Selahattin Hilav – Edebiyat Yazıları

İnsanı bir yandan sınırsız isteklerinin, kayıt tanımaz düşlerinin ardımdan gitmek istiyor, öte yandan günlük hayatın çıkargözetir dlüzenine, hesaplarına, dar mantığına boyun eğerek kendi yarattığı ama kendisine yabancılaşmış bir zorunluluğun tutsağı oliuyor. İnsanın bu yırtılış ve parçalanışı çağdaş felsefenin temeli konularmdan biridir. Filozoflar, yabancılaşmanın nedenlerini açıklamaya, insansal bütüne götüren yollan belirtmeye çalıştıllar. Özellikle Hegel’de, dışlaşma, yabancılaşma ve bütünlük kavramlarının önemle ele alındığı görülür. İnsansal bütünü am aç edinmek isteyen çağdaş düşünce akımlan (Nazizm, Marksizm, Varoluşçuluk) kaynaklarını Hegel’de bulurlar.1 Toplumsal önyargı ve sınırlayışa, hayatın çıkargözetir düzenine, dar bir ntesnellik ve akıl anlayışına başkaldırarak bilinçdışmm, cinsiyetim, düşün, imgelemin hakkını geri almak ve böylece insansal bütünlüğü gerçekleştirmek isteyen gerçeküstücülük de bu düşümce akımlan arasmda yer alıyor. Yöneldiği amaca ulaşmak için her aracı kullanan gerçeküstücülük kendini bir sanat akımı olarak değil, bir devrim hareketi olarak görüyordu. Bu yüzden, bilincin koyduğu engelleri kaldırmak için, Freud’ün yöntemleriyle, şiir ve resmin bir araç olarak kullanılmasına başvurulduğu gibi; hayatın karşısına, alay etme, rezalet çıkarma, adam dövm e gibi tavırlarla, toplumun karşısına da belli bir politika anlayışı ve onun gerektirdiği eylemle çıkılıyor, öte yan- dan nesnel gerçekliği yıkmak için gerçeküstücii nesneler (hem kurt-hem masa heykel, ya da Duchamp’ın mermer-kesme şekeri gibi) yaratılıyordu. Ama sınırlayışları yıkarak insansal bütünlüğü ve özgürlüğü gerçekleştirmek isteyen bu akımın, zamanla, eski sanat eserlerine yenilerini katmaktan başka bir iş yapmadığı görülmeye başlandı.2 Kullanılan araçlar, varılmak istenen amaca uygun düşmemiş, beklenilen devrim gerçekleşmemiştir. Ana eğilimi bakımından yalnız düşünce alanında kalan her hareket gibi gerçeküstücülük de zararsız hale gelmeye başlamış, zamanla evcilleşmiş ve başkaldırdığı toplumun kullandığı bir araç durumuna düşmüştür. Bu başarısızlık gerçeküstücülüğün, düşünceyle gerçek arasındaki bağıntı sorununda, maddeci ya da düşüncü (idéaliste) görüşler arasında kesin bir seçiş yapmamış olmasından doğuyor. Çeşitli durumların etkisinde, gerçeküstücülüğün kimi zaman maddeciliğe ve onun eylem anlayışına, kimi zaman bireyin içine kapanıp düşünsel bir devrim yaratma çabasına yöneldiği ve bu iki uç arasında gidip geldiği görülüyor. Düşünceyle gerçek, imgeselle nesnel, salt olanla görece arasındaki diyalektik birliğin iyice görülememesi gerçeküstücülüğe bir devrim hareketi olarak etkinliğini ‘ kaybettirmiştir. Ne var ki her düşünce akımı, eninde sonunda, iki ucdan birine kaymak zorundadır. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “gerçeküstücülük çok önemli bir kültür hareketi, örnek bir davranış haline getirilmiş, burjuva hümanizmasınm içine sokuşturulmak istenmiştir”.3 Son yıllarda gerçeküstücülüğün gizemciliğe yöneldiği de görülüyor. Gerçeküstücülük, devrimci bir hareket olarak, başlangıçta kendisine çizmiş olduğu amaçlara varmamış olsa da, şiir bakımından, yüzyılımızın en önemli akımı olmak özelliğini edinmiştir. Günümüzde, hiçbir şair gerçeküstücülüğün şiir deneyini önce yaşamak sonra da aşmak zorunda olduğunu bilmezlikten gelemez. Yoksa kaçınılmaz biçimde şiirin gelişim çizgisinin gerisinde kalacaktır. Bütün yüceliğine rağmen, gerçeküstücü şiirin de günümüzün duyarlığına yetmediği söylenebilir. Bu şiirin yaşayacak yanlarını benimseyerek aşkın bir düzeyde yeni den değerlendirmek ödevi bugünün şairine düşüyor. Yaratıcılığın yasası, aynı alanda daha önce ortaya konmuş olanlarla hesaplaşmayı, onları özümleyip değerlendirmeyi ve aşmayı gerektiriyor. Yoksa “natiiralizm”i “tabiîlik”,4 “sembolizm”i “ipham”5 sanmaktan; şiir anlayışımızı “gerçeğin düzeninde yapamıyacağımız bu değişikliği, kelimelerin konuşma dilindeki gündelik düzeninde yapmaya”6 dayandırırken, gerçeküstücülüğün eksik ve sığ bir tanımlamasını vermekten kurtulamayız. İçinde bulunduğumuz toplumsal gerçeğin bilinçlerimizi belirlediği; kavrayış gücümüze sınırlar çizdiği doğrudur. Bir ülkenin “az gelişmişliğinin” bireylerinin bilincinde yansıdığı da doğrudur. Ama bilinç sadece bir edilgin yansıma değildir. Bilinç nesnelin bilgisini edindikçe, gerçeğin doğru bir tasarımı ve içinde bulunduğu zorunlulukların bilgisi haline girdikçe edilginlikten kurtulur, kendisini tutsaklaştıran belirlenimleri aşar ve özvarlığıru gerçekleştirme olanağını kazanır. Bilinçle gerçeğin bu diyalektiği politikadaki gelişimin de, sanattaki gelişimin de ilkesidir. Başka bir deyişle, yaratıcılık öznelin ve nesnelin bilgisini zorunlu bir ön-koşul olarak içinde taşır. Ne var ki kendisinin ve nesnelin bilgisine varamayan bilinç gerçekleri çarpık ve bulanık biçimde yansıtmaktan da geri durmaz. Bu açıdan bakmadıkça, edebiyatımızın niçin çocuksu bir kördöğüşü gibi sürüp gittiğini; evren, tarih, toplumsal gerçekler ve dayanmak istediği kültür gerçekleri karşısında niçin eksik ve başarısız bir tavır tutturduğunu anlayamayız. Evrensel değerler taşıyan eserler vermek isteyen kimse, içinde bulunduğumuz köhne düşünsel belirlenimleri aşarak, insan bilincinin ve duyarlığının ucunda yer almak ve ondan başlamak zorundadır. Edebiyatın bilgiye indirgenemeyen bir nitelik taşıdığını ama yine de bilginin tikel bir biçimi olduğunu unutmamak gerekiyor. Gerçeküstücülükle ilgili bir kitabın girişinde bilinç, bilgi ve nesnellikten söz edilmesine şaşanlar olacaktır.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir