Lütfi Filiz – Noktanın Sonsuzluğu

“Alem ancak ilimle anlaşılabilir. İlim arttıkça da âlemler değişir ve çoğalır. İşte biz bu ayrı ayrı âlemleri süratle bir noktada toplayabildiğimizde insan oluruz.” “Âhiret âlemi diye bahsedilen insanın düşünceleridir ve kişi bu âlemde hangi düşüncelerle yaşıyorsa gittiği âlemde de o düşüncelerle yaşayacaktır.” “Kâinat bir noktadan ibaret iken kalem bu noktayı uzatıp harfleri, o harflerden kelimeleri yazmıştır. Her kelimeye birer isim, her isme de ayrı bir huy verildiği için dağdağalar çoğalmıştır. Eğer insan cümleyi bir noktada toplayabilirse geriye ne kâinat, ne de onun dağdağaları kalır.” ‘Noktanın Sonsuzluğu’, tasavvufun temel kavramlarını, derinlemesine açıklayan bir kaynak kitaptır. Lütfi Filiz’in yıllar süren sohbetleri, konuşmadaki akıcı üslup korunarak ve dilin anlaşılır olmasına özen gösterilerek derlenmiştir. Dört ciltten oluşan kitabın 1. cildi Allah, Sıfat, Esma-yı İlâhi ve İnsan konularını içermektedir. Okuyacaklarınız; söz konusu eserden sizin için seçilenlerdir. Noktanın Sonsuzluğu -1- Lütfi Filiz Basım: Eylül 2006 Noktanın Sonsuzluğu -1- Lütfi Filiz Sayfa 5-Allah 10 – Hayr-ı Mahzdır 11 – Hüsn-ü Mutlaktır 12 – İşiten, Gören, Bilendir 14 – Doğmayan ve Doğurmayandır 14 – Evveli ve Sonrası Olmayandır 15 – Öldürüp Diriltendir 15 – Azameti Sonsuz Olandır 16 – Herşeye Kadir ve Adildir – Merhametli ve Affedicidir 19 – Sevginin Kaynağıdır ve Çok Sever 21 – Tüm Mertebeleri, Sıfat ve Esmayı Kendinde Toplayandır 22- Allah Ândadır Sayfa 23 – Her Yerde Hâzır, Nazırdır ve Her Şeyden Münezzehtir 25 – Yegâne Ben’dir 26 – Mühendis-i, Hakikidir 26 -EnBüyük ‘Hayrülmâkiriyn’dir 27 – Ân Nedir, Zaman Nedir? 33 – İlâhi Mertebeler 35 – Hüve (Hû) 36-Allah 38 – Rab 38-Hak 39 – Halk 40 -Yayın Listemiz Noktanın Sonsuzluğu Allah Herşeyin bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Eğer bu başlangıç ve son aynı noktada birleşiyorsa o birleşme noktası esas, gerisi teferruattır. Kâinat da bu kuralın dışında değildir. Onun da bir başlangıcı vardır. İşte “Nokta-yı Kübra” diye kabul edilen o başlangıç noktasına “Allah” denir. Allah’ın varlığının en kesin delili, kâinatın mevcudiyetidir. Nasıl bir resim ressam olmadan meydana gelemezse, kâinat da bir Yaratan olmasaydı meydana gelemezdi. Burada ressam asıl, resim feridir (gölge, yansıma). Allah, zatı itibariyle; kendinden başka bir şey olmayan, kendisinde dolduracak boşluk bulunmayan, her ne düşünürse kendinde mevcut ve müstehlik olan, kendinden kendine: “O gün mülkün sahibi kimdir” <40-16>diye sorulduğunda, kendinden başkası bulunmadığından yine kendi: ” Herşey Allah’ın hükmü altında kahrolmuştur ” <40-16>nidasıyla varlığını kendinde toplayan mertebedir. Bu mertebede Allah’ı Allah’tan başka bilen yoktur. Allah zatî olarak hüsn-ü mutlak, hayr-ı mariz ve bahr-ı amâ diye anılır. Ancak bu yönüyle düşünülemez. Düşünülse bile tam olarak kavranılamaz. Bunları düşünüp anlamaya çalışmak koskoca bir kazanı küçücük bir tencere kapağıyla örtmeye uğraşmaya benzer ki, sonucu baştan bellidir. Bu konuda çok fazla ısrar edildiği takdirde aklî melekeler zarar görebileceği için “Allah’ın halkettiklerini tefekkür edin, Allah’ı tefekkür etmeyin” denmektedir. Elle tutulup, gözle görülemeyen bir şey, ancak örnekle anlatılabilir. Mesela; elektriği ele alalım. Elektrik elle tutulmaz, gözle görülmez, fotoğrafı çekilmez, ama varlığı da inkâr edilemez. Anlaşılması için eserlerini görmek gerekir. Eserleriyse ampulün yanması, buzdolabının buz yapması, vantilatörün rüzgâr vermesi, sobanın ısıtması, fırının içine konanları pişirmesi, radyo ve televizyonun çalışması ve bunlar gibi daha bir çok şeyin gerçekleşmesi, yani elektriğin bu esmalar altında fonksiyonlarını göstermesidir. Ceryan kesiliverdiği anda bu fonksiyonların kaybolması elektriğin varlığının delilidir. Allah da böyledir ve en büyük enerji kaynağıdır. Herşey enerjisini O’ndan alır. O, enerjisini çekiverdiği anda da herşey biter. Onun için ” Aliyyülazîm olan Allah’tan başka kuvvet ve kudret sahibi yoktur ” <18-39>denmektedir. Burada bizi yanıltan husus; eşyayı görüp, ona varlık veriyor olmamızdır. Şey; zâtın, ism-i zahirle zuhurudur. Bunun çoğuluna eşya denir. Buradaki ism-i zahir de ikiye ayrılır. Birincisi; şey’iyyet-i sübut, yani daha zuhura gelmeden önce ilâhi âlemdeki oluşma, ikincisi ise; şey’iyyet-i vücud, yani görünür âlemde meydana çıkmadır. Eşya, âyât-ı müteşabihattır ve yapılıp, yıkılır. Âyât-ı muhkemat olan “Şey” ise, o eşyanın içindeki görünmeyendir ve O’nda yapılıp, yıkılma olmaz. Şeyin zuhuru kelâmla olmuştur. Kelâmsa sıfattır. Oluşma, yahut eserin meydana çıkması; zâtın sıfata inmesi (yani, ileride göreceğimiz Cem’den Hazret-ül Cem’e tenezzül etmesi) ile kemale ermiştir. Bu durum tasavvuf dilinde: “Şey iken, şey’iyyet-i sübut idi, eşya olunca mezahir-ül vücut oldu” denerek ifade edilir. Bunların ne demek olduğunu ilerki bahislerde göreceğiz. Allah’ın eserlerinin başında kâinat ve onun özeti olan insan gelir. Hiç bir şey yoktan var olamayacağına göre, bunların varlığı, ancak var olan bir yaratıcı olmasıyla mümkündür. Allah, en muhteşem eserinin insan olduğunu, Kur’an’da insan için: “Âdem oğullarına mükerremiyet verdik” < 17-70 >, “İnsanı güzel surette yarattık” <95-4>, ” Her şeyi ona musahhar kıldık ” <45-13>demek suretiyle belirtmekte ve insanı yüceltmektedir. Ama maalesef, aslanlar bile insan elinde ehlileşirken, insanın kendini kolay kolay yola getiremediğini görmek üzücü olmaktadır. “Kendinden başka bir şey olmayan ve kendisinde dolduracak boşluk bulunmayan” dedikten sonra kâinattan ve insandan bahsedilince, akla “Bunlar nereden çıktı ve nerededir” soruları takılacaktır. Bu sorulara özet olarak “Kendindendir ve kendindedir” diye cevap verilebilir. Bu cevap, çok muğlak ve anlaşılmaz gibi görünebilir. Anlaşılabilmesi için mertebelerin bilinmesine gerek vardır. İlerleyen sayfalarda mertebeler anlatıldığında, muğlak gibi görünen konu kolayca anlaşılır hale gelecektir. Allah, her olayda Kendi’ni kullarına bildirmektedir. Bazılarımız kaza geçirip ölümden dönmüş, pek çoğumuz hastalanıp yeniden iyileşmiştir. O kişileri kurtarıp, onlara şifa veren kimdir? Kim olacak, Yunus Emre’nin: “Bir ben vardır bende, benden içeri” diyerek ifade ettiği, her yerde hâzır ve nazır olan Varlık!.. 8 Eğer o Varlık olmasaydı ne kâinat olabilirdi, ne de onun özeti olan insan… Onun için kâinat ve insan, Allah’ın, varlığını en güzel ispatlayan eserleridir. “Allah olmasaydı insan bulunmazdı İnsan olmasaydı Allah bilinmezdi ” sözü bu gerçeğin ifadesidir. Allah’ın kâinatı ve insanı yaratmasının nedeni, bilinmek istemesidir. Kâinat, bir sıfattan, yani bir elbiseden ibaret olduğu için, Allah’ı bilemez. Onda dağınık olarak bulunan akıl, zatî olarak lâtif olan insanda toplanmış ve insan bu akılla hem kâinatı, hem kendini, hem de Allah’ı bilmiştir. Kur’an’daki ” Biz âyetlerimizi enfüste ve âfakta gösteririz ki, onların Hakk olduğunu açıkça görüp anlayabilesiniz ” <41-53>âyeti buna işarettir. İleride insanın gelişimiyle ilgili bahislerde teferruatiyle incelenecek olmasına rağmen, burada, tenzih kapısına yönelmeden Allah’ı bulmanın mümkün olmadığını belirtmekte fayda vardır. İnsanı bu kapıya yöneltense ” Lâ ” dır. Allah, sadece kâinatı yaratmakla kalmamıştır. Onu yöneten, perde arkasından idare eden de O’dur. Bu olay Karagöz oynatmaya benzer. Biz perde arkasındaki oynatıcıyı göremeyiz, sadece perdedeki gölgeyi görür ve o gölgenin hareketlerini takip ederiz. Halbuki esas iş, o gölgeyi oynatanda ve o gölgenin ağzından söz söyleyendedir. Allah’ın durumu da böyledir. Böyle olduğunu bizlere bizzat yaşatarak öğretmektedir. İlkokula yeni başladığım yıllar Osmanlı Devleti’nin son devreleriydi. Hemen hemen hiç bir şey bulunmadığı için, aileler çocuklarını okula gönderirken ayaklarına ayakkabı bile alamazlardı. Zaten o devirlerde okullara, şimdiki gibi belirli bir kıyafetle gidilmez, her çocuk Allah ne verdiyse, değişik renklerde elbise, şalvar, püsküllü veya püskülsüz fes, ayakkabı, takunya, “Tulumbacı” adı verilen tabanlı veya tabansız çevirme pabuç, yağmurlu havalarda da “Duvak” denen ve başa geçirilen çuvallarla giderdi. Okulumuza yeni bir öğrenci gelmişti. Sırtında setre pantolu; ayağında bağcıklı, güzel bir ayakkabısı; elinde mavi beyaz üç katlı bir sefertası ve çantası ile muhtemelen üst seviyede bir memur çocuğuydu. Onda gördüklerime imrendiğimi hatırlıyorum. O zamanlar biz anne ve babamıza, şimdiki çocuklar gibi: “Bana şunu al, bana bunu al” diyemezdik. Ayrıca diyebilsek bile, bunlar Tire’de bulunabilen şeyler değildi. O yıllarda ağabeyim Bayındır’da bir dükkân açmıştı. Onun dükkânının alt tarafında kullanılmış eşya satan dellâl pazarı vardı. Ağabeyim bir gün oradan alışveriş edip, kendine Bayram Hoca’nın terekesinden bir çuval kitap alırken, bana da daha giyilmemiş bir potin ve okula giderken yemeğimi götürmem için bir sefertası almış. Ben akşam üzeri okuldan dönünce ağabeyim, “Lütfi, gel bakayım buraya” diye beni çağırdı. Yanına gittiğimde ne göreyim? Çocuğun elinde gördüğümün aynısı bir sefertası ve bir potin… Birden şaşırdım. Çünkü, içimden geçirdiklerimi kimseye söylememiştim. Ağabeyim, ayakkabıyı giymemi söyledi. Giydim. Tam bana göreydi ve ısmarlama gibi ayağıma uydu.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Çok güzel bir eser tamMı pdf den okunmuyormu?