Stephen Kuusisto – Körler Gezegeni

BÜYÜK MERKEZ İSTASYONA rehber köpeğim sarı labra-dor Corky ile girdim. Köpek ve adam, ikimiz; saat beşte işten eve dönen binlerce yolcunun itip kakması arasında kararsız duruyoruz. Onların yanında Corky ve ben iki denizaslanı gibi sanki yavaş çekimdeyiz. Kendimizi aniden okyanusta bulmuşuz ve burada, yankesicilerin ve belalıların cirit attığı bu demiryolu terminalinde, farklı bir tempoda hareket ediyoruz. Garip bir şeyler var bizde; köpeğin mükemmel dengesi, adamın dik duruşu, kim bilir, yay çizmiş ay kadar taze bir ruh belki, beklemekte olduğumuz o ay, yeni bir ışık getiren. İşte bu bizim tren istasyonumuz, Hermes için bir tapınak. Devasa kemer içinden akıp gidiyoruz; trenimizi veya danışma kulübesini nasıl bulacağımız hakkında hiçbir fikrimiz olmadan. Ve şu anda önemli değil. Kaybolmanın hiçbir kargaşası veya endişesi bize ulaşamaz; çünkü hareket etmek kutsaldır, hareketin kendisi Kudüs’ten bir esintidir. Şu benim körlüğüm, hâlâ esintiye kapılmış gibi görünen renkler ve şekiller görmeme izin veriyor; büyük terminal, dalgalanan katran karanlıkları ve gül kırmızısı elektrik ışıkları içinde muhteşem bir güzellikte. Nerede olduğumuzu bilmiyoruz ve dünya tehlikeli de olsa, güzelliği ile büyüleyici. Leke gibi bir görüşü olan ve kaybolmuş bir adam için bile, burada şu an, sadece ayakta durmak ve yaşayan bir sirk gibi havayı içine çekmek; mutluluk gözyaşları bunlar için. Bir istasyon görevlisi beni trenime götürmeyi öneriyor. Onun dirseğini hafifçe tutuyorum, Corky yanımızda bizi izliyor ve binanın altındaki tünellere iniyoruz. Bir yabancıya güvenmeye karar verdim.


Körler gezegenine hoş geldiniz. “Çünkü güneş ve ay istenen biçime giren maskelerini sunar; fakat bu uygar alaca karanlıkta herkes kendi yüzünü takmak zorundadır.” W. H. Auden, “Horae Canonicae” KÖRLÜK, GÖRENLER tarafından genellikle ya hep ya da hiç bir durum olarak algılanır: İnsan ya görür ya da görmez. Ama çoğu zaman kör bir insan, bir dizi perde deneyimi yaşar: Dünyaya, kire bulanmış ve kırılmış pencere camlarından bakarım. İlerideki şekiller ve renkler Tristan’ın gemisinin yelkenlerini veya havada yüzen bir fil kulağını akla getirir; oysa gerçekte bu, Nisan rüzgârının şişirdiği London Fog yağmurluğu içindeki orta yaşlı bir adamdır. O Homeros’un yer altı dünyasında betimlediği ölü Yunan büyükleri gibidir. Gün ışığı ya da alaca karanlığın helyog-rafik 1 bükülmelerinde, karşılaştığım herkes Kharon’un 2 nehrini geçmekte. İnsanlar arı kovanları gibi parıldıyor. 1955 yılının mart ayında New Hampshire-Exeter hastanesinde üç ay erken doğdum. Tek yumurta ikiz kardeşim tam olarak bir gün yaşadı. Birlikte 2-3 kilo geliyorduk ve ikizimin ölümü sonrasında ben daha da zayıfladım. Yaşama şansımın çok düşük olduğu düşünülüyordu; kuvöze alındım ve bana oksijen verdiler. Bir hafta içinde ağırlığım dengelendi ve sonra büyümeye başladım.

Ellili ve altmışlı yıllarda erken doğan birçok çocuk görme engelli olmuştur. Bu olgu “erken doğumdan kaynaklanan retinopati (EDR)” olarak bilinir (Hâlâ bulunmakla birlikte artık az görülmektedir.). Retinaların incecik kan damarları hamileliğin son üç ayında oluşur, bu yüzden eğer çocuk erken doğmuşsa, retinalar çoğu zaman gelişimini tamamlayamaz. Ellili yıllarda kuvözlere aşırı oksijen verilirdi ve bu da retinopatiyi daha da kötüleştirir-di; aşırı oksijenli kuvözlerdeki bebekler çoğu zaman kör olurdu. Bana gelince, benim retinalarım yara almıştı. Helyograf: Astrolojide güneşin fotoğrafını çekmeye yarayan gereç. (Ç.N.) Kharon: Yunan mitolojisinde ölülerin ruhlarını Styks ırmağından geçirip, yeraltı ülkesine götüren kayıkçı. (Ç.N.) Nistagmus, EDR’nin bir başka yan etkisidir. Gözlerim denetimsiz biçimde aniden hareket eder ve çoğunlukla kafamın içinde zıplarmış gibi olur. Bu tür “sıçrayan gözler” odaklanmayı neredeyse olanaksız kılar.

Aynı zamanda strabizm ya da şaşılıkla doğmuştum ve daha sonraki bir ameliyatla bunu düzeltmeye çalıştılarsa da operasyon sadece estetik bir girişimdi; gözlerimin üzerinde hiçbir zaman kas denetimi kazanamadım. Yasal körlüğün tanımı 20/200’dür. Normal bir insanın 60 metrelik bir uzaklıktan gördüğünü, kör insan ancak 6 metreden görebilir. Çocukluğumdaki en iyi görme yeteneğim sol gözümde 20/200’dü. Eğer baskı koyu ve büyükse, o gözümü kâğıda dayayıp belki bir şeyler okuyabilecek kadar kas denetimim vardı. Kırk yaşıma kadar bu işi her keresinde yarım saat olacak şekilde yapabiliyordum. Daha sonra, giderilemeyen kataraktlar bunu olanaksız hale getirdi. En başından beri sağ gözüm okuyamadı; çalıdaki bir sığırcık gibi zıplar, burnumun ucundaki kısa süreli renkleri kaydederdi. Biraz görüşü olan bir körün algılaması hem büyülü hem de rahatsız edicidir. Önünüzde bir şey yoktur, arkanızda da. Aniden sisten çıkıveren bir adamın şekli önünüzde belirir. Ne kadar güzel ve aynı zamanda ne kadar berbat… Fiziksel dünyanın yinelenen belirişi ve ortadan kayboluşu; bu çılgın ve kutsal bir görme gücüdür. Kız kardeşim bir zamanlar Almanya’nın güneyinde bir Hindu aşramında bir süre meditasyon yapmış ve bildiğimiz havanın yaşayan taneciklerden oluşan göz kamaştırıcı bir girdaba dönüşmesini görmüş olarak eve dönmüştü. Onun öyküsünü dinlerken, şafak vakti tek başıma yürüdüğümü düşündüm; sabah ışığının buzlu cam gibi olduğunu. Bu tür şeyleri köşedeki dükkâna süt almaya giderken de görebilirim.

Dev bir soyut resmin içinde yaşamak gibidir bu. Jackson Pollock’un damlatma tekniği ile yaptığı Mavi Kutuplar akla geliyor; bir gelgit akıntısı, ışıkla dolmuş, kocaman, canlı bir bulut. Buzulsu bir görme bu; bir buz mağarasında sırtüstü uzanıp kobalt mavisi güneşe bakmak gibi. Güzellik tabii ki duruma bağlıdır. Çok az görüşü olan benim gibi birçok kişi ışıktan korkar ve bu kişiler için gün ışığı acı vericidir. Olabilecek en koyu gözlükleri takmadan dışarıya çıkamam. Bir dükkâna veya restorana girdiğimde tamamen körüm. Gözlerim alıştığında yine de menüyü okuyamam ya da garsonun dikkatini çekemem. Gözlerim gümüş iplikler, bereketli yeşiller, güller ve dumandan oluşan bana has bir bayırda dans eder. Böyle vals yapmak kolay değildir. Kör olduğumu bilerek yetiştim; fakat bana bunu inkâr etmeyi öğrettiler, bu yüzden de kuru çimen gibi öne eğik büyüdüm. Gururla ayağa kalkamadım; ama geri de çekilemedim. Annemin anlaşılması zor cesareti ve inkârını yansıttım ve bastonum olmadan her yere baş döndürücü hızlarla yürüdüm. Yine de kendi kör varlığımdan, bu kararmış dolmenden utanmaya devam ettim. Benim çevremde kör ve körlük sözcükleri ender olarak söylenmeliydi.

Bunu, örnek oluşturacak performansımla sağlardım. Annem o sözden kaçınır, onu kansere yakın bir düzeye indirirdi. İlk gözlüğüm bana üç yaşında verilmişti. Onları gizlice bahçeye taşımış ve ravent bitkisinin büyük yaprakları altına gömmüştüm. Bir yıl sonra gözlük, ailem ve ben İskandinavya’ya tatile giderken evi kiralayan aile tarafından keşfedildi. Bu küçücük altın çerçeveli gözlüğün yerin altına nasıl girmiş olduğunu anlayamadılar. Bir zamanlar, ben dokuz ya da on yaşındayken, benden dört yaş küçük olan kız kardeşim Carol, esinlenmiş olarak okuldan eve döndü. Sınıfta, kör olmuş ve bir rehber köpek yardımıyla hayatı değişmiş genç bir kadın hakkında bir kitap okumuştu. Carol, ailemizin golden retriever köpeği yardımıyla kör taklidi yaptığında ona nasıl kar attığımı hatırlıyor. Onun arkasından koşmuş ve buz ile canını yakmıştım. Kim kör olmayı seçerdi ki?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir