Yakup Kadri Karaosmanoglu – Yaban

Yaban gerek Yakup Kadri’nin romanları içinde, gerekse Türk Edebiyatı tarihi açısından ayrı bir önem taşır. Yayımlandığı yıldan bu yana da en çok tartışılan, yazarını ölmezleştiren romanların başında gelir. Bu, hem Türkiye tarihinin belli bir dönemine tanıklık etmesinden, hem de bir tez romanı olmasındandır. Nitekim, ne zaman halk-aydın kopukluğundan söz edilse akla hemen Yaban gelecektir. 1932’de yayımlandığında, Nabizade Nazım’ın Karabibik’i (1890) ile Ebubekir Hazım Tepeyran’ın Küçük Paşa’sından (1910) sonra köylü ve köylüyü konu alan, dönemin gerçekçilik anlayışına uygun üçüncü romandır. Ama ilk ikisinden farklı olarak konuyu tarihsel ve toplumsal bir sorun biçiminde gündeme getirir. Başından beri Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen, saygınlığını koruyan, romancılığını kanıtlamış bir yazarın ürünü olduğu için övgüyle karşılanır. Getirdiği eleştirideki doğruluk vurgulanır. Ama çok geçmeden Türk köylüsünü yanlış tanıttığı, gerçekleri çarpıttığı öne sürülecektir. Bu yargı aradan on yıl geçtikten sonra geçersizleşir. Yaban 1942’de açılan CHP Roman Mükafatı’nda, yayımlandıktan on yıl sonra Sinekli Bakkal’ın ardından ikinci gelir. Yaban’ın, Yakup Kadri’nin romancılığında köye, köylüye yönelik tek eseri olduğu söylenir. Konusu açısından düşünüldüğünde belki doğrudur bu yargı. Ama Yaban’ı sanatçının romanlarının oluşturduğu bütünden ayrı düşünmek zordur. Niyazi Akı, romanları üzerinde dururken, -Başta, eserini bir cemiyetin panoraması saydıracak genişlik gelir- der ki, bu düşüncesi doğrudur. Yine Akı’nın söyleyişiyle, -Romanlarından ikisine verdigi Panorama adı, Panoramalardan önce yazılanları da içine alacak kadar şümullüdür. Bir Sürgün, Kiralık Konak, Nur Baba, Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Yaban ve Ankara, cemiyetimizin son yetmiş küsur yıllık hayatına dair yazılmış geniş bir Panorama’nın parçaları sayılabilir. Yaban’da zaman olarak 1.Dünya Savaşı’nın bitiminden Sakarya zaferinin kazanılışına kadar olan süre alınır. Savaşta bir kolunu kaybetmiş İhtiyat Zabiti Ahmet Celal’in kişiliğinde tanırız yenilgiyi. Mekansa, adı verilmemekle birlikte, -Haymana ovasının ortasında, Porsuk Çayı dolaylarında bir köydür. Anlatım biçimi olarak da anı türü seçilmiştir. Bu saptama, Yaban’a açıklayıcı ipuçlarını getirir. Milli Mücadeleyi konu alan romanda, köyün ve köylünün durumu, Kurtuluş Savaşı’ndaki tavrı Ahmet Celal’in gözüyle verilir. Yine onun köylülerle ilişkisi halk aydın kopukluğu biçiminde belirir. Köylülere göre bir yabandır Ahmet Celal. Konuşması, tavırları, giyimi, düşünceleri, duyarlığıyla onların dünyalarının dışındadır. Kafasındaki, benliğindeki acılardan kurtulmak için eski neferi Mehmet Ali’nin köyüne gelmiş, köylülerin arasına karışarak, kendini doğaya bırakarak yenilenmeyi ummuştur. Ama çok geçmeden yabanlığının bir yazgı olduğunu farkeder: Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak… Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim? Soru budur işte: Dış cephem değişmiş neye yarar? Sorun da şu: Ben asıl bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler ve unsurlarla yuğrula yuğrula adeta sınai, adeta kimyevi bir şey halini almışım. Böylece toplumsal bir boyuta yerleştirir konuyu Yakup Kadri. Tarihsel oluşumu açısından Türkiye’nin aydın sınıfı’dır yargıladığı. Ahmet Celal, salt bir roman kahramanı değil, bir prototiptir. Sonunda dayanamaz, roman tekniğine göre yapılmaması icabeden tiradlardan birine başlar. Yakup Kadri, Yaban’la gerçekdışı, bir düş ülkesi görünümündeki köy edebiyatını yıkmıştır. Çirkin, kısır bir doğa, pis bir çevre; illetli, sakat insanlar, cehalet, kör inançlar, içgüdülerin yön verdiği bir yaşama biçimi… çizilen tablonun renkleri bunlardır. Savaş sanki bu insanların dışında olup bitmektedir. Askere çağrılma korkusu dışında ilgilenmezler savaşla. Milli Mücadele’ye karşı köylülerin tavrıyla Ahmet Celal’in tavrı birbirinin tam karşıtıdır. Bozgundan sonra geri çekilen düşman askerlerinin yaptıkları zulüm bile tepkiye yol açmaz. Tevekkülle kabullenilir. Bir kolunu onlar için veren Ahmet Celal ise deliye dönecektir. Ama onu acıya salan bu durum kendi eseridir. Anadolu halkını, hayvani duyguların, cehaletin ve yoksulluğun ve kıtlığın elinde bırakmıştır. Ne ektin ki, ne biçeceksin? diye sorar Ahmet Celal Türk aydınına. Romanın bir başka bölümünde, Ahmet Celal’in eski neferi Mehmet Ali’den söz edilirken sorun daha kapsamlı bir biçimde konulacaktır. Burada Yakup Kadri’nin kişilerini ele alışının doğruluğu üzerinde de durmak gerekir. İnsanın çevreyle ilişkisinin önemini kavramış bir romancıdır karşımızdaki. Ahmet Celal, köye geldikleri günden beri başka bir Mehmet Ali’nin varlığıyla tanışır. Eski neferi değildir bu. Asker olmazdan önceki haline dönmüştür Mehmet Ali. Ona göre geriye doğru bir gelişmedir söz konusu olan. Bu gözlem Ahmet Celal’i şu doğruyu saptamaya götürecektir: Talim, terbiye, iyi misal, bunların hepsi geçici şeylerdir. Ve çevre değiştirmedikçe, insanın gelişmesine imkan yoktur. Bu küçük mülahazadan Türkiye’deki yenilik ve garpçılık hareketlerinin, neden başarısızlığa uğradığı sorununa kadar çıkabiliriz. Bu düşünce yukardaki alıntılarla birleştirilirse, Yaban’da işlenen tezin yüzeysel bir halk-aydın çatışması olmadığı, romancının bu çatışmaya, bu kopukluğa yol açan temeldeki soruna dikkati çektiği görülür. Yalnız biçimsel gibi görünen, ama aslında Yakup Kadri’nin düşüncelerindeki gelişimi gösteren bir ayrıntıdan da söz etmem gerek. İlk baskılarda, yukarda altını çizdiğim değiştirmek kelimesi, değişmeyince biçimindedir. Cümle tıpkısı tıpkına şöyle: Ve muhit değişmeyince, ferdin değişmesine imkan yoktur. Burada çevrenin, çok açık olmasa da, kişinin iradesi dışında değişmesi söz konusudur. Oysa ikinci cümlede, sonradan yapılan bir degişiklikle, değişme olgusu kişinin iradesine bağlanmıştır. Yaban’ın, döneminin gerçekçilik anlayışına uygun bir roman olduğunu söylemiştik. Bu gerçekçiliğin, Zola ve Balzac etkisi taşıdığı, giderek Yakup Kadri’nin, Toprak ve Köylüler romanlarından esinlendiği de öne sürülmüştür. Gerçekten de Yaban’la söz konusu romanlar arasında kimi benzerlikler bulmak mümkündür. Yaban’ın özellikle köylü kişilerinin sergilenişinde natüralizmin izleri de görülür. Ama bu, birçok roman için de öne sürülebilecek teknik bir ayrıntıdır. Roman yazarının eğitimine, düşünce birikimine bağlıdır, giderek kültürel bir ortamın sonucudur. Böyle olduğu için de doğaldır. Önemli olan romanda kullanılan malzeme ve malzemeyle verilen biçimdir. Konuya bu açıdan bakılırsa, Yaban’ın yerli ve ulusal nitelikler taşıdığı görülür. Psikolojiye girildiği zaman bile evrensel boyutlara ulaşıldığı söylenemez. Yaban’ın eskimeyişinin, okunurluluğunun sırrı da buradadır. Köyü ve köylüyü anlatan ilk gerçekçi Türk romanlarından biri olarak değil, ilk yerli romanlardan biri olarak önem taşır. Bunda gözlemin ve gözlenen gerçek üzerinde kafa yoruşun payı büyüktür. Biliyoruz ki, Yaban, yazarının 1921’de çıktığı bir gezinin ürünüdür. Ayrıca romanın sonuna eklediğimiz yazılarda da görüleceği gibi (özellikle Niyazi Akı) düşünsel bir hazırlığın sonucudur. Bu kadar da değil. Yakup Kadri kişilerini verirken kaba bir tasvire girmez. Ayrıntılar titizlikle seçilmiş, anlatılan kişiyi yansıtacak en tipik çizgiler kalınlaştırılmıştır. Kişilerinin dış görünümüyle ilgili ayrıntılardan çok, kişiliklerinin, benliklerinin dışa vurumu olan davranışlar belirginleştirilmiştir. Romanın, Ahmet Celal’in anıları biçiminde yazılmış olması, özbiçim uyumunda başarıyı sağlar. Konuşan Yakup Kadri’dir, biliriz. Ama Ahmet Celal adının ardına gizlenmesi anlatım biçiminden dolayı batmaz. Tersine işini kolaylaştırır bile. Bir yaban’ın gözlemleri, izlenimleri, düşünceleri, duyularıdır bunlar. Elbette bölük pörçük olacaklardır. Ama bu parçalarla yavaş yavaş bir bütün oluşturulduğu görülür. Yalnız Ahmet Celal’in köylülerce yaban sayılışının nedenlerini değil, onun kendisinin yabanlığının bilincine varış sürecini ve köyün, köylünün durumunu da buluruz bu bütünde. Yaban meziyetleri kusurlarından çok olan bir romandır. Üstelik bu kusurlar, yazarında olduğu kadar yazıldığı dönemde de aranmalıdır. Bu kısa önsöz, Yaban üzerine bir inceleme ya da eleştiri olmaktan çok bir sunu niteliğini taşıyor. Yazarı artık yaşamayan, Türk edebiyatının klasikleşmiş bir eserini okurken nesnel ipuçlarını vermeyi amaçlayan bir sunu. Dolayısıyla, metni basıma hazırlarken ve bu yeni basımda bulunan eklerle ilgili kısa bir açıklama da yapmak gerekecek. Üstelik Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bütün Eserleri dizisinin ilki olduğuna göre, bir bakıma zorunlu bu. Elinizdeki kitap Yaban’ın on birinci basımı oluyor. Yakup Kadri sağlığında romanın dilini sadeleştirmiş. Yaptığım karşılaştırmaya göre bu sadeleştirmede eski kelimelerin yerine doğrudan yeni karşılıkları konulmuş. Ya da daha anlaşılırları. Somut birkaç örnek sıralayalım: halihamur-haşir neşir, emare-belirti, hırzıcan-dört gözle, levs-pislik, istihale-değişme, hassa-duygu, inhina-kıvrım, v.b. Ama yazarın metni sadeleştirirken üslup kaygısından sıyrılamadığı da görülüyor. Şöyle de söyleyebiliriz bunu: Motamot bir değiştirme değil Yakup Kadri’nin yaptığı. Söz gelimi, bugün de anlaşılabilecek hakikat kelimesini gerçek olarak değiştiriyor da, intikal etmek, tecerrüt gibi birçok kelimeye dokunmayabiliyor. Bunu, cümle yapısını bozmamak düşüncesine bağlayabildiğimiz gibi, eski kelimenin taşıdığı anlamın nüansını verememek kaygısına da bağlayabiliriz. Ayrıca, yine diyelim hakikat kelimesinin bir yerde değiştirilmişken, başka bir yerde olduğu gibi bırakıldığını da görüyoruz. İşte bunu açıklamak güç. Sadeleştirmeden öte, üzerinde durulması gereken olumlu bir tavrı daha var Yakup Kadri’nin. Bilindiği gibi birçok romanlarında Batı kaynaklı dediğimiz kelimeleri bolca kullanır yazar. Yaban’ın ilk basımlarında da rastlıyoruz bu kelimelere. Ama daha sonra Yakup Kadri’nin bu kelimelerin yerine Türkçesini kullandığını görüyoruz. Hepsini değilse bile, eğer özel bir anlam taşımıyorsa, büyük bir bölümünü değiştiriyor yazar. Yine birkaç örnek verelim: klovn-soytarı, bas relief-kabartma, peplos – entari, kask-kasket, trofeçelenk gibi. Öte yandan, çok az olmakla birlikte, kimi cümleleri degiştirdiğini de görüyoruz. Bunu ya cümledeki eski kelimelerin zorlaması sonucu yapıyor, ya söyleyişte yalınlığı sağlamak için ya da daha önce bir örneğini verdiğim gibi farklı bir düşünüşün etkisiyle. İşte örnekler: Bu ayrılığa mahşer günü bile kar etmedi. (5. bas., s. 90). Bu ayrılık bizi mahşer gününde bile bir araya toplayamadı. Böyle bir hadise, bütün tarihi mukadderata ve bu mukadderatın konularına zıt bir şey olur. (5. bas., s. 136). Böyle bir olay, tarihi olaylar mantığına zıt bir şey olur. Varsın, işini uydursunlar, kapısı kapalı evlerinde, yığdıkları zahireleri yiyip doysunlar. Varsın, işini uydurmayan bu perişan, çıplak ve biçare kalabalık açlıktan kıvrana kıvrana ölsün. (5. bas., s. 159). Varsın işini uydursunlar. Varsın, bu perişan, çıplak ve biçare kalabalık da açlıktan kıvrana kıvrana ölsün. Sonra bu basit bandajın üstüne iç gömleğini indirdi ve demin çıkarıp attığım ceketimle sırtımı örttü. (5: bas., s. 165). Sonra çıkardığım ceketimle sırtımı örttü. Romanın sonuna eklediğim yazılara gelince… Yaban üzerine yazılmış yazılardan seçmeyi yaparken, yayımlandığı günden bu yana romanın uyandırdığı yankıları, nasıl değerlendirildiğini göstermeyi amaçladım. Birinci (1932) ve ikinci basımlardan (1942) sonra yazılanlar, döneminde nasıl karşılandığını göstermeleri açısından ayrı bir önem taşıyorlardı. Bu nedenle o yazılardan daha uzun alıntılar yaptım. 1960 sonrası değerlendirmelerde ise Yaban’a öncekilerin tersine, edebiyatın ölçüleriyle yanaşılıyordu. Üstelik birkaçı dışında salt Yaban’ı konu alan yazı ya da incelemeler değillerdi bunlar. Daha kısa alıntılarla değerlendirmenin genel bir görünümü verilebiliyordu. Son söz olarak, Yaban’ın bu yeni basımıyla işimin bitmediğini, gelecek basımlarda eksikleri tamamlayarak daha iyiye gideceğimize inandığımı belirtmeliyim. (5 Ocak 1977) ON İKİNCİ BASKI İÇİN Yaban’ın on birinci baskısı, umulanın üstünde bir ilgi görerek kısa sürede tükendi. Bu ilgide, basında övgüyle karşılanmasının etkisi büyüktü. Çıkan yazıları on ikinci baskıya ekleyerek kendimize övünme payı çıkaracak değiliz. Ama bizi destekleyenlere teşekkür borçlu olduğumuzu da belirtelim. Yalnız Oktay Akbal’ın, bu girişiminin somut hedeflerini belirleyen ve bütün yazarlarca paylaşılan şu yargılarını anmamak olanaksız: Edebiyatımızın ünlü yapıtlarını tanıtıcı önsözlerle, geniş açıklamalarla, notlarla, daha önce yazılmış yazılarla birlikte yayınlamalı… Böyle incelemeli baskıları artık yapmak gerek. Değerli araştırmacılar, inceleyiciler böyle olanaklara kavuşturulursa yetişebilirler. Yayınevleri edebiyatımızın klasikleşmiş yapıtlarını diziler halinde basmalı, yetişen kuşaklara sunmalıdırlar. Bu hem bir görev, hem de kazançlı bir iştir. Benim gibi, bu romanı daha 1938’lerde okumuş bir kişi bile böyle eleştirili baskılardan yararlanırsa, bugünün gençleri daha fazla yararlanacaklardır. Edebiyatımızda, edebiyat tarihimizde her şeyi yerli yerine koymak, gerçek yargılara varmak için bu tür yapıtlara gereksinme var. (Cumhuriyet, 12.3.1977). Altını çizdiğim satırlar bir gerçeği vurguluyor: Türk edebiyatının bir bütün olduğu, yeterince değerlendirilmediği gerçeğini… Kendi payıma, Türk edebiyatı tarihine birbirinin tam tersi önyargılarla eğilindiği kanımı koruyor, doğrulara ulaşmanın ana koşulunun önce bu önyargılardan kurtulmak olduğuna inanıyorum. Sonuç o önyargıları doğrulasa bile… Yaban’la ilgili değerlendirmeler okunduğunda zaman içinde yargıların ne ölçüde değiştiği açık seçik görülüyor, yeniden gözden geçirilmelerinin gerekliliği de. Şunu da hemen açıklamalıyım: Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bütün Eserleri dizisine neden Yaban’la başladığımız, niçin yapıtlarının ilk yayımlanış sırasını izlemediğimiz soruldu hep. Oysa yapıtlar arasında bir seçme yapmamız, birini ötekine yeğlememiz söz konusu değildi. Tükenmiş, mevcudu bulunmayan yapıtlardan başlamak zorundaydık. Ticari değil, hukuki bir zorunluluktu bu. Yaban’ı Nur Baba izledi. Bu yayın mevsiminde sunacağımız yapıtların sırası da şöyle: Hüküm Gecesi, Bir Sürgün, Hep O Şarkı ve Zoraki Diplomat. Yaban’ın elinizdeki on ikinci baskısı başta sayın Leman Karaosmanoğlu’nun uyarıları olmak üzere dostların katkılarıyla daha eksiksiz sunuluyor. Türk Edebiyatında Yaban bölümüne, 1977’de yayımlanan yazılardan ikisinin genel yargılar içeren bölümleriyle bir açık oturumun özetini ekledim. Bibliyografya da yeniden gözden geçirildi ve eklerle genişletildi. Daha on birinci baskıda, eski baskılarla karşılaştırarak, dizgi yanlışı olduğu belli, üstelik epeyce çok atlamaları saptayıp doğru bir metin sunmaya çalıştık. Bu kez romanın yeniden okunması yetti. Yaban’ın yanlışsız ve eksiksiz bir metnini verdiğimi söyleyebilirim bu nedenle. Yine de amacımız, daha iyiye, daha güzele ulaşmak… Her baskıda bir şey ekleneceğine, en doğruya adım adım yaklaşılacağına inanıyoruz. Uyarılara, katkılara açık olduğumuzu bir kez daha yineleyelim. (9 Temmuz 1977) ON SEKİZİNCİ BASKI İÇİN On ikinci baskıdan bu yana yedi yıl geçti. Bu süre içinde Yaban on sekizinci baskıya ulaştı. Gördüğü ilgi eksilmedi, arttı. Bu ilgide, romanın ders kitaplarında anılma, öğrencilere salık verilme yoluyla okullara girmesinin payı büyük kuşkusuz. Ama Yaban’ın salık verilen tek kitap olmayışı bir yana, hala tartışılan bir roman olduğu düşünülürse Yaban’a gösterilen ilginin süreceğini söylemek kehanet sayılmaz. Bu olgu, Yaban’ın eskimeyişinin nedeninin yerlilik olduğunu gösteren temel ölçütlerden biri aslında. Yerliliğin göstergesi de Ahmet Celal. Tanzimat aydınının sosyo-psikolojik özelliklerinin uzantılarını kişiliğinde taşıyan Ahmet Celal… Kendini kurtarıcı olarak gören, halkı eğitmeyi (ya da adam etmeyi) görev edinmiş, kafasında yarattığı gerçekle yaşanan gerçeğin çatışması sonucu yabanlaşan tipik aydın… Bu nedenle ne zaman halk-aydın kopukluğu tartışılsa Yaban’ın gündeme gelmesi bir rastlantı değil. Üstelik bildiğim kadarıyla bu, salt bize özgü bir sorunsal. Batılılaşma serüvenine bağlı olarak elbette. Yaban’ın bu on sekizinci basımına, Berna Moran’ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı yapıtının Yaban’ı konu edinen bölümünden bir parça ekledim. Ayrıca, Genel Bibliyografya bölümü de yeni eklerle genişletildi. Bu konuda yardımını gördüğüm genç bibliyograf Hatice Aynur’a teşekkür borçluyum. Atilla Özkırımlı, 15 Temmuz 1984 YABAN’IN İKİNCİ BASILIŞI VESİLESİYLE Mevcudu çoktan tükenmiş olan Yaban’ı, bu sefer, yeniden bastırmağa karar verişimin başlıca sebebi, günden güne artan umumi bir isteği yerine getirmek zorunda kalışımdır. Böyle bir istekle karşılaşmamış olsaydı Yaban, halkın huzuruna tekrar çıkmak lüzumunu duymayacaktı. Zira, bu eser, yayım meydanına ilk adımlarını attığı günlerde ne kadar çok şımartıldı ise, son yıllarda; o kadar insafsızca hücumlara uğramış, o kadar çok hırpalanmıştır. Eski Babıali mahallesinin köşe başlarını tutan bazı sokak demagogları onun aleyhine birtakım suikastlar tertip etmiştir ve onu, her gün üstünde dolaştıkları kaldırımların çamuruna bulamak istemişlerdir. Bu çirkin ve iğrenç macera, yegane kuvveti, yegane meziyeti samimiyetten ibaret olan bir eserde kafi bir tiksinti ve çekingenlik uyandırabilirdi. Fakat, Yaban, en geniş, en büyük rağbete, asıl, bu tecavüzlerden sonra erdiği için hakimlerin en adaletlisi halkın, kimden yana olduğunu derin bir minnettarlıkla hissetti ve işte bu minnet borcunu ödemek niyetiyledir ki, bugün tekrar, onun karşısına çıkıyor. Eski Latin şairi Horatius, kendi eserlerinden birine şöyle hitap eder: Haydi, git; halkın içine karış; artık, sen, benim malım değilsin!.. Her yazar, her sanatçı, kendi eserine aynı şeyi söyleyebilir. Fakat, en ziyade, bir milli heyecanın mahsulü olan eserlerdir ki, meydana geldikleri andan itibaren, artık, üstlerinde taşıdıkları isimle bütün manevi ilişkilerini keserler ve kendi talihlerini kendileri tayin ederler. Buna karşılık, bir yazarın, kendi eserinden ayrılıp ona yabancı kaldığı da çok vakidir. Ben Yaban’da neler yazmış olduğumu o kadar unutmuşumdur ki, ona edilen hücumlar esnasında, ben de bazı kimseler gibi onun masumluğundan şüpheye düşer gibi olmuş ve ancak, onu, yeni baştan, tekrar okuyunca kendi savunmamı en açık satırlar halinde, bizzat kendinde bulmuştum. Mesela, Yaban’a yöneltilen başlıca suç, kitabın köylü aleyhtarı bir karakter taşıması; köylünün maddi ve manevi sefaletini bir entelektüel ağzından tezfiye kalkmış olmasıdır. Yaban’ı ikinci defa gözden geçirdikten sonra anlıyorum ki, bu, bütün manasiyle bir iftiradır. Zira, romanın kahramanı olan entelektüele, elinizde tuttuğunuz şu cildin bu baskıda hangi sayfaya rastlayacağını bilmediğim bir yerinde, bundan yirmi beş yıl evvelki köyün hazin bir tablosunu çizdikten sonra dedirtmişim ki: Bunun sebebi, Türk aydını gene, sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin! Ne ektin ki, ne biçeceksin?.. Gene Yaban’ın birinci sayfasında köylülerin cahilliğinden bahsederken Türk entelektüeli birdenbire kendini toplar ve der ki: Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş, senindir. Sen ve ben onları, yüzyıllardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak şevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları her yanından örtülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır: Bir objektif roman tekniğine göre, yapılmaması gereken bu çeşit tiradlarla Yaban’ın hemen her tarafı tıklım tıklım doludur. O kadar ki, sanat bakımından, bir tenkitçinin, asıl hikayeyi bölük pörçük eden bu feryadımsı hutbelere itiraz etmesi gerekirdi. Fakat, Yaban bir objektif roman değildir. Yaban, bir ruh sıtmasının, birdenbire acı ve korkunç bir gerçekle karşı karşıya gelmiş bir şuurun, bir vicdanın çıkardığı yürek parçalayıcı haykırışıdır. Ve ben, Orta Anadolu viraneleri içinde dolaşırken yüreğime düşen odun yanığını, bundan yirmi yıl evvel yazıp neşrettiğim bir nesirde ilk defa o viraneler halkına şu hitabeyle ifadeye çalıştım:

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle