Başlamadan önce, Batı ezoterizminin böyle değerli bir eserini Türk okur ve araştırmacılarına kazandırdığımız için kâlben mutlu olduğumuzu belirtmek isterim. Bu mutluluğumuzu içyüzün hikmet ve gerçeklerini araştıran, evrensel kültüre inanan, çağdaş düşünce sahibi, evrensel dış ve iç aydınlanmadan yana değer veren okurlarla da paylaşıyoruz. Hemen belirtmek isteriz ki, Teozof Max Heindel’in bu eseri daha önce; Arapça, Bulgarca, Almanca, Hollandaca, İngilizce, İspanyolca, Fince, Portekizce, İtalyanca, Fransızca, Rumence, Rusça ve İsveç dilerine de çevrilmiştir. Bu dünya dillerinin yanına eserin yazılmasından tam ‘yüz yıl’ sonra Türkçesini de kazandırmanın dünya ezoterik ve okült kültür mirasına katkı sağlayan bir hizmet olarak görüleceğinin ümidindeyiz. Bu hizmete başlamanın fizik organizesi 30.07.2005 Cumartesi, bir yaz günü İzmir Kordon boyunda bir çay bahçesinde başladı. Ersen, tanıştığımız ilk gün, sohbetimizin ilerleyen saatlerinde heyecanla: “Hakikat yoluna hizmette bulunmak istiyorum” dedi! Ona; “Bilgisiz hizmet olmaz, bilgi evrenseldir, insanların kaybettiği hikmetidir. Hakikate hizmet insanlığa hizmetten geçer, kâlben istiyorsan o zaman sana güzel ve kalıcı bir hizmette bulunman için yardımcı olayım” dedim. Aradan bir hafta ya geçti ya da geçmedi, bu eseri Türkçeye çevirmesini söyleyerek bir kopyasını ona verdim. Aylar sonra, 25 Şubat 2006 Cumartesi günü çalışmalar için tekrar buluştuğumuzda birinci bölümünü tamamlamış olarak getirip teslim etti. Bu bölüm, içyüzcü aydınlanma yoluna hizmet eden değerli dostum Sn. Kemal Menemencioğlu’nun kurduğu www.hermetics.org sitesinde kitap olarak basılmasına kadar ücretsiz olarak yayımlandı. 28.02.2008 tarihinde de eserin çevirisi tamamlandı. Eserin yayınlanma konusunda ülkemizdeki insanların kitap alış, okuma, araştırma alışkanlıkları ile basım masraflarını da dikkate alıp olabildiğince az sayıda basmayı uygun gördük. Eseri 2008 yılında çıkarmayı düşünüyorduk, ancak ekonomik kriz yayınlanmasını bu yüzden bir süre geciktirdi. Bir ‘Teozofi’ eserini ilk defa birinci elden eksiksiz olarak, araya hiçbir yorum konulmadan yazarından birebir çevrilmiş şekliyle eline alarak okumaya başlayacak okurlara aşağıda ‘Teozofi’ hakkında kısa; ancak geniş bir bakış açısından aydınlatıcı detaylı özet bir bilgi sunmak istiyorum. Konu çok geniş, gizemli, hakikat boyutu ile tarihi derinliklere de gittiğinden ayrıca konularla ilgili bağlayıcı ve aydınlatıcı olacağını öngörerek vereceğim bazı bilgilerin de yararlı olacağı fikrindeyim. Teozofi, kısaltılmış olarak ‘Tanrı Hikmeti veya Tanrısal Bilgelik’ demektir. Bu sözcük Yunancada, ‘tanrı’ anlamındaki ‘teos’ sözcüğü ile ‘ilahi bilgelik veya tanrısal bilgi, hikmet’ anlamındaki ‘sophos’ (sophia) sözcüğünün bir araya getirilmesiyle türetilmiştir. İki farklı Teozofi öğretisi vardır. Birisi Doğu Hint Teozofisi diğeri de Batı Hıristiyan Teozofisidir. Doğu Hint ekolüne bağlı Batı Teozofisinin kurucusu, yani bu öğretiyi Batıda cemiyetleştiren Madam Helena Petrovna Hahn Blavatsky’dir. Batı Hıristiyan/İsevî Teozofisi’nin temeli Hint Teozofisi’ne dayanır, ancak genel olarak ondan daha tutarlı ve kavramsal olduğu kabul edilir. Teozofi, ‘Tanrısal Bilgeliğin Hikmeti’ olarak, içyüz (bâtınî/içrek/ ezoterik, gnostik) ve okült (gizli/saklı) öğreti gelenekleri ile bilgisel temelinde kişiye bağlı ruhsal ve medyumsal sezgilere dayanır. Hint teozofisi gibi karışık ve çok çeşitli kavramlardan uzak, daha sade anlatımla idrak edilmesi kolaydır. Batı Hıristiyan/İsevî teozofisi de evrensel hiyerarşiyi, evrensel ilâhi güçlerin farklı işlevlerini açarak anlattığı için Hint teozofisi gibi ‘Monoteist’ olmadığı şeklinde görülür. Monoteizm, ‘Tanrı’nın var ve tek olduğunu kabul eden din, akım ve görüşlere verilen isim olarak açıklanır. Teozofi hakkındaki bu düşünce aklen sığ bir kavram yanılgısıdır. Teozofi, her iki ekolün temelinde insanların algılayarak inandığı ‘Tek Tanrı’ kavramını onların algıladığı dışsal kavramla değil, iç boyuttaki gerçekliği üzerine evrensel katmanlardaki işleyişiyle yorumladığı ve kabul ettiği için hakikati ‘Bilenler’ nezdinde temelinde ‘Mutlak Varlık’ prensibine dayandığı için monoteist olarak kabul edilir. Bu yorumların çoğu her ne kadar sezgilere dayalı olsa da öncesinde deneyimlere bağlı bilgiye sahip olduğu için hakikate yakınlaşmış durumdadır. Kurân bu gerçeğe şöyle işaret eder: “De ki: “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar!” (Zümer [Topluluklar], 9.). Teozofi’nin temeli de ‘marifet ve hakikat ilmi’ne dayanan batınî İslâm sufizminde de görüleceği üzere mabedini taştan topraktan değil, kendi içinde, yani kalbînde inşa etmek için çalışan olgun, kâmil insana çıkar. Çünkü asıl mabet içinde Yüce Tanrı’nın bulunduğu yerdir ve bu noktada da insanın kalbîne işaret etmektedir. Yeryüzünde tanrısal ruh sahibi insandan başka Yüce Tanrı’nın içinde oturduğu hiçbir mabet ve kutsal kabul edilmiş hiçbir mekân olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Tanrısal ve evrensel hakikatten uzak, içyüz öğreti ve gerçeklerini bilmeyen, iç boyuttan yaşayarak tecrübe sahibi olmamış, dış yüz bilgi ve öğretisine/eğitimine tâbi insanların gözünde bu yorum ne acıdır ki çok tanrılı bir inançla tek Tanrı’yı inkâr anlamına gelmektedir. Bu görüş gerçekte çok yanlış bir değer, aslı olmayan gerçek dışı bir kavramdır. Teozofi’nin en temeli mutlak varlık olan ‘ Zât’, ‘Allah’, ‘Ein Soph’, ‘Parabrahma’ vb. denkteki anlama gelen ‘başlangıçsız, sonsuz ve tarifsiz mutlak varlığı’ gerçek, yani asıl Tanrı olarak kabûl eden kuramının özünü oluşturur. Bu konuda görüşünüzün derinleşmesi için size çok basit bir örnek vermek istiyorum. Bu durumu şuna benzetirim; bir holding düşünün. Bu holdingin bir patronu ve de yüzlerce çalışanı vardır. Patron tüm işleri birebir kendisi yapmaz, yapamaz; kendisi işin, idarenin başıdır, başındadır. Yardımcıları, genel müdürleri, müdürleri, şefleri çeşitli elemanlarıyla şirket hiyerarşik bir yapıda bir bütün olarak hareket eder. Hiçbir çalışan patronun haberi olmadan, ondan bağımsız olarak, yetkilerini aşarak farklı bir iş ve idarede bulunamaz, yönetim kurulunun aldığı kararlara uymak zorunluluğu vardır. Şirketin idaresinde görev alacakların yetki paylaşımı yönetim kurulu başkanının direktifi doğrultusunda üyeler tarafından liyakatle belirlenir. Bu holdingin bünyesindeki şirketlerde çalışan tüm insanlar makamları ne olursa olsun hepsi istinasız önce şirket ve patron için çalışırlar. Patron bu işi tek başına yapamaz, işlerin yürütülmesi, hayata geçirilmesi için muhtelif elemanlara ihtiyacı vardır. Her görevli birey patronun varlığını, gücünü hissederek sanki o yanındaymış gibi, ondan aldığı yetki ile belirlenmiş bir alanda çalışır. Mutlak varlık da soyut olduğu için kendi soyutluğunun dışında ve farklı yoğun katları, yani titreşimleri tutamaz. O, hepsinde onların en soyut öz varlığı olarak bulunur; ancak onlara hükmetmek için bu yoğunlukta görünen bir temsilci atar, işlerini bu atadığı görevlilere yaptırır. Onlar idareci kadrolar olarak yönetim kurulu başkanı ile yönetim kurulunun, yani iç boyutta “Yüce Meclis”in yakınında olanlardır. Hakikatte de durum burada olanlardan pek farklı değildir! Bu olgu sonsuz evrenin tanrısal hiyerarşisini meydana getirirken mutlak varlığa asla bir eşitlik, denklik veya şirk yaratmaz. Her şey “O”nun bilgisi altında oluşmuştur. Sonuç olarak insanların çoğu dış yüzünde sadece holding patronunun ismini duyduğu için onu tanır, onun çeşitli kademelerde çalışanlarını tanımaz! Bunu insanların inançlarına vurduğumuzda, muhtelif dinlere inanan insanlar da ‘Tek Tanrı’yı, bağlı oldukları peygamberleri bilir, kabûl eder ve “O”na yönelirler. Yüce Tanrı’nın evrenlerdeki diğer muhtelif yardımcılarından, yaptıkları işlerin detaylarından bilgi ve haberleri yoktur. İşte, bu bâtınî veya deneysel okült öğretiler çeşitli formlardaki/titreşimlerdeki yardımcıların içyüzden özler olarak tanınmasına yöneliktir, dış yüzden onlara tapınılmasına değil! Güneşin aydınlatmak veya ısıtmak için yeryüzüne kendisi gelseydi dünyada hiçbir şey canlı olarak kalamazdı, bu sebeple güneşin kendi değil; onu temsil eden ışınları gelir, ama insan güneş geldi der! İnsan bir şeyi elleri ile tutar ama, ben tuttum der. Bir şey söylerken dilini kullanır ama, ben söyledim der, yani dil, bir organ olarak kişinin ruhu, zatı adına kişiyi temsil eder. Kurân, bu evrensel hiyerarşiye hakikat boyutundan şöyle işaret eder: “Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Biziz o saf saf dizilenler, biziz! Biziz o tespih edenler, biziz ” derler. [1] “Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi? Attığınız meniyi gördünüz mü? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez! Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye!” [2] Bu ayetler Yüce Tanrı’ya bağlı evrensel hiyerarşik gerçeği özet olarak Hz. Muhammed’in kalbî doğuşundan insanlara düşünmeleri için sunmaktadır. Bu ayetlerde insanın yaratıcısı olan “Biz”lerin ne olduğu, “Biz”lerin insanın ecelini belirledikleri, insanın öldükten sonra yeniden başka bir kimlikte tekrar dünyaya gönderildiğine (tekrar bedenlenme-reenkarnasyon) açıkça işaret etmektedir.
Max Heindel – Gül-Haç Evren Kavramı
PDF Kitap İndir |