Yakup Kadri Karaosmanoğlu – Atatürk

Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti. Biz; -şimdi ellisine varanlar, elliden ötedekiler- gözlerimizi dünyaya bir bozgun havası içinde açtıktı. Babalarımız, analarımız, b ize Moskof seferlerinden, Rumeli kıyamlarından [ayaklanmalarından] , Arap isyanlarından ve b unları takip eden ecnebi müdahalelerinden tutuk bir di lle bahseder dururlardı. Kaybolmuş ü lkelere, gid ip de dönmeyenlere, gözleri yaşlı nişanlılara dair yanık halk türk üleri bizim ninn ilerimizdi ve sonsuz bir milli haile [ trajedi] olan “Yemen” kabusu, ailelerimiz içindeki gündelik konuşmaların en alışılmış mevzularından b iriydi. Erkek evlat sahiplerinin ve yetişkin delikanlıların kafasında sosyal endişe namına yalnız şu vardı: Askerden kurtul mak çaresi … çocuklar bunun için mektebe verilir ve yüksek tahsile bunun için rağbet edilirdi. Namık Kemal ile çağdaş olan ve beni mki gibi “Vaveyla”yı “Rüya”yı , “Celaleddin Harzeınşah”ı okumuş bulunan babalarımızın yüreğinde bir vatan duygusu, bir ta eskiden kalına destani soluk var mıydı , yok muydu; pek iyi hatırlamıyorum. Yal nız bildiğim bir şey varsa, büyüklerimizin b ize, 13 düşmanlarımızdan, Avrupalılardan daima saygı ve korku ile bahsedişleridir. Arasıra limanlarımızda yabancı harp gemi ­ lerinin görünüşü veya herhangi b ir frenk hükümdarının memleketimize ayak basışı halkı çoşturan v e o n a kolektif heyecan veren yegane mehabetli [ görkemli] hadiselerdi. Çünkü , kendisine ve kendi devletine itimadı kalmayan halk, kendi mukadderatına hakim olan kudretlerin bu sembollerde tecessüm ettiğini [somutlaştığını] görüyordu. Bir gün, on bir yaşında bir çocuktum. Manisa’da, büyüklerimden b iriyle gezintiden eve dönüyorduk. Otu rduğumuz sokağın ağzında, Sultan Camii meydan ında bir acayip kalabalığa rastladıktı. Beş on kişilik, kızıl yüzlü, panama şapkalı bir seyyah grubu ellerinde kalın bastonlarla, etrafını alan bir alay mahalle çocuğunu merhametsizce dövüyordu. Bu yavrucakların bir kısmı haykırarak kaçışıyor, diğer bir kısmı yerden top ladığı taşlarla kendini müdafaaya çalışıyordu. Çoğunu şahsen tanıdığım ve iyi ailelere mensup olduklarını bildiğim bu çocuklar, hiç şüphesiz, memleketin adetlerine göre tuhaf kıyafetli bu seyyah grubuna, sırf tecessüs saikasıyle [ nedeniyle] yanaşmış bulunuyorlar! öbürleri de, bunları sanki bir sürü muzır [zararlı] ve rahatsız edici mahlukatmış gibi yanlarından defetmek istiyorlardı.


Fakat bunun için, kullandıkları tedbir o kadar vahşi ve gayri i nsani idi ki, benim b ile küçücük yüreğim isyanla doldu ve boğazım hıçkırıklarla tıkanarak bağırdım: – Ne hakla vuruyorlar? Yan ımdaki, başını önüne eğdi ve bana cevap vereceği yerde dayak yiyen çocuklara seslendi: – Haydi, savulun bakayım, haydi savulun … Lakin savulmak isteyenler de bir müddet gene dayaktan kurtulamıyorlardı: – Bırakın, dedim; bırakın beni. Gidip karakola halın vereyim. 14 Aldığım cevap şu oldu: – Karakol, ecnebilere karşı ne yapabi lir, a oğul! . Bu söz üzerine, sanki b irden , yaşıma on yıl daha katılm ıştı. Üstüme gamlı bir c iddiyet çökmüştü ve milli gururum -zannederim- o andan beri kanamaya başlamıştı. O andan beri, tam yirmi beş yıl, bu yaranın kanı, ölüm işkencesine mahkum Çinlilerin tıraşlı tepesine akıtılan damlalar gibi tıp tıp yüreğimin üstüne damladı, damladı, damladı. Yirmi beş yıl, bu bütün bir gençlikti r. Yirmi. beş yıl, b ütün milli ve sosyal kıymetleri altüst olmuş, “bütün kaleleri zaptedilmiş”; etrafı b ir demir çemberle çevrilmiş viran ve perişan bir ülkede, bir asırdan beri durmadan kovalanan, durmadan tekmelenen yılgın ve avare bir sürünün arasında, içeriden dışarıdan sövüle sayıla, itile kakıla ve o yara, o milli gurur yarası bağrımızın i çinde damla damla kanayarak, yirmi beş yıl sürünmek, sürünmek. İşte, bizim n eslin dünya real iteleri.ne ilk temasından olgunluk çağına ayak basıncaya kadar geç irdiği ömür bu olmuştur. Bizim nesil, dediğim bu kürek mahkumları kafilesinin ortasından, arasıra başımızı kaldırıp ufka bakardık. Nerede sabah yıldızı? İçi mizden bir ses daima “O, hiç doğmayacak” derdi. Okuduğumuz kitaplar, konuştuğumuz tecrübeli , bilgiç adamlar da bunu söylerdi. Mektepler ise, sadece bir zeka mezarı idi.

Bir gün, sınıfta, alnım sıraya dayalı, dizlerimin üstünde tuttuğum ” Cezmi”yi okurken b ir el, bir demir pençe beni ensemden yakalamış, sokağa atmıştı. Nereye gitmeli? Nereye kaçmalı? On altı yaşımda ya var, ya yoktum. Fakat, b iliyordum ki, bazı memleketlerde hürriyet denilen bir saadet vardır ve oralarda herkes istediği kitabı okuyabi li r. Ve o hürriyet d iyarlarından birine gittim. Ey Kemalist Türkiye’nin bahtiyar gençleri; siz ki, on altı yaşı nızda daha bir futbol maçına b ile başlayamıyorsunuz; . bense, o yaşta, hürriyet sevgisi yoluna ” hayat mücadelesi” 15 denilen korkunç oyuna atılmıştım. -Size nasıl anlatayım?- o zamanlar, adını ağzımıza almadığımız “vatan”ın dışında ” firar:i” diye anılan birtakım Türkler dolaşırdı. Frenkler bunlara “Jeune Turc”ler lakabını vermiş olmakla beraber aralarında benim gibi çocuklar ve ak sakallı i htiyarlar da vardı ve sanmayınız ki, bunlar b irtakım kah ramanlardı. Hayır. Bunlar ne yaptıklarını bilmez bir sürü bedbahtlardı ve altı aşınmış pabuçlarıyla diyar d iyar dolaşarak ” hürriyet” dilen irlerdi. Lakin başkalarının hürriyeti acı bir l okmadır. Bununla h içbiri doyunamazdı ve gözleri daima arkalarına çevrik, b ir gün, kendi toprakların da b itecek olan buğdayın ekmeğini, anayurdun kendi has nimetini beklerlerdi. Hangi el bunu ekti? Hangi el bunu b içecek? O milli kahraman nerede idi? O, bir türlü meydana ç ıkamıyordu. Kafalarımızı saran millI kabusun humması içinde, kah şunu, kah bunu o kahraman heyetinde [suretinde, kılığında] gördüğümüz oldu. Hasta muhayyilemizin icat ettiği bu yalancı Mythe’ler arkasında bir müddet koşuyor, sonra birden, soluğumuz tıkanarak duruyorduk; eyvah, bu da bizcileyin avarenin biriymiş.

Yirmi yaşımıza girdiğimiz zaman, artık hiçbir kimseye h içbir şeye i nanmıyorduk. Meşrutiyet i nkılabının şarkıları bize birtakım herzeler gibi geliyordu. Hele sokak destancıların “yaşasın!” çığlıklarıyla ortaya attıkları , salaş tan tiyatroların şanolarına çıkardıkları “hürriyet kahramanları”na başımızı çevirip bakamıyorduk bile. Panayır mızıkacılarının, köşe başı şarlatanlarının ve acemi şiir okuyucularının yardımıyla yapılan halk nümayişleri b izi tiksindiriyor, evlerimize kaçıyorduk. Bir gün, evde aileden yaşlı bir adam bana şunu demişti: “Canım; böyle incesaz takımıyla inkılap mı olur?”* (*) Bu >rızlcrlc “ittihat \T Terakki” hareketini tezyif ctıııck i’tcdıgiıııc lıukıııolunmaınalıdır. “ittihat ve Terakki” bizdeki milll ve inkıLıp,ı ıc,kıLitlarııı anasıdır. :;;ıı halde süzlcriıııdc Meşrutiyet ve inkılabıııa dair hir ıc.:yıl knkıı’ıı varsa hu, 16 Lakin b iz, top ve tüfekle de o lsa zaten inkılap ve i htilal elenilen şeye inanmıyorduk. Şahsi hayatımızda olduğu kadar millet ve memleket meselelerinde ele tamamiyle reybileşmişıik [kuşkucu olmuştuk] ve birçok fren kçe k itapların yardımıyla bu ruh ve iman iflasını bir nevi i lmi fikir sistemi haline sokmaya çabalıyorduk. Bunda ela, doğrusu, çok güçlük çekiyorduk. On dokuzuncu asrın sonu Avrupa’da bir büyük inkar ve “cl issociation” devridir. Bütün kıymet hükümlerinin batıl ve bütün ölçülerin bozuk olduğunu ispat yolunda birbiriyle müsabaka eden muharrir ve mütefekkirlerin adedi, o devirde, sayılmayacak kadar çoktu. Bunlar, birtakım kötü gençlik arkadaşları gibi bizi baştan çıkarır, bizi maceradan maceraya sürüklerken kafamızda yükseklerde dolaşan kimseleri n sarhoşluğunu h issederdik. O frenk üstatlarından ödünç aldığımız inkar ve istihza kanatlarıylc, sanki, muhitimizin üstüne çıkmış, sanki mensup bulunduğumuz cemiyetin perişanlıklarına, adiliklerine, “yalanlarına ve şarlatanlıklarına” yukarıdan, bir hakaretli yabancı gözüyle bakmış gibi oluyorduk. “31 Mart”ı, “10 N isan”ı, onu takip eden terör devrini, işte biz, o zamanın Türk entellektüelleri, hep b öyle yükseklerden, böyle bir fildişi kulesinin tepesinden seyrettik.

* O hadiselerin ön plana attığı siyasi şefler bizi ya güldürüyor, ya tiksind iriyor, ya sadece lakayt bırakıyordu. Hareket Ordusunun başında lstanbul’a bir ikinci Fatih tantanasıyle girmiş olan Mahmut Şevket Paşa, b izim nazarımızda, birkaç ay içinde, sakallı kukla halini almıştı. Meşrutiyetin ilk ilk günlerin acemice hareketlerine ve hizim o zamanlardaki rulı lıaliınize atfedilmek lazımdır. (YK.K.) (“‘) Bu fıkralarda ınütcınaclıyen (biz) zamirini kullanışım (ben) demeyi scvınecligimclendir. Balıscttiğinı manevi ve fikri huhranlarda, o vakitler, benimle eş olan akranlar epeyce kalahalıktı. f<akat, itiraf etmek lazım gelir ki, kah fikir, kalı vatan ıııudafaası yolunda caııvcrıniş çağdaşlarımızm sayısı hunlardan, hiç şüphesiz dalı.ı pek çok fazlaydı. (YK.K.) 17 yıllarında, bütün i nançsızlığımıza rağmen şahsında destani bir kudret sezmekten kendimizi alamadığımız Enver, bu genç, güzel çehreli, mütevazı miralay, vaktinden evvel paşalık üniformasını takıp, bir saraya damat olunca, bizim için, birdenbire, öbür paşalar sırasına girivermişti. Merkez kumandanı Cemal Bey’den sadece korkmaya başlamıştık. “ittihat ve Terakki “nin ruhu olduğu söylenen Talat Bey’e gelince, onu, bir türlü anlayamıyorduk. O, bizce, sevk ve idare ettiği komitenin manevi şahsiyeti, p rensipleri ve ideoloj isi gibi karışık bir şeydi.

Tam bu sıralarda, Boğaziçi tepelerinin birinde, bir şair, bir büyük Türk şairi, demir kafes içine hapsedilmiş bir aslan gibi homurdanmaya başladı. Hepimiz kulaklarımızı kabarttık. Ne diyordu? D iyordu ki bütün bu adamlar düzme vatanperverlerdir; diyordu ki, hepsi Abdül hamit devrine rahmet okumaktadır. Diyordu ki, milleti aldattılar hepsi bir “hanı yağma”nın başına oturdular. Yiyorlar, “tı kınıyorlar”. irfan ve fazilet sahipleri eskisi gibi, n ikbet ve h usrandadır [düş künlük ve hüsran içindedir] Hakkı söylemek isteyen ağızlar eskiden beter kilitlenmiş ve gerçek halk rehberlerinin ayakları na pranga vurulmuştur. Memleket, eskisinden daha büyük bir hızla felaket uçurumuna sürüklenmektedi r. Türk şairi aşağı yukarı bizim duyduklarımızı, b izim düşündüklerimizi söylüyordu. Çoğumuz, onun bu sayhaların ­ da [ haykırışlarında] kendi ruhumuzun isyanların ı, h usranlarını dile gelmiş sandık.* Acaba, n ice yıllardı r, hasretini çektiğimiz kahraman bu muydu? İçimizden çoğu, ümitlere kapılarak şairin oturduğu tepenin yolunu tuttu. Bu tepeye o ldukça dik, uzun ve dolambaçlı bir yokuştan çıkılırdı ve üstünde manzum sözler kazılı bir kayanın önünden geçilerek bir büyük güvcr- (*) Bu şair Tevfik fikret’tir. 18 cinliği andıran münzevinin evine girilirdi. O, sert yapılı, geniş omuzlu bir adamdı. Kemikli yüzünün ortasında, sivri , uzun ve saldırıcı bir burnu vardı. Bu burunda, biz bir kartal gagasının mahabetini [ heybetini] buluyorduk.

Lakin, b unun altındaki çökük ağız, yapmacıklı bir sesle konuşmaya başlayınca, biraz evvelki kartal, yerini yavaş yavaş bir öfkeli papağana terk ediyordu. Papağanda b ir fassal [dedikoducu] acuze tavrı vardır. Bizim şair de mükemmel fasletmesini [ çekiştirmesini] bilirdi. Yalnız o kadar mı? Heyhat evet, yalnız o kadar … Fikretperestlik, bizde, çok uzun sürmedi. Zira, o nun yaptığı hicivlerin, kendi aramızda, b iz alasını yapıyorduk. o kadar ki, hepimize, bu kocakarı ideoloj isinden artık gına gelmişti. Çok vakitten beri abur cuburla beslenen ve kötü içkilerle neşelenmeye çalışan kimseler gibi, bu çeşit şeylerden artık bir nevi gönül b ulantısı h isseder olmuştuk. Ruhumuzun sağlam, temiz bir gıdaya ihtiyacı vardı: Benim gönlüm hış günü aç Kalan bülbül gibi muhtaç Ruhum hasta, sensin ilıiç Beni dertten hurtar Tanrım. Lakin Ziya Gökalp, o zaman henüz bu mısraları yazmış değildi. Onun adı, uzaklardan, bir Kaf dağının arkasından, ancak, kulaklarımıza erişebiliyordu ve o nunla bu perişan gençlik arasındaki yolu birtakım politika eşkıyası kesmiş b ulunuyordu. 1911 – Trablus’un zaptı; 1912 – Balkan harbi. Bu vakalarla beraber eski tarihçilerin kaydettikleri gibi bazı “semavi” alametler de belirmiş miydi? Hatırlamıyorum. Fakat, bizim içimiz gökyüzünde ejderha şekilli yıldızlar görmüş ve yerin altından acayip u ğu ltular işitmiş kadar 19 önceden sezişler ve kara kuruntularla doluydu. Artık oturduğumuz b ina, her tarafından çatırdamaya başlamıştı . Bütün memleketi, Vardar kıyılarından Boğaziçi yalılarına, Boğaziçi yalı larından en yüksek Anadolu yaylalarına kadar, baştan başa, korkunç bir panik havası kaplıyordu.

Payitaht birkaç hafta içinde bir mahşer yerine dönmüştü. İstanbul sokaklarından yaralı, koleralı ve kaçak askerlerle perişan muhacir kafi lelerinin b irbirine karışarak b itmez tüken mez bir felaket seli hali nde akar, akar ve H ıristiyan arabacılarla ecnebi şirketlerin nakliyat vasıtaları bu kanlı paçavra yığınları a rasından, nemrutça bir kayıtsızlıkla geçip giderken, Beyoğlu kaldırımlarının üstünde Avrupalı ve tatlı su frenklerinin bu kalabalığa nefretle bakarak burunlarını tıkadıkları görülüyordu. Ve bütün Avrupa basını ve bütün Avrupa bizim milli felaketimiz karşısı nda bu jesti tekrar eder gibiydi. Biz; nafile yere, büyük devletlerin payitahtlarına birtakım ricacı heyetler gönderiyorduk. N afile yere Rumeli’ de Türk ahaliye yapılan zulüm ve fecayiden [ facialardan] şikayet ediyorduk. Lakin, bize her taraftan kapılar kapanıyordu, ya ela kapanmasa bile bir cüzzamlıya bir iğrenç dilenciye açılır gibi yarı aralanıyor, b ize açlığı doyurmayan ve belki ıstırabı artıran bir yüksekten merhamet sadakası uzatılıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir