuzenidir şimdi gelen ve ondan 3 yaş büyüktür, yolda giderken ne zamandır tüm gücünü harcayarak gevşettiği balataların görevini bugün tamamlayacağı tutacaktır. Hiçbir şey belli değildi. Buna rağmen elinizdeki kitabın geri kalan kısmının uzunluğundan başrolümüzün hiç değilse ölmeyeceğini tahmin edebilirsiniz. Bu doğru bir tahmin olacaktır.

Karakterimiz otobüste, pek çoğumuzun her gün sergilediği akrobatik hareketleri birtakım vücutlara değmemeye çalışarak yapacaktır. Otobüs şoförü ışıktan istifade ederek durağı kendi kararıyla önceye aldığında inmeyecek, yüzünde en kahraman ve umursamaz bakışıyla dışarı bakacaktır. Az önceki sohbetlerini bölen arkaya doğru ilerlemekteki devasa bir kalabalığın arasından sıyrılarak inerken, ihtiyara tanışıklıktan başka hiçbir duygu içermeyen bir baş eğişiyle selam verecektir. Paçalarındaki çamurun temizlenmediğini üzülerek fark edecektir. Karakterimiz dersine geç kalmış olsa da, bunu sorun eden pek kimse bulamayacaktır okulda, hatta öğrencilere kalsa ve sevinçlerini bir şeyde somutlaştıracak olsalar ona bir madalya takacaklardır belki de. Ama bunlar masalımızın onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine kısmından sonraki kısmına denk geliyor ve bunları yazarak boşu boşuna lafı uzatacak değiliz. Masallar başkahraman amacına ulaştığında biterler ve bu masalda kahramanımızın amacı okula varmaktı. Bu tek başına bir amaç değil elbette. Sonradan başına iş açmayacak kadar geç de kalmamalıydı. İki amacına da ulaştı. En mutlu olanlar diyordu Nigh Ann Bakna ünlü vedalarında, amaçlarını buraya doğru koyanlardır. Öylelerinin masalı hem daha çabuk biter, hem de daha bir mutlu sonla. Ali Bey de şüphesiz ki muradına erenlerden oldu. Yaşlı adam bile amacına ulaştı, hastanedeki oğluna kitap okuyacaktı bugün. Öyleyse onun da masalı bitti diyebiliriz.

Madem bahsettik, o konuya da değinelim: Onun oğlunun masalı çoktan mutsuz sonla bitti, zira amacı her ne idiyse ona ulaşamayacak artık. Bitmeyen tek bir masal kaldı. Şu otobüslerin masalı. Şimdi onu anlatalım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir