Yakup Kadri Karaosmanoglu – Kiralık Konak

Kiralık Konak, Yaban’ın popülerliği bir yana bırakılırsa gerek içeriği, gerek kişilerinin işlenişi, gerekse kurgusu bakımından Yakup Kadri’nin romanları arasında önemli bir yer tutar. Türk romanının köşe taşlarından oluşu, değerini günümüzde de koruması ise konu edindiği gerçekliğin, değişik boyutlarda da olsa sürmesinden gelir. Türk toplumunun tarihsel gelişim sürecinde ilk belirtileri onsekizinci yüzyılda görülen ve Tanzimat’la somutlaşan Batılılaşma olgusuna bağlayabileceğimiz bir gerçekliktir. Bu Kiralık Konakla Yakup Kadri, altyapısından üstyapısına bir değişim sürecine giren Türkiye’de, bu sürecin sonucu olan bir sorunsalı getirir gündeme. Zaman dilimi olarak da bu sorunsalın belirgin biçimde yaşadığı ikinci Meşrutiyet dönemini seçer. Hüküm Gecesi’nin önsözünde de belirttiğim gibi, İkinci Meşrutiyet salt mutlakiyetçi yönetimin sona erdirildiği siyasi bir devrim olarak ele alınamaz. Geleneksel toplum yapısının çözüldüğü, sınıflaşmanın belirginleştiği bir tarih sürecinde sivil-asker bürokratların, dışa bağımlı egemen güçlerin desteğinde yönetime el koyması olayıdır temelde. Ama Türk burjuvazisi üretim güçlerini geliştirecek, üretimin toplumsallaşmasını sağlayıp hızlandıracak güçte olmadığı, değişim toplumun kendi iç dinamiklerince belirlenmediği için çöküntü durdurulmadı, tersine hızlandı. Böylece, Türkiye’nin yukarıdan aşağıya kapitalistleşmesi süreci içinde, yapı kendi iç dinamiğiyle değişmedi. O zaman doğrudan doğruya saldırıya uğrayan doğa kendisi değil, hayat tarzı, değerler, ahlak, kısacası kültür oldu. (Murat Belge, Birikim, s. 2, 1975). Bu açıdan bakılınca yapısal bir çözülüşün, toplumun bütün kesimlerine, hayata yansıyan bir çöküntünün romanıdır, Kiralık Konak. Değer yargılarının alt üst olduğu bir dönemi kuşaklar arası çatışmayı odak alarak anlatır Yakup Kadri. Batıya öykünme ve bu öykünmenin yarattığı toplumuna yabancılaşma olgusu, dünya görüşünün, buna bağlı olarak da yaşama biçiminin,değişmesi, insanlar arası ilişkilerdeki yozlaşma romanın çatısını oluşturur.


Roman kişileri de bu çatı içinde ve sınıfsal konumlarıyla yansıtılır. Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar değil, iki sene içinde pek çok adetler değişti cümleleriyle başlayan romanın ilk sayfalarında Yakup Kadri, Tanzimat’tan, Meşrutiyet’e İstanbul’un ve redingot dönemleri olarak ikiye ayırır yaşayan tarihsel süreci. Giyimden yola çıkılarak yapılan bu saptama gerçekten de bir kültür değişiminin somut göstergelerini getirir. Abdülmecit döneminin İstanbul’un giyinmiş ölçülü, zarif, namuslu birer aile babası ve kibar konak reisi olan İstanbul Efendisi yerini ikinci Abdülhamit döneminin redingotlu, yan uşak, yarı memur, ikiyüzlü insanına bırakmış; dolayısıyla görkemli konak hayatı da köşk hayatına dönüşüvermiştir. Sonuç olarak ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin kendine özgülüğü kalmış; her şey geleneğin dışına çıkmıştır. Burada Yakup Kadri’nin, değişimi biri ötekinin içinden çıkan ve birbirine bağlı, birbirini izleyen aşamaların oluşturduğu bir süreç olarak toplumsal fonu ustalıkla çizdiğini söylemek gerekir. Nitekim romanın başkişilerinden Naim Efendi’nin tanıtımı hemen bu satırların ardından gelir. Onu öteki kişiler izler. Bütün hatıraları, bütün zevkleri, bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka bundan kırk sene evveline ait olan Naim Efendi redingotlu nesle mensup olmakla beraber vücudu henüz körpe iken İstanbul’un içinde teşekkül ve tekemmül etmiş kimselerdendir. Damadı Düyunu Umumiye Müfettişlerinden Servet Bey ise Alafranga hayat namına sabahtan akşama kadar bin türlü garabet yapan, kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildir. Birbirine bütünüyle karşıt bu iki tipin yanısıra Naim Efendi’nin torunları Seniha ve Cemil, yeğeni Hakkı Celis, Kasım Paşa’nın oğlu Faik Bey de üçüncü kuşağı oluştururlar. Böylece romanın ilk bölümlerinde belirgin yanları, duyuş, düşünüş ve davranış özellikleriyle anlatacağı kişileri sergileyen Yakup Kadri, bu kişiler arasındaki ilişkileri öyküleyerek olayı geliştirmeye başlar. Seniha-Faik, Seniha-Hakkı Celis ilişkisi çevresinde sözünü ettiğim sorunsalı kişilerinin dramını belirleyen ana olgu olarak gündeme getirir. Gerçekten Naim Efendi’nin dramı, kimi zaman benliğine dek sarsılsa, sonunda kendi içine kapanmayı seçse de toplumun gelişimine ayak uyduramayışından ya da değişmeye karşı direnmesinden gelmez.

Tersine, torunlarına duyduğu sevgi onu her şeye boyun eğmeye, bütün aykırılıkları kabullenmeye götürür. Konağıyla birlikte parça parça dökülmeye, yokolmaya yazgılı bir sınıfın bireyidir o. İşlevi bitmiştir. Yapabileceği tek şey kendini zamanın akışınıa bırakmak, eskiyle yeni, alaturkalıkla alafrangalık arasında, için için birinciden, kafası ve yüreğiyle ikinciden yana tükenip gidecektir. Arkamızda bıraktığımız mazinin son feryadı ve önümüzde hissettiğimiz uçurumun ilk ürpertisi olarak… Ama çöken yalnız Naim Efendi değildir. Önümüzdeki uçurumun göstergeleri olan Seniha’yla Faik Bey de bir başka çöküntüyü yaşarlar. İkisinin dramı da bireysel olduğu ölçüde toplumsaldır. Frenklerin asır sonu diye niteledikleri, geçmiş ve şimdiyle bağlarını kopararak geleceğin akımlarına bağlanan Seniha, içi de dışı gibi durmaksızın değişen, okuduğu yabancı dergilerde, tiyatro oyunlarında, romanlarda tanıdığı tipleri hayata geçirmeye uğraşan genç bir kızdır. Değil dedesinin, babası Servet Bey’in düşüncelerini, davranışlarını bile ilkel, sakat ve şaşılası bulur. Boğulacak gibi olduğu konaktan da, ülkeden de kaçmak, kurtulmaktır tek isteği. Sürdüğü hayat, bütün hareketliliğine, bütün gönül eğlendiriciliğine karşın yavan ve tekdüzedir ona göre. Oysa Avrupa’da, Avrupa’nın aydınlık ve bayındır kentlerindeki hayat ne kadar başkadır. Çölde yürüyene serap neyse, Seniha’ya da Avrupa odur bir bakıma. Faik Bey’e yönelişinin bir nedeni de budur. Çünkü Faik Bey, Avrupa’nın birçok kentini dolaşmış, o hayatı tanımaktan da öte yaşamış bir gençtir.

Küçük yaşından beri Avrupa’da bulunduğu için bir frenk zarafeti ve mahareti edinmişti, Batılı bir salon adamının bütün gösterişlerini özümsemiş, varlığına sindirmiştir. Onunla karşılaştırıldığında beceriksiz, çiğ, züppece davranışlarıyla bayağılaşan yaşıtları arasında kolayca sivriliverir bu nedenle. Ayrıca yorgun ve aynı zamanda hummalı bakışıyla da kadınların gözdesidir. Aile bireyleri dahil çevresindeki insanları dillerini anlamadığı, davranışlarından ürktüğü başka cinsten birtakım mahlukat gibi gören Seniha’nın, özlediği hayatın bir parçası olan Faik Bey’e eğilim duyması, bu eğilimin genç kızlık duygularıyla birleşerek yakıcı bir tutkuya dönüşmesi doğaldır. Yine de bu aşkın bir yanardağ gibi ansızın patlayıp somutlaşması için konaktaki görece özgürlüğün dışında afrodizyak bir ortam gerekecektir. Kahramanlarını Büyükada’ya taşır Yakup Kadri. Delikanlılara, taze kadınlara, içkiye ve saza düşkün halanın köşkünde Diyonizos şölenlerini andıran bir kır yemeğinin ardından gecenin mehtabıyla birlikte aşk sökün eder. Beklenen sonucuna, evliliğe ulaşmayan bu aşk geçerli değer yargılarıyla çatışan bir ilişkiye dönüşmekle kalmaz, aile kurumunu sarstığı gibi kahramanlarını da çöküntüye götürür. Dengesini yitiren Seniha, zengin biriyle evlenerek özlediği hayata kavuşma düşleriyle oradan oraya savrulur. Terkedilen Faik ise artık eski uçarı, çapkın Faik değildir. Tutkusu yerden yere, çukurdan çukura sürüklemiştir onu. Burada, Yakup Kadri’nin, kişilerini ele alış ve yansıtışında göze çarpan bir noktaya dikkati çekmemiz gerek. Değiş me olgusudur bu da. Romandaki birincil kişiler hayatla ilişkilerinin gelişim sürecinde, bilinçli ya da bilinçsiz değişime uğrarlar. Naim Efendi, Seniha ve Faik Bey adım adım olumsuzluğa yuvarlanırken, Servet Bey yeni yaşama biçiminin ürünü olan Şişli’deki bir apartman katına taşınır, iş adamları, nazırlar, yabancı zenginlerle düşüp kalkmaya başlar.

Olumlu sayılabilecek tek değişme ise Hakkı Celis’te görülür. İlk bölümlerde duygulu, düşsel bir dünyada gezinen, Edebiyat-ı Cedide’nin o ünlü solgun benizli tiplerini anımsatan Hakkı Celis Seniha’ya duyduğu sevgi karşılıksız kalınca, hele sevdiğinin ve çevresindeki kişilerin aşk anlayışlarının başkalığını görünce önce boşluğa yuvarlanacak, savaşın başlamasıyla gerçeğin ayrımına vararak yeni bir sevgiye, millet sevgisine sarılacaktır. Naim Efendi’yi de yalnız o terketmez. Değişen hayatın darbesini ikisi de aynı insandan, Seniha’dan yemişlerdir çünkü. Ama hayatın gerçek yüzünü gören, katıldığı askeri eğitimden bambaşka bir insan olarak çıkın eskiden yazdığı bütün şiirleri yakmak isteyen, Seniha’nın ve Faik Bey’in kişiliğinde Batılılaşmanın yarattığı yeni insan tipini kıyasıya eleştirip kurtuluşu ulusçulukta arayan Hakkı Celis de yokolmaya yazgılıdır. Çürüyen bir düzenin bireyidir o da. Değişen, uçurumun kenarına gelen Seniha’yı sevmiyordur gerçi, ama içindeki, geçmişteki Seniha’yı da söküp atamamıştır. Bir duygu ve düşünce çatışmasını bütün benliğiyle yaşar. O çevrede, o insanlar arasında yeri yoktur artık, o hayatın dışında kalmayı seçmiştir. Bu seçimse onu boşluğa itecek, hayata tutunamayınca ölüme sığınacaktır. Denilebilir ki Yakup Kadri romanını karşıtlar üzerine kurmuş, olayların ve kişilerin geliştirilmesinde çatışma olgusundan yararlanmıştır. Temeldeki çatışma eski-yeni, Doğu-Batı kavramlarıyla açıklanabilir kuşkusuz. Belli bir sınıfın yaşama biçimindeki değişme, aileyi dağıtıp eskinin simgesi konağı kiraya çıkarttırırken seçeneği olan apartman dairesini getirir. Naim Efendi’nin simgelediği sınıf çökerken de savaş koşullarını değerlendiren iş adamlarının oluşturduğu yeni bir sınıf türeyecektir. Naim Efendilerin kalıntıları, Hakkı Celislerin cesetleıl üzerinde… Bütün değerleri, kutsal bilinen ilkeleri, insanlar arası ilişkileri maddeye dönüştürerek, metalaştırarak… Yakup Kadri’nin, anlattığı toplumsal çözülüşü yeni bir oluşumun geçiş evresi olarak aldığını, görünürdeki yozlaşmanın toplum yapısına ilişkin görünmeyen nedenlerini kavradığını söyleyemeyiz.

Eleştirinin ötesine geçemeyişi, olumsuzlamadan kurtulamayışı da buna bağlanabilir. Ama yansıttığı toplumsal gerçekliğin doğruluğuda yadsınamaz. İşte Kiralık Konak’ı önemli kılan bu niteliği, gerçekliğe, bağlılığıdır. Araştırmacılarca örnekleriyle kanıtlandığı gibi Seniha tipinin Madam Bovary’den alınmış olması da değerini eskitmez. Nereden, nasıl esinlenilmiş olunursa olunsun, önemli olan Türk toplumunun tarihsel gelişiminde yaşanan, bugün de etkilerini sürdüren bir gerçekliğin yansıtılması değil midir? ::: Önce İkdam’da tefrika edilen (no. 8430-8491) Kiralık Konak, Yakup Kadri’nin kitap olarak yayımlanan (1922) ilk romanı. Bugüne dek yedi basımı yapılmış. 1939’da yeni harflerle yapılan ikinci basımı, Yakup Kadri’ce birinci sayılmış. Bu nedenle sözlük ve ansiklopedilerdeki baskı sayıları ve tarihleri yanlış. Üstelik kimi kitapların kapağında sözgelimi dördüncü basılış denirken, içerde üçüncü basılış olduğu belirtiliyor. Bu karışıklık bir yana, saptayabildiğim kadarıyla romanın bu yeni basımı sekizinci baskı oluyor. Metin olarak 1974 tarihli yedinci baskıyı temel aldım. Önceki baskılarla karşılaştırırken de yeni harflerle yapılan baskısından başlayarak romanın dilinin değiştirildiğini gördüm. Ama bu değiştirme, Hüküm Gecesi’nde olduğu gibi bir yeniden yazma boyutuna ulaşmamış, yalnızca anlaşılması güç eski sözcüklerin yerine yenileri konulmuş, cümlelerde yalınlaştırmanın zorunlu kıldığı kısaltmalar yapılmıştı. Bu nedenle metni verirken belirtilmeleri gerekmiyordu.

Ama Yakup Kadri’ce yalınlaştırılmasına karşın, Türkçenin hızla değişimi sonucu, özellikle genç kuşakların anlayamayacağı sözcükler vardı metinde. Bunların anlamlarını sayfa altlarında verdim. Anlamı cümlenin gelişinden çıkarılabilecek sözcükleri ise açıklamadım. Bir de dizgide düşen sözcükler ya da atlamalar sözkonusuydu. Bunlar da eklendi kuşkusuz. Son söz olarak, bütün titizliğimize karşın eksiklerimiz olabileceğini, uyarı ve katkılara açık olduğumuzu belirtelim. Atilla Özkırımlı, 7 Şubat 1979 ::::::::::::::::::: KİRALIK KONAK Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar değil, iki sene içinde pek çok adetler değişti. Kışın konaklarda, yazın yalılarda oturan aileler gittikçe azalmaktadır. Hele, Mısırlıların üşüşmelerinden sonra Boğaziçi’nde yalısı, köşkü olup da kiraya vermekten sakınanlara ya çok zengin, ya çok hesapsız gözüyle bakılıyor. Naim Efendi ise, ne çok zengin, ne çok hesapsızdır. Babasından kalmış bir serveti gençliğinden beri oldukça büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyor. Kendisi, İkinci Abdülhamit devri ricalinden olmakla beraber bu servete hiçbir şey ilave etmedi. İlave edebilirdi, çünkü senelerce devletin yüksek mevkilerinde bulundu. Gençliğinde babası gibi Mabeyni Humayun’a mensuptu, sonra birçok defalar valiliklerde dolaştı.

Şürayı Devlet azası, Rüsumat Müdiri Umumisi oldu ve nihayet Defterihakani ve Evkaf nezaretlerine geçti. İnkılaptan iki sene evveldi, dolaşık bir tevliyet (Mütevellilik) davası yüzünden istifasını verdi ve günden güne bulanan hükümet işlerinde tiksinerek bir köşeye çekildi. Bununla beraber hiçbir zaman kenara atılmış bir memur haline düşmedi, devrin ricaliyle münasebette bulunur ve Muayede (Bayramlaşma) merasiminde hiç değilse defteri mahsusa (Özel deftere) imzasını atmaya giderdi. Memuriyet hayatında yakından gördüğü resmi ve gayrı resmi bütün pisliklere rağmen, devlete ve devlet adamlarına karşı hala derin bir saygısı vardı. Naim Efendi o terbiyeli kimselerdendir ki evliya, enbiya isimlerinin sonunda Radiyallahu anh demeyi hiç unutmazlar ve Paşa kelimesini med (Uzatarak) ile telaffuz edip, mutlaka hazretleri ile nihayetlendirirler. Bu gibi kimselerin başlıca fazileti, itaat ve hürmettir. Bütün terbiye ve ahlak düsturları onlar için yalnız bu iki kelimenin ifade ettiği manadan ibarettir. Bununla ,beraber, Naim Efendinin iki esaslı fazileti daha vardı: Bir ana kadar müşfik ve bir dul kadın kadar titizdi. Fakat, titizliği asla bir huysuzluk derecesine. varmazdı; bu, temiz ruhunun ve temiz vücudunun maddi ve manevi pislikler önünde bir nevi tiksinmesinden gelirdi. Göğüs üstünde bir yağ lekesi, bir kaba söz, mübalatasız (Dikkatsiz) bir hareket, onu müsavi derecede kederlendiren şeylerdendir; fakat, pek içli, pek nazik bir adam olduğu için, kederlendiğinin kimse farkına varmazdı. İstanbul’da iki devir oldu: Biri İstanbul’un; diğeri redingot devri… Osmanlılar hiçbir zaman bu İstanbul’un devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar olmadılar. Tanzimatı Hayriye’nin en büyük eseri, İstanbulinli İstanbul Efendisidir. Bu kıyafet dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ile haşin Avrupa’nın arasında gayet hususi yeni bir millet gibi göründü. Yaşayış ve giyiniş itibariyle Şimal kavimlerinden daha sade ve daha düşünceli olan bu millet, duyuş ve düşünüş itibariyle Akdeniz kıyılarındaki medeniyetlerin bir hulasası şeklinde tecelli ediyordu.

Ağır kavuklu, alacalı, kesif Yeniçerilerin demir çarıklarının çiğnediği bu toprakta hangi tohum, hangi hava bu çiçeği veriyordu? Zira, bu beyaz pantolonlu, beyaz yelekli ve lüstrin kaloşlu Türkler, ince bir halattan ibaret endamlariyle biraz evvelki boğum boğum adamlara hiç benzemiyorlardı. Sultan Mecit devri ricalinin, Halet Efendi muasırlarının çocukları olduğuna kim ihtimal verebilir? Bunlar, boyunlarından ipekli bir mendille boğulmuş solgun benizleriyle onların cebir ve huşunetinden (Zorbalık ve sertliklerden ürkmüş kimseler gibidirler. Hepsi de umumi işlerden çekinir, hiddetlerinde ve hazlarında ölçülü, namuslu aile babaları ve kibar konak sahipleri idiler. Bizde, Çerkes halayıklan, harem ağaları, Boşnak bahçıvanlarıyla büyük ev hayatı asıl bu devirden başlar. Yüksek rütbeli devlet adamlarının tesis ettikleri Osmanlı kibarlığının kundağı canfes astarlı ve serapa (Baştanbaşa) ilikli İstanbul’un idi. Sonra redingot devri geldi ve redingotu içinden yarı uşak, yarı kapıkulu, riyakar, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile bir saray hademesi hali vardı. Çoğu, İkinci Abdülhamit Han devri ricalinden olan bu adamların her biri bir hile ile efendilerinin arabasına binmiş seyisleri andırıyorlardı. Bunların elinde İstanbul’da konak hayatı birdenbire köşk hayatına intikal ediverdi. Ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin üslubu kaldı; her şey gelenek dışına çıktı; her beyni tatsız ve soysuz bir Arnuvo ve bir Rokoko merakı sardı; binalarımız, eşyalarımız, elbiselerimiz gibi ahlakımız, terbiyemiz de rokokolaştı. Abdülmecit devrinin o ağır; zarif ve için için gelenekçi Osmanlılığından eser kalmadı. Naim Efendi, aşağı yukarı bu redingotlu nesle mensup olmakla beraber, vücudu henüz körpe iken İstanbul’un içinde yetişip gelişmiş kimselerdendi. Maziden bize yadigar kalmış bu gibi şahsiyetler, aramızda elan mevcuttur. Bunlar, pek eski zamanlarda bile, eski adamlardandı. Ruhları sanki bir merhalede durmuş gibidir.

Nitekim Naim Efendinin bütün hatıraları, bütün zevkleri, bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka bundan kırk sene evveline aittir. Onu dinleyen ve onu yakından gören bir kimse zanneder ki, Naim Efendi yarım asırlık bir letarjiden (Uyanılmayan derin uyku) henüz gözlerini açıyor ve şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor. Vakıa o, yirmi beş yaşından beri daima şaşan, tiksinen, ürken ve kaybolmuş bir ömrün hasretini çeken bir adamdır. Onu insandan kaçar ve huysuz zannedenler yanılıyorlar. Bütün çocukluğu ve bütün gençliği İstanbul’un en kalabalık bir konağında geçen Naim Efendi, eğlenceli meclisleri, ahbap arasında sohbetleri, misafirlere ziyafetleri pek severdi. Fakat öyle bir zamanda yaşadı ki, bunların hepsi yasaktı; olmasa bile, eski devrin meclislerini, sohbetlerini, ziyafetlerini, misafırlerini bulmak ne mümkündü? Naim Efendi, yeni sazdan, yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde artık yazılan ve konuşulan Türkçeyi de anlamıyordu. Bundan on beş yıl evveldi, bir gün eline damadının okuduğu kitaplardan biri geçti; kırmızı kaplı ve üstünün yazıları beyaz bir kitap… Epeyce bir müddet parmaklarının arasında evirdi çevirdi; sonra gözlüklerini taktı, önce uzun uzun kabı muayene etti, muharrin adını, kitabın serlevhasını (Başlığını) basım tarihini okudu; bu kabta her gördüğü işaret, her okuduğu yazı, muharririn ismi de dahil olmak üzere ona acayip geliyordu. Büyük bir tecessüsle cildin içini açtı, fakat okumak ne mümkün! Naim Efendi adeta yeni kıraat dersine başlamış bir çocuk gibi, kelimeleri heceliyor, bir cümleyi bin zahmetle sonuna kadar ya tamamlıyor, ya tamamlayamıyor, veya tamamladıktan sonra da okuduğu şeyin manasını iyice kavrayamıyordu. Vakıa bu, Edebiyat-ı Cedide külliyatından bir romandı. Naim Efendi ise, bütün ömründe hiç roman okumamıştı. Bununla beraber, onun bu kitapta anlayamadığı şey, ne eserin terkibi (Birleşimsel; burada sentetik,yapma anlamında)mahiyeti, ne muharririn maksat ve gayesi idi, doğrudan doğruya kelimelerin manasıdır ki ona müphem geliyor, doğrudan doğruya cümlelerin teşkilindedir ki bir yabancılık, bir gariplik buluyordu. Fakat sonraları, torunları yetişip de aynı dili evin içinde konuşmaya başlayınca, onun nazarında bu kelimelerdeki müphemlik yavaş yavaş zail olmaya ve bu cümlelerdeki garabet de yavaş yavaş kalkmaya başladı. Naim Efendi, evvela damadı, sonra torunları sayesinde daha nelere alışmıştı… Biçare adam, kızı evlendiği günden beri, aşağı yukarı yirmi senedir, her gün bir eski itiyada veda etmekten ve her gün yeni bir mecburiyete katlanmaktan başka bir şey yapmıyor. Ne Cihangir’deki konağında, ne Kanlıca’daki yalısında ihtiyar ve yorgun vücudunu dinlendirecek bir köşecik kalmıştır. Bundan beş sene evveline kadar hiç değilse, karısı yanıbaşında idi, rahatını, huzurunu mümkün mertebe koruyordu.

Zira, bu ihtiyar kadın ölünceye kadar, evinin içinde hakim ve amir kaldı. O, hayatta bulundukça ne kızının, ne damadının, ne torunlarının eve ait umurda (İşlerde) o kadar hüküm ve nüfuzları olmadı. Gerçi, her biri kendi havasına, kendi dairesine ve kendine göre bir hayat yapmıştı; fakat, gerek yalının, gerek konağın umumi nizamı bu iradeli ev kadınının elinde idi. Naim Efendinin haremi Nefise Hanımefendinin bu nizamı eski usul ile töreler arasında muhafaza ve idare etmek için dışarıda bir ihtiyar uşaktan, içeride geçkin bir kalfadan başka icrail (Yürütecek ,yerine getirecek) vasıtası olmadığı halde, evin her şeyi yine yolunda giderdi; zira, her yeni gelen hizmetçiye birkaç gün içinde istediği terbiyeyi vermek, bu kadına has fevkaladeliklerdendi. Vakıa fazla döverdi, fazla azarlardı; bunun içindir ki son zamanlarda yeni hizmetçi bulmak hususunda epeyce müşkülat çeker oldulardı. Biçare Nefise Hanımefendi, denilebilir ki, biraz da bu kahır yüzünden öldü. O öldükten sonra yerine kızı Sekine Hanım geçti; fakat Sekine Hanım, hiçbir cihetten annesine benzemiyordu. Tıpkı babası gibi, çekingen, içinden titiz, iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfuzuna ve çocuklarının arzularına son derece uyardı. Kocası ise kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi. Alafranga hayat namına sabahtan akşama kadar bin türlü garabet yapan bu adam, Büyük Hanımın vefatını müteakip, evi kendi heveslerine göre esasından değiştirmeye kalktı; ne kadar eski eşya varsa hepsini tavan aralarına ve mahzenlere attırdı, her odayı Avrupa’dan gelmiş mobilya kataloglarına göre ayrı bir üslupta, ayrı bir renkte Pisaltiye döşetti. Büyük Hanımın yetiştirmesi ne kadar hizmetçi varsa hepsine yol verdi, evin içini Beyoğlu’ndan gelmiş beyaz önlüklü, başı topuzlu hizmetçilerle doldurdu ve bütün bunların idaresini, çocuklarına mürebbiyelik eden Lehistanlı bir kadına verdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir