Terry Eagleton – Tanrı’nın Ölümü ve Kültür

Kitabın başlığı; dini sıkıcı, anlamsız ya da saldırgan bulanların hevesini kırmasın. Bu kitap Tanrı’dan ziyade, onun bariz şekilde gözden kayboluşunun yol açtığı kriz hakkındadır. Bu konunun izini süren kitap, Aydınlanma ile başlayıp, radikal İslam’ın ve sözüm ona teröre karşı savaşın yükselişiyle bitiyor. Perdeyi Tanrı’nın on sekizinci yüzyıl akılcılığı karşısında nasıl hayatta kaldığını göstererek açıyor, inançsız olduğu varsayılan çağımızda sarsıcı bir şekilde yeniden belirişiyle kapatıyorum. Aktarmam gereken hikâye, başka şeylerin yanı sıra, ateizmin hiç de göründüğü kadar kolay olmadığını anlatıyor. Din, siyasi egemenliği meşrulaştırmanın en güçlü yollarından biri olageldi. Hiç kuşkusuz, onu bu tür bir işleve indirgemek saçma olacaktır. İktidarın namert bir özürcüsü olarak rüştünü ispatladıysa da, zaman zaman ona saplanmış bir diken rolü de üstlendi. Fakat Tanrı, siyasal otoritenin idamesinde öylesine hayati bir rol oynayageldi ki, ona pek de körlemesine bir inanç beslemeyenler dahi seküler bir çağda etkisinin sönümlenişini soğukkanlılıkla karşılayamadı. Aydınlanma Aklı’ndan modernist sanata ne var ne yoksa, Tanrı’ya vekalet eden aşkınlık formları sunarak vaktiyle onun doldurduğu boşluğu kapama vazifesi üstlendi. İddiamın bir boyutu da, bu vekillerin en maharetlisinin –kavramın dar değil, geniş anlamıyla– kültür olduğudur. Tüm bu geçici vekillerin başka işleri de vardı. Tek yaptıkları, ilahilik formlarını ikame etmek değildi. Din kurnazca başka kılıklara bürünerek hayatta kaldı, evet; ama en az bunun kadar, sekülerleşerek yok oldu da. Ne var ki sanat, Akıl, kültür ve benzerleri kendi müreffeh hayatlarına sahip olsalar bile, zaman zaman bu ideolojik yükü taşımaya davet edildiler ve buna ehil olmadıklarını her seferinde ispatladılar.


Hikâyemin bir kısmı, Tanrı’nın bu naiplerinden hiçbirinin pek ikna edici olamaması. Kadiri mutlak Tanrı’yı ıskartaya çıkarmanın çok zor olduğu görüldü. Aslına bakılırsa bu, kitabın anlatması gereken hikâyenin belki de en sıra dışı boyutu. Tekrar ve tekrar, en azından postmodernizmin gelip çattığı ana kadar, hakiki bir ateizm gibi görünen şeyin hiç de öyle olmadığı anlaşıldı. Bu kitaptaki tartışma boyunca gündeme gelen bir diğer mesele, dinin –kültür tarafından asla yeterince taklit edilemeyen– teori ile pratiği, seçkinler ile halkı, ruh ile duyuları birleştirme kabiliyetidir. Dinin kolayca popüler kültürün en direngen ve evrensel formuna dönüşmesinin nedenlerinden biri de budur. Gerçi birkaç üniversitenin kültürel çalışmalar broşürüne göz gezdirirseniz böyle olmadığını düşünebilirsiniz. Bu yazında “din” sözcüğü, neredeyse şu cümle kadar sık beliriverir: “Uygar seçkinlerin değerlerini, ayaktakımının kurtlanmış pençelerinden korumak zorundayız.” Günümüzde neredeyse tüm kültür teorisyenleri, sırf kendi kişisel beğenilerine hitap etmiyor diye, milyarca sıradan erkek ve kadının en yaşamsal inanç ve faaliyetlerini sessizlikle geçiştirir. Gelin görün ki, pek çoğu aynı zamanda önyargının ateşli birer karşıtıdır. Bu kitap hayatına, Nottingham Üniversitesi’nde 2012 yılının Haliç Seminerleri olarak başladı. Etkinliği organize eden Profesör Thomas O’Loughlin’e güler yüzlü ve mahir konukseverliği için teşekkür etmek isterim. Aynı zamanda John ve Alison Milbank’e de Nottingham’da kalırken gösterdikleri dostluk ve konukseverlik için müteşekkirim. Peter Dews ve Paul Hamilton taslağı her zamanki derin bakışları ve titizlikleriyle okuyarak faydalı önerilerde bulundular.


Toplumlar dinden bütünüyle vazgeçtiklerinde değil, artık bilhassa onun tarafından uyarılmadıklarında sekülerleşir.


1 2011 tarihinde Britanya’da yapılan bir ankette, katılımcıların yüzde 61’i bir dine inandığını belirtirken, sadece yüzde 29’u kendini dindar olarak tanımlamıştır. Kastettikleri şey, muhtemelen, bir dinsel gruba dâhil olmalarına rağmen, bu konuda özel bir şevke sahip olmadıklarıdır. Şakayla karışık söylendiği gibi, din gündelik yaşamınıza müdahil olmaya başladığı anda, ondan vazgeçmenin zamanı gelmiştir. Bu açıdan alkolle belirgin bir benzerlik taşır. Bir diğer sekülerleşme göstergesi, sadece kilise ayinlerine katılım oranının düşmesi ya da Katoliklerin gizemli bir şekilde çocuk sahibi olmamaları değil, dinsel inancın siyasal alanda hayati bir gündem olmaktan çıkmasıdır. Bu illa ki dinin biçimsel olarak özelleşmesi ve devletten ayrışması anlamına gelmez; fakat bunlar olmasa dahi, kamu mülkü olmaktan etkili şekilde çıkarılmış ve –evcil kemirgen beslemek ya da porselen koleksiyonu yapmak gibi– kamu hayatında giderek daha az yankısı olan bir tür kişisel uğraş olmaya doğru daralmıştır. Max Weber, matemli bir ruh haliyle, modern çağda “nihai ve en yüce değerler kamusal yaşamdan ya mistik yaşamın aşkın alanına ya da doğrudan ve kişisel insan ilişkilerinin kardeşlik bağlarına doğru ricat etmiştir” 2 der. Tanrı’nın krallığı âdeta yerini Bloomsbury Grubu’na bırakmıştır. Bu anlamda din, sembolik alan olarak adlandırılabilecek şeyin diğer iki ana bileşeninin, sanat ve cinselliğin yörüngesini izler. Modern çağ ilerledikçe, onlar da kamu mülkiyetinden özel mülkiyete geçme eğilimi gösterir. Vaktiyle Tanrı’yı metheden, bir hamiyi pohpohlayan, bir monarkı eğlendiren ya da kabilenin askerî kahramanlıklarını kutlayan sanat, artık büyük ölçüde bireysel bir kendini ifade ediş meselesidir. Bir tavan arasına kapatılmış olmasa da, tipik haliyle, işini hanedanın, kilisenin, sarayın ya da kamusal meydanların hengâmesi içinde icra etmez. Protestanlık da Tanrı’yı, bireysel yaşamın en gizli kovuklarında bulur. Modernliğin yerleşiklik kazandığından, piskoposlar gibi sanatçıların asılması da beklenmedik bir olaya dönüştüğünde emin olabiliriz. Buna değecek kadar önemli değillerdir.

1688 sonrası İngiltere’de kilise ve devlet ayrılığı öylesine yapılanmıştı ki; dinsel tartışmalar, büyük ölçüde, siyasal ithamlara maruz kalma ya da bireysel özgürlüğü yitirme korkusu olmaksızın yürütülebilirdi. Paris’te fitne kaynağı görülebilecek fikirler, Londra’da serbestçe dolanabiliyordu. Dinsel gerilimler, devletin temellerine bir tehdit arz etmezdi. Şiar, pas de zéle [heyecan yok] idi. Dinsel şüpheciler de vatan haini gibi davranmaya meyletmezdi. Toplumsal ve siyasal düzenin içine rahatlıkla yerleşip kurulan İngiliz Aydınlanması’nın militanlıktan belirgin şekilde uzak karakteri bundandı. Felsefi kavramlarla ifade edersek, arka planı akılcı olmaktan ziyade deneyci, Spinoza’dan ziyade Locke’tu. Şanlı Devrim’in ana akım kültürü fikren ilkinden beslenirken; ikincisinden ilham alan, radikal ve yarı gizli Aydınlanma’ydı. Shaftesbury Kontu gibi asilzade bir Whig için ilah, temelde bir İngiliz centilmeniydi. On yedinci yüzyılın yüksekten atıp tutan ve bir eleştirmenin tabiriyle “coşku psikopatisi” 3 içinde öfkeden kuduran pleblerin tapındığı o eski cimri fanatik olmadığı kesindi. Voltaire’in İngilizler hakkındaki gözlemine göre, “kâfir adını, sadece iflas edenlere yakıştırıyorlar”dı. 4 Dinsel coşkunluk konusunda benzer bir çekingenlik günümüz İngiltere’sinde de mevcuttur. Kraliçenin din görevlisinin, birini Kuzu’nun kanında yıkanmış mı diye soruşturması beklenmez. Özellikle bilim ve din üzerindeki Viktoryen çekişmeler, kültür endüstrisi, cinselliğin devlet tarafından düzenlenişi ve benzerleri düşünüldüğünde, sembolik alanın özelleşmesi hayli görece bir olgudur. Bugün dinin kamusal alandan sürüldüğünü yalanlayan en aşikâr örnek, ABD’dir.

Geç modernlik (ya da tercihen postmodernlik), bu sembolik faaliyetlerin bazılarını tekrar kamu mülkiyetine geçirmiştir. Bunlardan biri de, çeşitli yeniden doğuş ve köktendincilik hareketleriyle beraber bir kez daha hesaba katılması gereken bir siyasi güce dönüşen dindir. Estetik, hakeza, toplumsallığın çeperinden geri çağrılarak, nüfuzunu gündelik hayata doğru genişletmektedir. Cinsellik de, özellikle kadın hareketi ve cinsel azınlıkların militan yükselişi bünyesinde tekrar siyasallaşmaktadır. Yüksek modernliğe ise, bunun aksine, sembolik ve siyasal/ekonomik alanların ayrışması (bir yandan sembolik faaliyetleri yeni olanaklar için özgürleştirirken, öte yandan onları tali bir konuma sürgün eden bir ayrışma)damga vururdu. Dolayısıyla aynı zamanda hem bir kayıp, hem de bir kazanım söz konusudur. Ahlak polisi artık yatak odanızın kapısını kırmıyorsa; bu kısmen, bireyci bir kültürde cinselliğinizin sizden başka kimseyi ilgilendirmiyor oluşundandır. Fransa, Almanya, Hollanda ve tüm kıta Avrupa’sında on sekizinci yüzyıl Aydınlanması, hiç kuşkusuz, dinsel inanç tartışmalarıyla körüklendi. 5 Aslına bakılırsa bu, önceki yüzyılda Kıta’yı kan revan içinde bırakan ve paramparça eden azgın mezhep çatışmalarının daha barışçıl araçlarla devamıydı. Fakat söz konusu olan şey artık bir Katolik-Protestan değil, inanç-Akıl çatışması; bir meydan muharebesi değil, bir polemik meselesiydi. Bir entelektüel tarih klişesidir; Aydınlanma bilim, Doğa, Akıl, ilerleme ve toplumsal yeniden inşayla hayli meşgul olsa da, en önem verdiği şey, onda en çok garez ve ahlaki öfke uyandıran meseleydi: din. Jonathan Israel’e göre Aydınlanma’nın “ilk yüz elli yıl başlıca meşgalesi –ve basılı materyallerde en meşgul olduğu tema– kilise otoritesine, teolojik dünya görüşüne, toplumsal ve siyasal düzenin ve baskının bir enstrümanı olarak görülen dine karşı amansız savaşı”dır. 6 Frank Manuel “Aydınlanma insanının hem inancı hem inançsızlığında, insan doğasına dair bir irdeleme olan dinden muazzam ölçüde rahatsız olduğuna” 7 dikkat çeker. J.G.

Cottingham, “Aydınlanma’nın iç uyumu ve güveni, dinsel temellere dayanır” 8 der. Tüm tarih; gözünü iktidar hırsı bürümüş bir ruhban kasta karşı seküler mücadelenin tarihidir. Hegel Tinin Görüngübilimi’nde, Aydınlanma’nın ebedi kaygısının dine karşı mücadele olduğunu belirtir. Gerçi aynı zamanda şunda da ısrar eder: Dinsel inanç her durumda, ilahiliğin teorik bilgisi ya da bilimi olarak bir önerme statüsüne indirgenmiş olduğundan, onu kuşatan akılcılık gibi yoksullaştığı ölçüde büyümüştür. Bu konuya, ilerleyen sayfalarda tekrar döneceğiz. Radikal Aydınlanmacılığa ilişkin yetkin çalışmasında Jonathan Israel, “Aydınlanma’nın ilk döneminin merkezinde, teolojik tartışma yatar” gözleminde bulunur. Ona göre “Dinsel inanışları ve değerleri sarsarak modern Batı’yı sekülerleşmeye sürükleyen tümüyle öngörülemez iman krizinin kaynağı; ne bilim …ne yeni coğrafi keşifler, hatta ne de kendi başına felsefedir; asıl neden, eski ve yeniyi teolojik kavramlarla bağdaştırmanın olağanüstü güçlüğü ve nihayet, 1740’lara gelindiğinde, teoloji, felsefe, siyaset ve bilim arasında yeni bir genel sentez kurmaya dönük tüm girişimlerin açıkça çökmesidir.” 9 Israel, bu manevi krizin kökeninin baştan sona maddi tarihte yattığına işaret eder: on yedinci yüzyıl sonları ve on sekizinci yüzyıl başlarında Avrupa ticaretinin ve emperyalizmin yayılması, büyük uluslararası tekellerin hızla büyümesi, diasporanın alt üst edici sonuçları, yeni bir toplumsal farklılaşma ve akışkanlık, yeni teknolojilerin etkisi, geleneksel toplumsal hiyerarşilerin ve onlara eşlik eden sembolik sistemlerin kısmi çözülüşü ve benzerleri. Aydınlanma inanç meselesini dert edinmiş olabilir; fakat özel olarak din karşıtı değildir. “… Aydınlanma’yı temelde din dışı ve karşıtı bir çağ olarak ele alabileceğimiz şüphelidir” der Ernst Cassirer, “… temel gaye (özellikle Alman Aydınlanması’nda) dinin değil, onun ‘aşkın’ meşrulaştırımının ve temelinin çözülmesidir.” 10 Modern Avrupa dillerinde on yedinci yüzyıla kadar “ateizm” sözcüğüne rastlanmadığını ve sonrasında da kayda değer bir zaman dilimi boyunca böyle bir konumun gerçekten mümkün olup olmadığından şüphe edildiğini anımsatmak gerekir. Malcolm Bull’un müstehzi bir ifadeyle belirttiği gibi, “ateizm her yerde lanetlenirken, aynı zamanda varlığı dahi imkansız görülüyordu” 11 (Buna rağmen, 1666 yılında Avam Kamarası’nın Londra’daki yangın ve vebadan Thomas Hobbes’un ateizmini sorumlu tuttuğuna dikkat çekilebilir). 12 Vaaz kürsülerinden lanetlenen ve yakılarak öldürülen çoğu sözde ateist, aslında hiç de tanrıtanımaz değildi. Bull’un belirttiği gibi, tanrıtanımazlığı tartışmasız ilk modern ateistler, kavramın ortaya çıkışından bir yüzyıl sonra sahne aldı ve “ateizm” sözcüğünün yaygın olarak kullanılmaya başlaması da on sekizinci yüzyılı buldu. Bull’a göre ateizm, ateistlerden önce ortaya çıktı; tıpkı anarşizmin etten ve kemikten anarşistlerin belirmesinden önce keşfedilmiş olması ve nihilizmin nihilistleri öncelemesi gibi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir