“Bir sâh-i âli-sân iken, sâh-i cihana kıydılar, Gayretlü genç arslan iken, jâh-i cihana kıydılar. Gaazi bahadır hân idi, âli-neseb sultan idi, Nâmiyle Osman Han idi, sâh-i cihana kıydılar.’ ‘¦ Nev’i Delicesine yağmur, delicesine rüzgâr. 1622 yılının 20 Mayıs gecesi. Karanlık, ıslak, yapışkan bir gece. Yedikule zindanının etrafında ölüm sükûtu. Yedikule zindanının taş odalarından birinde ölümün tâ kendisi. Soğuk, yosunlu taşların üstünde kas katı yatan Sultan. Sultan Genç Osman. Dışarda levent endamlı nöbetçinin, sessizliği tokmaklayan asker adımları. Endişe kazınmış yüzlerde korkunun param parça ettiği gölgeler. Gözler yerde. Sanki arta kalan utanç hissini birbirlerine fark ettirmekten korkuyorlar. Sanki bir küçük merhamet kırıntısından yekdiğerinin haberi olur diye ödleri çatlıyor. Başta Kara Davut Paşa. Yanında Kalenderoğlu, Cebeci-başı ve Subaşı Kethüdası. Yedi kişi daha. Silik yüzlü, karanlık bakışlı cellâtlar. Sultan Osman’ın katilleri. “Şimdi ne olacak?” . . Kalenderoğlu’nun korkudan yamuklaşan sesi yosunlu taş duvarlara çarpıp hurdahaş düşüyor. Toparlanmaya çalışıyorlar. “Ne mi?” Kara Davut Paşanın sesidir karşılık veren. Yalpalı ve bir yılan kadar soğuk. “Kendimize gelelim ağalar. Gören de Genç Osman Han değil, biz öldük belleyecek.” Bir mırıltı: – “Çok mu farklı sanki…” . “Biriniz birşey mi söyledi?” Korku ve sükût. “İyisi, öldüğünün bir delilini Valide Sultana götürmek. Sadrazam olaraktan bu iş benim işim. Kesiver kulağıyla burnunu Kalenderoğlu.” “Aman Paşa Hazretleri!” “Hayda bre! Ne oldu şana böyle. Kesecikler kuşağını ısıtmaya yetmemekteyse söyleyiver. Merhametin mi deb-reşti birden? Bilmez misin ki bu kalleş, yeniçeri ocağımızı başımıza geçirmeye hazırlanırdı. Bu meş’um düşüncesini gerçekleştirebilmek için hac bahanesiyle Anadolu’ya giderdi. Oralardan asker toplayıp kökümüze, kibrit suyu dökmeye gelmesini mi bekleyecektik yani? Bundan kelli Sultanımız Mustafa Handır, bilesin. Ferman onundur. Osman biçare bir ölüdür. Kulağı kesilsin, burnu da.” , Kalenderoğlu adımlarını sürüye sürüye cesede yaklaştı. İçinde fırtınaların kaba dalgaları yuvarlanıyor, cesaretine toslayıp tuz-buz ediyordu. Sultan Osman birden kalkacak, bütün heybetiyle karşısına dikilecek veokkali tokadını yüzüne şaklatacak gibi geliyordu ona, “Olur rriu canım! O sadece bir ölüdür!” dedi ya, yüreğine yatmadı bir türlü. Adımları ağırlaştı, ağırlaştı. – “Ne o Kalenderoğlu? Yüreğin elvermiyorsa bu işi Ce-becibaşı’na ısmarlarım. Elbette kusurun şevketlü Sultanımıza anlatılsa gerektir.” Dördüncü Murad-I 7 Gayretlendi. Yeni padişahın gözüne girmek bununla olacaksa…. “Olmalı.” Hançerini çekip önüne diz çöktü. Duvarlara sokuşturulmuş çıraların ışığında gözlerinin saydamlığını gördü. İçi ürperdi. Hâlâ genç, hâlâ güzeldi. Hâlâ insanın içinden geçenleri okurcasına bakıyordu. Dudakları oynadı, oynayacaktı. Birkaç saat önce Ortacami’de söylediklerini tekrarladı, tekrarlayacaktı: “Oğulcuklarum, babacuklarum, ocağunuza geldüm. Çünkü beni katle razı değülsüz. Yedikule’ye göndermen. Sultan Mustafa olduğu odaya hapseylen. Padişahunuz mübarek olsun. Bana kıyman!” Boynunda siyah şeritler vardı. Uğursuz bir gerdanlık gibi bütün boynunu sarmıştı. Hem de kat kat. Kementlerden arta kalan izlerdi bunlar. Ortacami’de ve burada kalleşçe attıkları kementlerden. Birini bizzat kendisi atmıştı. Ama ne yaman dövüşmüştü genç civan. O ne karşı koyuş-tu öyle. On kişiyle tek başına! Daha az olsaydılar imkânı yok, boğamazlardı. Cebecibaşının kemendi boynuna geçer geçmez, kendisi atılmış, hayalarını sıkıp yere yıkmıştı. Az önceydi işte. “Lanet olsun!” Birden doğruldu. Davut Paşaya bakmadan homurdandı: “Bu işi edemem. Başkasını bul!” Davut Paşa küçümser bir bakış fırlattı Kalenderoğluna, “Başından belliydi” dedi, “yüreksiz herifin tekisin. Göreyim Cebecibaşı, hayıfın varsa işte Osman. Bütün öfkeni çıkar. Kulağıyla burnunu da Valide Sultana kendin götür. Sonrası kese kese altındır. Davran!” “Otmel’ûn-t indin Cebecibajt didükleri lâin, derhal, alâmeti mevt olmak içün kulağın, gaaliba burnun dahi kesüb Valide ‘ye götürdü.” Peçevî 8 Dördüncü Muraû-ı Dışarda dolaşan nöbetçinin ayak sesleri donmuştu. Yalnız ayak sesleri değil, ruhu da donmuştu. Davut Paşanın kızgınlıktan yüksek çıkan sesini duymuştu. Yüreği hoplamış, yüzü allak bullak ölmüş, gözleri yuvalarından uğramıştı. Zindana itile kakıla getirilen mahkûmun Sultan Osman olduğunu yeni yeni anlıyordu. Kendi kendini lanetledi. Gözleri yaş tuttu, ama içinin alevinde birden kurudu. Soluk soluğa dışarı koptu. Atına atladığı gibi “hâaaayyt” diye bir sipahi çığlığı kopardı ve karanlığa yumuldu. Islak karanlık bütün bedenini sarmalamıştı. Yağmur suratında saklıyor, rüzgâr kulaklarında değil, tâ beyninde uğulduyordu. “Kıydılar” diyordu için için, “Şâh-i cihana kıydılar.” Etraf aydınlık olsaydı, yüzünün ifadesi mutlaka görenleri ürkütürdü. Kasım kasımdı yüz hatları, lif lif sarkıyordu sanki. Gözlerinden dudaklarına doğru sarkan ince, derin çizgi orada virgüllendikten sonra çenesinin altında düğümleniyordu. Iztırap çizgisiydi. Beynini avuçlamış, sıkıyorlardı. Neresini, kestiremiyordu, ama vücudunun bir yerlerini kör testereye tutmuşlar, hart hart kesiyorlardı. “Asıl zorba başlarını tepelemek var. Asıl onları tepelemek. Dönüp Sadrazam Davut Paşanın yakasına mı sarılmalı? Yoksa yol bekleyip, Cebecibaşı mel’unu Valide Sultana giderken, bre haayt! deyü yoluna çıkıp kılıç mı üşür-meli? O Kalender soysuzu, o! O Subaşı Kethüdası olacak dönek! Tanımaz olaydım bre! Nöbette bulunmaz olaydım bre! İşitmez olaydım bre! Nasıl dayanılır bu acıya! Nasıl!” Başını rüzgârın kırbacına tuttu. Soğuktu rüzgâr. Islıklamayı kesmiş, okşamaya başlamıştı. Bes belli, içinden geçenleri anlamıştı. Okumuştu kendine mahsus esrarıyla. Kurşunlu Hana giden Divanyoluna vurdu. Doludizgin Dii”K<ncü Murad-1 9 gidiyordu. Görenler kelle götürdüğünü zannediyorlar, nefretle bakıyorlardı. Sultan Osman’ın katledildiğinden bes belli kimsecikler haberdar değildi. Nereden haberleri olacaktı ki? Gizlice bitirmişlerdi mel’un işi. Sır perdesine sarmışlardı. Ya duyulunca? O zaman da sessiz duracak mıydı Dersaadet? Bu millet sus pus oturacak mıydı yine de? “Oturmaz olur mu? Zorbalar kimde cesaretin kırıntısını bıraktı? Sildiler, süpürdüler. Sildik süpürdük daha doğrusu. Sipahi olaraktan işin içinde değil miyim? Lâkin Allah şahidim, bu kerteye geleceğini tahmin edemezdim. Kaz kafam! Elinoğlu büyük tutuyor oyunu. Büyük oyuna bizim gibi küçükleri âlet ediyor. Tüh bize be, tüh yeniçerisine de sipahisine de. Bunca alçalma olur mu tüh ki tüh!” Kurşunlu Hanın avlusunda atından indi. Kimsenin çıkmamasına hiç şaşırmadı. Han yine kalabalıktı. Hancı ile çıraklarının işleri başlarından aşkındı. Zaten zorbalara zıkkım taşımaktan başkasıyla uğraşmaya aman zaman mı kalıyordu? Bağnşmalar geliyordu içerden. Sevinç naraları bütün sokağı tutmuştu. “Eğleniyorlar” diye düşündü genç sipahi. “Sultan Osman’ın katledildiğini öğrenince de eğlenebilecekler mi bakalım? Göreceğiz!” Fırtına gibi içeri daldı. Dalmasıyla birlikte bütün gürültüyü bastıran tiz bir çığlık attı: “Haaayt breee!” Han süm sükût oldu. Kimdi bu divane? Ne densiz şeydi ki han ortasında nâra patlatıyordu. Gözler, kızgınlıkla merak karışımında üzerine döndü. Yaşlı yeniçeriler diş biliyorlardı. Sipahinin genç oluşu ve böyle ulu orta çığlık atışı sinirlerine dokunmuştu. Yetesiye mazereti bulursa … Bulamazsa yüklenmeye hazırdılar. ne 10 Dördüncü Mıtrad-I Sükûtun ortasına genç sipahinin ulumayı andıran sesi perçinlendi: “Sonunda Sultan Osman’a kıydınız nadanlar, oturup kına yakın şimdi.” Donup kaldılar. Neler söylüyordu bu genç sipahi? öyle şey olur muydu hiç? Sultan Osman yeniçeri ocağına sığınmıştı. Yeniçeri ocağına sığman kim olursa olsun korunurdu. Kaldı ki, asker dilediğini yapmıştı. Osmanlı tahtında | Sultan Mustafa oturuyordu. Sultan Osman da Sadrazam Davut Paşanın himayesinde bulunuyordu. Böyle birşeye cür’et ettiyse vay! “Ağzından çıkan kulağına erişir mi bre?” diye gürledi yaşlı bir yeniçeri çorbacısı, “söylediklerinin ne demeye geldiğini hesaplayıp kitaplar mısın?” “Beli, hesaplamış ve kitaplamışım. Siz burada ettiklerinizle övünürken Davut Paşa ile cellâtları Sultan Osman Hâna kıydılar.” “Kıymak muhaldir” dedi aynı çorbacı, “niçin derseniz Davut Paşa söz vermiştir. Böyle olmaklan Sultan Osman’ıma kıyılmak ihtimali yoktur. Kendisi hal’edilmiş ve dahi hapsedilmiştir. Vakıa Yedikule’ye hapsedilmeklen töre bozulmuştur, velâkin bir, bilemedin iki gece misafir edilecektir. Canı önce Allah’a, sonra Davut Paşamıza ısmar-lanmıştır. Yanlış duyduğun muhakkak…” Genç sipahinin nevri döndü. Hınçlı hınçlı elini salladı: “Git bre! Sen mi Yedikule belâsından gelmektesin, yoksa ben mi? Hakikati olduğu gibi söylerim: Sultan Osman’ı Davut Paşa rezili katlettirmiştir. Kul taifesi dağılıp zindanda halvet olundukta Davut rezilinin emriyle Cebe-cibaşı soysuzu diğer cellâtlarla bile kemend atmış, Kalen-deroğlu adlı insafsız da hayalarını sıkmıştır.” Derin bir sükûttan sonra top gibi bir itiraz patladı: “Olamaz! Mümkünsüzdür, hayır!” Dördüncü Murad-I 11 “Bitmedi. Anlatıyorum ki kendinize baş ettiklerinizin kıratını ölçesiz. Davut Paşanın emriyle Sultanın kulağı ve dahi burnu kesilip Valide Sultana çevre içinde takdime götürülmüştür. Şu sıralar saraya ulaşmış olmalı. Ne dersiz?” Ne diyeceklerini şaşırmış kalmışlardı. Duyduklarına inanamaz gibiydiler. İş bu raddeye varır mıydı sahi? Bu kadar çığırından çıkar mıydı? Gerçi Davut Paşa, Sultan Genç Osman’ın katline taraftardı. Daha Ortacami’de iken cellâtlarına üç kement attırmıştı. Valide Sultan dahi bunu isterdi. Ama yeniçeri ve sipahilerin rızası yoktu. Açık açık söylemişlerdi: “Zinhar Sultan Osman’a kasto-lunmaya, vücudunu bir zarar erişmeye, bir kılına hata gel-düğüne rızamız yoktur. Şimdilik Sultan Mustafa Han pa-dişahdur; Sultan Osman mahpus dursun. Sonra nice iktiza ederse öyle olsun!” Bunu söyledikleri halde Sadrazam Davut Paşa cür’etini artırıp katle bulaşır mıydı? Belli olmazdı pek. Valide Sultan bile Ortacami’de Sultan Osman’ı gösterip, ‘ ‘Ah ağalar, siz bilmezsuz bu ne yılandür! Burdan sağ kurtulur ise bizden ve sizden tek kişi sağ komaz, katlider!” demişti. Demek, hal’edildikten sonra bile Sultan Osman’dan korkuyorlardı. Şu halde, el ele verip, bir daha hiçbir surette padişah olamasın diye… olur muydu? Handakiler bölük pörçük düşünüyorlardı. Duydukları, duymak istedikleri değildi. Sultan Osman öldürülmüştü. Davut Paşa ile cellâtları boğmuşlardı gencecik padişahı. Bu sipahi öyle diyordu. Yalan mıydı? Niye yalan söylesin ki? Karışıklık çıkarmak için! Adam sen de, zaten her taraf karışıktı. Yeni karışıklıklar kimsenin işine yaramazdı. Bir sipahi başçavuşu kalktı. Genç sipahinin karşısına dikildi. Bir yandan bıyıklarını bura bura: 12 Dördüncü Murad-I Dördüncü Murad-I 13 “Yani sen şimdi geldin, Sultan Osman Han katledilmiştir diyorsun, öyle mi?” “Yeni anlamaya başlamış gibisin ağam, anlatırken yok muydun?” “Vardım, hem de başından beri. Velâkin ne kahpelik! Kafam almıyor ki, ne desem…” Kalabalığa döndü: “Ocakdaşlarım, bu işte bizim rızamız billahi yoktur. Bu leke yeniçerilerin lekesidir, temizlemek de onlara düşer. Sultan Osman bizim ocağımıza sığınsaydı kılına dokunulmazdı. Onu gözümüz gibi korurduk.” Sipahiler üçer beşer kalkıp Başçavuş Ağanın sağına, soluna dizildiler. Sağ ellerini göğüslerine bastırıp boyun kırdılar. Koro halinde, “Korurduk” diye tasdik ettiler. Bu sözler yeniçerilere çok fena dokundu. Zaten öteden beri sipahelerle yıldızlan barışık değildi. Nerede fırsat ellerine geçse kapışırlardı. Âdeta kapışmak için bahane icad ederlerdi. Şimdi tam sırasıydı işte. Sultan Osman’ın katledilmesi suçluluk duygusu veriyordu. Karışıklıkta bu duygu hafiflerdi. Dövüşmek hınçlarını biraz olsun söndü-rürdü. Yeniçeriler bir sipahilere bakıyorlardı, bir zabitlerine. Öncülük edecek birini arıyorlardı. Münferit harekete alış-mamışlardı. Biri mutlaka baş çekmeliydi. O da bulundu, öteden beri zorbalıkta üstüne olmayan- ‘ lardan Cadı Osman kalktı. Yatırtmasını savura savura, sarı sahtiyandan çizmelerini döşemeye vura vura ilerledi. Gözlerini kısmış, dudaklarına müstehzi bir gülüş yerleştirmişti. Sallana sallana yürüyordu. Yeterince yaklaştığında durdu. Kısık gözlerini Başçavuş Ağaya mıhladı. Otuzüçlük kehribar teşbihi yüzüne karşı şaklatarak: ‘ ‘Behey soyuna soğan doğradığım, yeniçeri koltuğunda semirdin de adam mı oldun bre! Yıkıl karşımdan!” Kavga başlıyordu. Birkaç dakika süreyle birbirlerini küçümseyen tavırlarda küçümseyici sözler edecek ve sonuda kapışacaklardı. Artık kaç kişinin kellesi gider, geride kaç yaralı kalır; Allah’ın bileceği şeydi, önceden kestirmek mümkün değildi. Sipahi Başçavuşu yeniçeri zorbasının ağzından lâfı kaptı: “Behey zalim Cadı, senin ciğerini biliriz biz. Ocağına sığınmış bir mazlumun hayatını koruyamadıktan sonra hâlâ uluorta konuşmaya cür’et edişin bes belli cehaletinden gelir. Yıkıl ki ağzını Langa bostanına çevirmeyeyim.” “Sen mi! Sen ha!” Cadı Osman kudurmuştu: “Bre sen düne kadar yeniçeri poturunu yamamaz miydin? Düne kadar çizmelerimizi parlatmaz miydin? Yağcılığınla başçavuşluğa çıktın diye kurum satmaya sıkılmak yok mudur?” “Senin gibi zorbalıkla çıkmadım ya, bileğimin hakkı-çün başçavuşluk verildi. Hotin’de senin gibi yüz cadıyı önüme katıp ağa çadırına sürüdüm.” “Hah, güleyim bari. Yüz esir almışmış. Ocakdaşlar, bu zibidiyi söyletelim mi?” Uğultu tuttu. Gök gürlese duyulacağı yoktu. Han yerinden oynuyordu sanki. Camlar zangır zangırdı. “Söyletmeyelim.” Eller hançere yollanmıştı çoktan. Kısık gözlerde kinin envai çeşidi vardı. Öfkelerini kanda söndürmeye hazırlanıyorlardı. Kan! Kimin olursa fark etmezdi. Ha bir zorbanın, ha bir mazlumun, ha bir sultanın, fark etmezdi hiç.-Öfke küpü boşalsın da nasıl boşalırsa boşalsın. Birilerinin cani yansın da ne şekilde yanarsa yansın! 14 Dördüncü Murud-i Dördüncü Murad-I “Haaayt bree! Savulun, yeniçeriler geliyooor!” Herkes ayaklanmıştı. Köşede oturan iki kişi müstesna. Bunlardan biri yirmi yaşlarında ablak, kırmızı yüzlü, burma bıyıklı ve iri kıyımdı. Diğeri ise kartal burunlu, şahin bakışlı, ufak tefek bir gençti. Daha doğrusu, yaşına göre biraz fazla gelişmiş bir çocuktu. Sakalı, bıyığı yoktu. Çocukluğu dikkati çekmesin diye börkünü kaşlarına yıkmış, çenesini göğsüne bastırmıştı. Ama tavrında yaşından umulmayan bir sertlik ve olgunluk vardı. Bir asalet hakimdi. Ağır ağır döndü yanındakine: “Gitsek mi?” dedi. Aynı hakim tavır sesinde de vardı. Fikir sormuyor, sanki emrediyordu. “Nasıl isterseniz” dedi yanındaki. “Zorbalar. Bunları yanınıza bırakır mıyım sanırsınız., Allah bana güç verirse… eğer imkan verirse… görürsünüz! Mırıltılarını yanındaki genç duymuştu. Son derece saygılı bir sesle: “Birşey mi buyurdunuz Şehzadem?” Bakışları şimşeklendi çocuğun, gözleriyle karşısındakini kırbaçladı âdeta: “Sözlerine dikkat et Hasan Halife, yerin kulağı vardır. Şehzadem deyip durma!” Genç sipahinin anlattıklarını baştan sona dinlemişti. Bazan dişlerini sıkmış, bazan avurtlarını kemirmişti. Arada bir kabzası zümrüt kakmalı hançerine el attığı da olmuştu, ama o kadarcık. Kınından sıyırmamış, duyduğu üzüntüyü ve dehşeti tek kelimeye döküp ‘ ‘Katiller!” diye bağırarak ortaya fırlamamıştı. Gözlerinin buğulandığını tek kişi fark edebilmişti: ya-nindaki kırmızı yüzlü genç. Bir delilik yapmasından öyle korkmuştu ki, şimdi gitmek istemesine seviniyordu. Yeniçerilerle sipahiler kapışmışlardı. Feryatlar, kılıç şakırtılarına karışmıştı. Aralarından süzülüp dışarı çıkmak zor olmadı. Yalnız kapı ağzında bir aksilik oldu. Yeniçerilerle sipahilerin kapışmasından arta kalacak ölü ve yaralıları soymak için bekleyen çapulculardan biri kapıyı tuttu. Sırıta sırıta, “Kaçış yok ağalar,” dedi, “paçayı kurtarmak istiyorsanız ikişer altın flori vereceksiniz.” Çocuk önde gidiyordu. Üstüne bolca gelen yeniçeri kılığının içinde kayıptı. Kapıdaki yarma gibi çapulcuya sert bir bakış attıktan sonra, “Yıkıl bre!” dedi. Çapulcunun yüzü allak bullak oldu. Aslan görmüş fare gibi pustu. Kısa bir tereddütten sonra pervazlara gerdiği kollarını indirdi, önüne bağladı. Kenara çekildi: “Buyurun beyzadelerim, geçin.” Hasan Halife şaşırmış kalmıştı. Karanlıkta yürürken; “Bağışlayınız Sultanım” diye konuştu, “merakım mazur görülsün, herifi tanıyor musunuz?” O çoktan unutmuştu kapıdakini. Kafasında Genç Osman’ın çevreye sarılı kanlı kulağı vardı. Öcünü nasıl alacağını düşünüyor, son aylarda üst üste bindiren yıkımı önlemenin çarelerini arıyordu: “Ne dedin çelebi?” “Kapıdakini dedim Sultanım, tanıyor musunuz? Sizi görünce can verecek sandım.” Acı acı güldü beriki. “Hayır” dedi sonra, “beni tanımaz. Tanısaydı kudurmuş kalabalığa, nah bu çocuk Şehzade Murad’dır ağalar, der, bizi tereddütsüz ele verirdi. Tanımasına tanımıyor, velâkin tavrımız çelebi, tavrımız. Biz saraylılar başka türlü bakar, başka çeşit lâf ederiz. Âsitane’de kimin ne olduğu o kadar belirsiz ki, mütehakkim tavır gördüler mi siniyorlar. Bu vaziyet kötü çelebi, çok kötü; zayıflar hırpalanır. Güçlüler daha da güçlenir. Adaletin mizanı öyle bozuluş 16 Dördüncü Murad-I bozulur ki, düzeltmek için galon galon kan akıtmak lâzım gelir.” “Kan mı, yine mi kan?” ‘ ‘Yine evet. Kanı kan temizleyemez derler, ama her zaman doğru değildir. Ağam Sultanın katlini suyla mı yıkayacağız dersin?” ¦ Ürkütücü sessizlikte derin derin soluklandı: “Allah saltanat müyesser ederse görürsün.” Başıyla Kurşunlu Hanı gösterdi: “Oradaki zorbaları yola getirmek nasıl olurmuş…” Hasan Halife ürkekti. Yumuşak başlıydı. Kan sözünden tiksinirdi. Tiksinirdi ya önünde yürüyen çocuğa bağlıydı. Yürümeye başladığı günden beri birlikte idiler. Öl dese ölür, kendini Sarayburnundan at dese atardı. “Nasıl münasipse” dedi boyun büktü. “Sultan Osman’ın katli haberi yüreğimi dilhun etti Sultanım.” “Sus bre Hasan! Hani sultanım demece yoktu. Hani acemi Murad diyecektin. Bari sen sözünde dur, bari sen yeniçeri zorbalarına benzeme…” ‘ ‘Allah saklasın! Benim onlara benzer tarafım mı var ki efendimiz böyle der?” Döndü, omuzuna attı kolunu. Kardeş kardeş yürümeye koyuldular. “Gam çekme, sözgelimi edilen lâfa takılıp kalma. Bi-, lirsin, kardeşim gibi severim seni. Bizim kaderimiz müşterek yazılmıştır. Ne yaparsak beraber yapacağız. Kendini büyük işlere hazırla Hasan Halife. Kendini de, beni de hazırla ki, işin içine düştüğümüzde ayaklarımız acemi acemi dolanmasın.” Hasbahçe’ye girmişlerdi. Birden ağaçların arasından yalın kılıç üç gölge çıktı. Biri yaklaştı, yaklaştı. Sonra durdu. Bir temenna çaktı. “Geciktiniz Sultanım” diye fısıldadı. “Endişelendik. Dördüncü Murad-I 17 Bir şey mi oldu ki?” “Çok şey” diye karşılık verdi şahin bakışlı çocuk, “o kadar çok şey oldu ki, anlatmaya ömür yetmez. Ağam Osman’ı katlettiler. Kanını yerde komak olmaz! İllâ katledenlerin katli lâzımdır. Tedbir alınsın ve maksat hâsıl olana kadar işin arkası barıkılmasın. Ya sarayda ne var, ne yok? Encam nicedir?” “Bir kargaşadır gidiyor Sultanım. Az önce selâmlık tarafından çığlıklar duydum.” “Nasıl çığlıklar?” “Sultan Mustafa’nın sesiydi. Gel Osman, beni bu dertten kurtar diye bağırıyordu. Sonra bir atlı doludizgin geldi. Nöbette bulunduğumdan rahatça yanına sokuldum. Cebecibaşı uğrusunu görür görmez tanıdım. Bizim baltacılardan birine tembihledim, neye geldiğini öğrensin diye. Öğrendi. Kanlı çevrenin içinde bir nesne takdim etmiş Valideye. Karşılığında kese kese altın almış. Hâlâ içerde, ne ola bilmezem.” Şahin bakışlı çocuk dişlerinin arasından, “Ben bilürüm!” diye ıslıkladı: Ağzını kenetleyip sustu. Arka kapıdan saraya girdiler. Selâmlığı geçerken kahkahalar çınlıyordu. Cebecibaşı huzurda bulunduğunu unutmuş, Valide Sultanın cömertliği karşısında duyduğu sevinci kahkahaya dökmüştü. Validenin sert bakışlarına toslayınca sustu, eğildi: “Minettarım Sultanım. Her emriniz canım, başım üz-re. Nasıl emrederseniz muntazırım.” Valide Sultanın canı sıkıldı. Padişah odadaydı. Pencereden dışarısını seyrediyordu. Karanlıkta neyi seyrettiği ise kimsenin malûmu değildi. Sık sık böyle dalar, görmeden dakikalarca bir noktaya bakardı. Sonra uykudan yeni uyanmış gibi silkinir, az önce söylediklerini unuttuğun18 Dördüncü Mıırari-I dan yeni baştan sorgu suale başlardı. Yine de padişahtı işte. Osmanlı padişahıydı. Bir zamanlar Murad Hüdavendigâr’ın, Yıldırım Bayezid’in, Fatih Mehmed’in, Yavuz Sultan Selim’in, Kanunî Sultan Süleyman’ın ve en son Sultan Genç Osman’ın bulunduğu makamda bulunuyordu. Osmanlıların padişahı, aynı zamanda bütün Müslümanların da halifesi idi. Cebecibaşı’-nın böyle uluorta kahkaha atmaması lâzımdı. Aynı kahkahayı Genç Osman’ın huzurunda da atabilir miydi? Mümkün müydü? Anlaşılan, bu adam da Sultan Mustafa’yı padişah yerine koymuyordu. Hizmet etmesine etmişti, velâkin buna sığınıp saygısızlık yapması gerekmezdi. Sanki ilk defa oğlu Mustafa’nın padişah olduğunu düşündü. İlk defa Valide Sultanlık mevkiinin mes’uliyetini içinde duydu. Oğlundan yana yumuşak bir bakış attı. Oradan gözlerini Cebecibaşıya çevirdi: “Hakkım olanı verdin, hakkın olanı aldın. Gayri durma, Padişahımız Efendimizi etekle ve git. Kul kargaşa çıkarmasın. Mukayyet olasın.” Cebecibaşı sindi. Bu kadına da ne olmuştu birden? Daha dün Sultan Osman’ın kellesini isterken yalvarmıyor muydu? Kudret eline geçtikçe eski yoldaşlarını bir silkişte atmak mı istiyordu? Zor atardı. Bu işe canını koymuştu. Öyle silkmeyle filân gidicilerden değildi. Düşüncelerini bir yana itip Padişaha yaklaştı. Ellerini önünde bağladı. Gülmemek için kendini zor tutuyordu. Şevketlü Sultanım…” Diz çöküp Padişahın kendinden yana dönmesini bekledi. Fakat söylediklerini duyuramamıştı bile. Sultan Mustafa karmaşık düşünceler içinde tepe taklaktı. Sinir küpüydü. Padişahlık istemediği halde yeniçerilerin ve annesinin zoruyla tahta çıkmıştı. Onlara göre başına devlet kuDördüncü Murad-l 19 şu konmuştu. Kendisine kalsa ateşten gömlek diyecekti. Ama hiçbir şeyi kendisine bırakmıyorlardı ki. Ya Valide Sultan veya Sadrazam Davut Paşa karar veriyordu. Onların dedikleri oluyordu. Getirdikleri her kâğıdı okumadan mühürlüyordu. Bazılarını okumaya çalışmış, fakat bir mânâ çıkaramamıştı. Sarayın tumturaklı dilini kavrayamıyordu. Annesine sormuştu. Aldığı cevap yus yuvarlak bir geçiştirmeden ibaretti: “Aman aslanım, sen böyle şeylerle güzelim kafanı yorma, vezirlerin, paşaların, beylerin, askerlerin var. Bir emrinle canını vermeye âmâde dostların var. işi onlara bırak. Getirilen kâğıtları mühürle. Onlar daima hünkârın iyiliğini düşünürler. ” Saadetlü Hünkârım…” Bu sefer Cebecibaşını duydu. “Gelmişler” diye düşündü. “Kellemi almaya gelmişler.” Korkuyla döndü. Ellerini öne doğru uzattı.
Yavuz Bahadiroglu – Dorduncu Murad
PDF Kitap İndir |