A. S. Byatt – Oyun

“Yine bekleriz” dedi Julia. Merdivenlerin başında onları durdurup gülümseyerek üsteledi. “Çok seviniriz. Mutlaka gelin.” Kapının önünde bir arada duruyorlardı. Dışarıdaki soğuğa karşı kaldırdıkları yakalarının üstünde yuvarlak yüzleri solgundu. “Söz mü?’ dedi Julia. Söz verdiler ve döne döne merdivenlerden inmeye başladılar. Julia trabzandan eğilip gözlerinde sevecen bir bakışla onların esmer başlarını üç kat boyunca izledi; ayak seslerinin uzaklaşması ona hüzün verdi. Aşağıda durup yusyuvarlak yüzlerini kaldırarak yukarıya baktılar. “Teşekkür ederiz” diye seslendiler. Julia da seslendi: “Biz teşekkür ederiz.” Bir an durup parmaklarındaki yüzüklerle oynadı. Hepsi de gösterişli biçimlerde, oymalı ve işlemeli bir sürü gümüş ve bronz yüzüğü vardı. Elleri bunlardan dolayı sanki biraz ağırlaşmıştı.


Sonra dönüp eve girdi. Çatı katındaki salonda her şey sıcak görünüşlüydü. Şöminedeki odunlar hâlâ yanıyordu; odaya hafif bir duman çökmüştü. Yer cilalı tahtayla kaplıydı, üzerine tüylü halılar serilmişti; şöminenin önünde, Julia’nın çenesini dizlerine dayayarak oturduğu bir iki alçak puf vardı. Alçak bir sehpanın üstünde toprak rengi kahve fincanları, paslanmaz çelikten iki meyve kâsesi ve üzerinde likör kadehleriyle kırmızı bir cam tepsi duruyordu. Julia’nın burnuna duman ve şarap kokusu geldi. İçinde bir sıkıntı vardı. Bir yerde tabaklar şangırdadı. Salonu geçip mutfağa girdi. Kocası, üzerinde gömleği, açık duman mavisi rengindeki bulaşık çukurunun önünde, floresan ışığının altında, suyla parlayan tabakları birbiri ardı sıra, paslanmaz, çelikten bulaşıklığa diziyordu. “Bulaşığın acelesi yoktu.” “Şimdi biter. Her şey yerli yerinde olmazsa içim rahat etmiyor.” Teselli edercesine baktı karısına. “Yardım etmek zorunda değilsin.

” Julia eline bir bez aldı. “Thor” dedi, “iyi geçti, değil mi? Memnun kaldılar, değil mi? Yani, şu bal sosunu denemem iyi oldu mu dersin?” Birkaç tabak kuruladı. “Benden hoşlandılar, değil mi? insan birisinin kendisinden hoşlanıp hoşlanmadığını anlar. Ben onlardan çok hoşlandım. Tam dost olunacak insanlar…” “Evet” dedi Thor. Eline koyu mavi bir bez alıp bıçakları parlatmaya koyuldu. Kısa sarı saçları ışıkta büsbütün açık bir renge bürünmüştü. “Sanırım seni programına çıkarmayı önerecek” dedi biraz sonra. Julia ellerini inceliyordu. “Ben böyle bir istekte bulunmadım ondan.” “Biliyorum, istekte bulunduğunu düşünmüyoıdur zaten. Senden hoşlandı. Capcanlı bir kişiliğin olduğunu söyledi.” “Öyle mi dedi?” Julia yine oturma odasına döndü. “Sahi öyle mi dedi? Thor? Bence asıl o capcanlı, öyle değil mi? Onu görür görmez bunu düşündüm.

Öylesine enerji dolu ki. Her şeyle yakından ilgili. Bu da kolay kolay rastlanacak bir özellik değil. Sonra çok da zeki, ikisi de çok zeki…” Şöminenin önündeki deri pufa oturdu. “Acaba çok mu konuştum? Hep çok konuşurum, kendimi kaptırırım. Senin ne düşündüğünü biliyorum… İnsan onunla her konuda konuşabilir. Aşağı yukarı her konuda. Eminim çok konuştuğumu düşünmüştür.” “Niye öyle düşünsün? İlgi gösterdi.” Bir an durup düşündü. “Her konuda konuşabileceğin bir sürü insan var, Julia.” Bu cümlede hangi sözcüğün vurgulu olduğuna Julia karar veremedi. Kocasının Norveç kökenli olduğunu gösteren belirtilerden biri de cümlelerindeki tekdüze tınıydı. Dolayısıyla Julia, onun kendisine sitem edip etmediğini anlayamıyordu. Kocasının bu özelliği Julia’da, neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda bir kararsızlık yaratıyordu.

“Geveze olduğumu düşündüyse çok üzülürüm.” “Böyle düşündüğünü sanmıyorum.” “Sahi mi?” “Sahi.” Bir sessizlik oldu. “Keşke hep böyle kendimi kaptırmasam.” Thor kocaman elini onun omzuna koyarak beyaz krep giysisinin üzerinden okşadı onu. “Julia… arada sırada kendini bir bırak. Her şeyi bu kadar ciddiye alma. Bu iyi bir şey değil.” Julia hemen omuzlarını silkti, sonra gevşedi. “Ciddiye almak gerek. Önemsemek gerek. Ben yeni yeni insanlar tanımayı seviyorum, gerçekten…” “Ben bunu demek istemiyorum. Sana verileni, karşına çıkanı almıyorsun.” “Bense öyle yaptığımı sanıyorum.

Sen de bundan yakınmıyor muydun? Alıyorum, alıyorum, alıyorum. Her şey veriliyor. Altından kalkamayacağım kadar çok şey.” “Her şey veriliyor derken ne demek istediğini bilmiyorum” dedi Thor, kuzeyli bir yabancı oluşu biraz daha belirginleşerek. “Her şey veriliyor olamaz. Her şey… sanki elde edilebilirmiş gibi davranmanı kabul ediyorum. Ama bu seni yoruyor. Ayrıca kendini tanıyorsun, bir tür yoksunluğa karşı sağlama alıyorsun kendini, Julia.” “Sakın” dedi Julia. “Sakın söyleme bunu. Sen pek çok şeyi biliyorsun, ama bana söylemen gerekmez.” Thor burularak sustu. Julia başını onun dizlerine dayadı. “Beni tanıyorsun. Çok iyi tanıyorsun.

Seni seviyorum. Ama gözümü korkutma benim…” “Çabucak korku veriyorsun” dedi Thor aynı rahat, ifadesiz sesle. Onun yanına çömeldi. Julia hemen: “Zaten ben de bunu mesele yapmıyorum. İyi bir partiydi, iyi geçti” dedi. “Evet, iyi geçti. Senden de hoşlandılar. Senden hoşlanmalarına sevindim.” Julia ona doğru eğildi. Dudakları hafifçe birleşti. “Thor” dedi Julia. “Yarına kadar yapılacak bir sürü işim var” dedi Thor. “Yardımseverliğin… Hıristiyanlığın… niçin katı gerçekleri hesaba katmayan bir tutumla yürütüldüğünü hiç anlamıyorum. inançları sağlam, çünkü tahıl göndermeye söz verdiler; tahıl gelecek. Sevkiyat ve ödeme bakımından çıkacak güçlüklerin aşılacağına da inanıyorlar.

Bazıları aşılmasına aşılabilir, ama ancak ben uğraşırsam. Üstelik, Tanrı’ya duymaları gereken inancı bana yöneltiyor, sonra da bunu göz ardı ediyorlar. Neredeyse mucizeler yaratmak bütün zamanımı alıyor. Bu farklı bir şey. Bugün de, iyi çalışmadığımızı ve büyük bir cömertlikle teneke kutuya attıkları iki buçuk şilinleri boşa harcadığımızı ileri süren üç mektup geldi.” Thor, birkaç dinsel kuruluşla birlikte Quaker’ların yönettiği büyükçe bir yardım örgütünün ücretli yöneticisiydi. Çoğu zaman, evdeki partilerden sonra, vakit gece yarısını geçinceye kadar çalışır, bu da Julia’da suçluluk duygusu yaratırdı, çünkü gelen konuklar çoğunlukla Julia’nın iş çevresinden olurdu. Thor yorulmak bilmezdi. Ama Julia, onun dalgın yüzüne yemekte bir kez bakmış -Thor içki içmezdi- kocasının bir kurtuluş olduğunu düşünmüştü. Sohbeti sürdürme isteği ile Thor çalışabilsin diye sohbetin tavsamasını ve konukların gitmesini sağlama düşüncesi arasında bocalamaktan yorgun düşmüştü. Julia onu öptü. “Bence inanmakta haksız değiller. Yani, sana inanmakta. Yapmayacağın bir şey için söz vermezsin sen.” “Öyle” dedi Thor ayağa kalkarak.

Kapının önünde öylesine sordu: “Teklifini kabul edecek misin?” “Teklifte bulunmadı. Ben de bunu düşünmedim.” Thor gülümsedi ve kapıyı arkasından kapattı. Julia biraz hayal kırıklığına uğramış olarak yalnız kalınca, salonda huzursuzca bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Biraz önce çıkıp giden ve onu televizyon programına çıkarabilecek olan Ivan’ı düşündü. Kadın yazarlıktan, roman sanatı konusunda -bir anlamda- uzmanlığa yükselme fikri hoşuna gidiyordu. Kendi sesi geldi kulağına, canlı, coşkun. Yeni yeni kimseler tanıyacaktı. Umut içinde, katılacağı yeni dünyayı görmeye hazırlanarak televizyonu açtı. Ekran aydınlandı. Julia bir anda, bir sıcaklık bulutu içinde engin bir deniz görüntüsünün önünde konuşan, son derece sıradan, yuvarlak yüzlü bir kızın, boynundaki kültür incileri kadar kültürlü sesini önce cızırtılı, sonra tane tane duydu: “… Gece programları arasında yer alacak ve genellikle bilimsel ağırlıklı olmasına karşın size bol bol egzotik ve tehlike dolu görüntüler sunacağımız bu dizinin birinci bölümünü izlemek üzeresiniz. Her çeşit izleyiciye sesleneceğiz: Bilim adamlarına, coğrafya uzmanlarına, hayvanseverlere, oturdukları yerde yolculuk yapmak isteyenlere…” Julia sinirlendi; kendisi televizyona önem vermeye karar vermişken bu kız kalkmış milyonlarca izleyiciye -sanki hepsi de geri zekâlıymış gibi- takınılmış bir kibarlık içinde tepeden bakarak sesleniyordu. Hem zaten Julia belgesel programlardan hoşlanmazdı. Taşra kökenli benliğinin derinliklerine kadar kentliydi ve Londra dışında hiçbir yerde yaşamayı ya da böyle bir yerde yaşayan birisiyle iletişim kurmayı aklından bile geçirmezdi. Gezginlerin gezi öyküleri, çöller, cengeller iyiydi hoştu da sanki stüdyoda yaratılmış, ya da hiç değilse kurgulanmış gibiydi.

Bir kamyon dolusu kum, bir iki plastik bitki, bir düzine kadar siyah figüran… Ekrandaki genç kadın, başını sallayarak parlak sarı saçlarını geriye attı, boynundaki incilere elini götürmekten kendini alıkoydu, gülümseyerek bu programı Peder William Borran’ın kısa bir konuşmasının izleyeceğini bildirdi ve bir cengel görüntüsünün arkasında ansızın ekrandan silindi. Ağaçlar, sonra akarsular. Fersah fersah sular, göz alabildiğine sular, sayısız ufacık kollara ayrılan, uçsuz bucaksız büyük ırmağın uçaktan görüntüsü, çalılıklarla kaplı adalar, yoğun bitki kümeleri, derken yine bir şu yana, bir bu yana çarpıp duran, koylara doğru süzülüp geri dönen, yayılan, kabaran sular. “Amazon havzası” dedi sunucu. “1500 yılında bu ırmağı ilk bulan Vincent Yanez Pinzon ona Maranon adını verdi — bugün bu ad genellikle Yukarı Amazon için kullanılmakla birlikte, coğrafya uzmanları Maranon’un nerede bitip Amazon’un nerede başladığı, ya da bunların aslında aynı ırmağın iki ayrı adı olup olmadığı konusunda farklı görüşlere sahipler. Brezilyalı tarihçi Costancio, Maranon sözcüğünün İspanyolca ‘ağ’ anlamına gelen marana sözcüğünden türediğini ileri sürmektedir…” Sunucunun sesi iddialı değildi; bir duraklama oldu; bu basit gerçekleri belki de yanlış anlayan ya da inanmayan olur diye bir çeşit üstü örtülü ivedilik vardı sanki bu duraklamada. “Yağmur mevsiminde ortalama 120 fit olan derinliğin birdenbire 56 fite çıkmasıyla arazinin görünümü değişebilir. Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz: Haritalar ancak tahmini bilgi verir. Bugün, tanımaya ya da incelemeye başladığımız bir şey, bir hafta sonra orada bulunmayabilir. Kamera, gerek hava, gerek büyüme ve çürüme bakımından fiziksel değişkenliğin gücü konusunda yalnızca yüzeysel bir fikir verebilir burada…” Kamera hızla ırmaktan yükselerek göğe doğru uzanan iri gövdeli sıra sıra ağaçları görüntülerken, çekim iyi, diye düşündü Julia. Ne var ki, kameranın gösterdiği gibi, bunlar bir sıra oluşturmuyordu, hiçbir düzen yoktu, bir ağaç kümesiydi bu yalnızca. Birbirini izleyen bir dizi yakın çekim görüntü karşısında Julia adeta büyülendi -düğümlenmiş sarmaşıklar, toz haline gelmiş ağaç kabukları, sütunlar arasından yer yer süzülen güneş ışıklarının yapraklar üzerinde uzun, beyaz yıldızlar oluşturduğu uçsuz bucaksız uzanıp giden, gelişigüzel kümelenmiş katedraller- gözün göremediği, kameranın algıladığı bir olguydu bu. Yaban ve etkileyiciydi, güzel değildi. “Sessiz sedasız bir büyüme çabası. Aldous Huxley bir zamanlar, eğer Wordsworth tropik ormanları tanısaydı Doğa’yı öylesine iyicil ve öğretici bulmazdı demişti.

‘Yabancı, ürkünç, kendine bir yer edinmek isteyen yaşama karşı bütün bütün düşmanca’ bir şey var burada diyordu. Alman gezgin Burmeister, buradaki bitki örtüsünün ‘huzursuz bir bencillik, taşkın bir çekişme ve bir kurnazlık taşıdığı’ için kendisini kaygılandırdığını söylüyordu. Aslında, gördüğümüz şeylerden, katkıda bulunduğumuz ölçüde yararlanırız. Coleridge’in söylediği gibi: ‘Doğa yalnızca yaşadıklarımızda var olur.’ Ben bu ormanlara daha nesnel yaklaşmak istiyorum. Birazdan sınırsız, dizginsiz bir büyüme ve buna koşut giden yok olmayı izleyeceğiz. Bence bu bizim için öğretici olabilir; uygar ülkelerde, bu süreçleri algılayışımız, bastırılmış ya da katı sınırlar içinde kalmıştır. Oysa, doğumu ve ölümü ne denli kalın perdeler arkasına sıkıştırırsak sıkıştıralım, bu süreçler bizim birer parçamız. Ne olduğumuzu unutuyoruz…” Kamera birdenbire zemini taramaya, tek tek biçimleri gösterip bunları ayrıştırmaya başlarken, sitemli bir tını taşıyan ses azalıp sustu. “Cengelin zemini. Kırmızımsı, sarımsı, pembemsi, koyu kahverengiye çalan ölü yapraklar; sayısız katmanlar halinde çürüyerek yine toprağa karışıyor. Üzerine basınca vıcık vıcık, çoğu kez tehlikeli. Kameranın seçtiği görüntüler.” Ölü yapraklardan oluşan upuzun salkımlar, yere düşüp biçimlerini yitiriyorlardı. Yaprak çürüğü kokusu neredeyse Julia’nın burnuna kadar geldi.

Görüntü dengelendi; Julia ormanın zeminindeki bir yolu görüyordu, birbiri üstüne yığılan yapraklar, boz bir küf halindeki mantar oluşumları. “Hiç biçim seçilmiyor. Topaklar, yumrular…” Ekranın ortasında, bir tümseğin üstünde, bir şey kımıldadı ve yükseldi. Kamera üçgen biçimli, yassı, kaygan, ama boğumlu bir, gözde bir an parlayan siyahlığı yakaladı; bir biçim belirdi, bir yılanın başıydı bu; yılan kameraya bakıyordu. Dilini sokup çıkarıyordu. “Kameranın gösterdiği bir yanılsama değil, cengelin zeminine uyum göstermiş bir canlı bu. Bir yılan. Lachesis muta. Çok zehirli. Bu yılanlar üç buçuk metre uzunlukta olabiliyor — gördüğünüz örnek bu kadar uzun değil. Halkaların üzerindeki desen aslında yaprakların karışık deseni arasında kaybolan düzgün bir desen, çizgi çizgi çıkıntılı, pürüzlü, açık renk yüzey üzerinde koyu renk dörtgenler. Güzel bir yaratık.” Yılanlardan nefret eden Julia, ölüm ve işkence sahneleri olan, yürek paralayıcı filmleri izlerken yaptığı gibi, kendi kendine çekimin ve görüntülerin benzersiz olduğunu söyleyerek, bu ustaca tasarlanmış dehşet görüntüsünün kendisini uğrattığı şoku atlatmaya çalışıyordu. Şu anda, kullanılan sıfattan duyduğu şaşkınlık yeni bir şey değildi. İnsan nasıl düşünürse düşünsün, diye geçirdi aklından, bu doğru olamazdı; yılan güzel bir yaratık değildi; yumru yumru ve çirkindi; iblis yüzlüydü.

Bir adam çirkinse, insan onu böyle tanımladığında nasıl kimse bunu tartışmazsa, bir hayvan da çirkin olabilirdi. İnsanın güzelliğini algılamamızın nedenleri var, diye düşündü. Yılana duyduğumuz geleneksel korkunun bir dayanağı var. Yılanlar tehlikeli ve çirkindir, onlardan tiksinti duymamız beklenir. Bu düşünce, haliyle, çirkin bir adamın da kötü ya da tehlikeli olduğu düşüncesini doğurdu; çirkin yüz hatları, akıllarından geçen güzel düşüncelerle değişime uğrayıp yeni biçimler alan kişiler de vardı; Julia buna inanmaya hazırdı. Her şey, sanıldığından çok daha büyük bir sıklıkla, nasıl görünüyorsa öyleydi. İnsan bilgiçlik taslamamalıydı, hem yılanlara güzel demek de sapıklıktı. Simon — Simon böyle söylemişti. Simon böyle… Julia Radio Times dergisine uzandı, başını çevirip yine televizyona baktı ve onu gördü. Yılanın yanında, biraz gergin duruyordu, bir Ortaçağ işkence odasından bulunup getirilmiş hissi veren demirden bir aletle yılanı kafatasından tutup kaldırmıştı. Uzun, kederli bir yüzü vardı, uzamaya başlayan sakalı yüzündeki çukurluklarda siyah noktalar halinde görünüyordu. Uzun saçları, başının üzerinde iri bukleler oluşturuyordu. Yüzünde hem azametli, hem de küçümseyen, ama aynı zamanda gizli kapaklı bir ifade vardı; değişmişti, değişmişti, ama Julia bu ifadeyi hatırlıyordu. Boylu poslu bir adamdı, külüstür bir güneş şapkasının altından bakarken, üzerindeki orman kıyafeti hiç de iğreti durmuyordu. Arada bir, sanki fazladan eklemleri varmış gibi, kollarını kendi bedenine sımsıkı doladığını hatırladı Julia.

Kendisi görününceye kadar sesini tanımaya olanak yoktu; yeni bir duruluk, otoriterlik, kuru bir dilbazlık gelmişti sesine. Julia’nın yanındayken hep kısık bir sesle mırıldanır, sözlerini öteye bir yere yöneltirdi. Adam yılanı çevirince, hayvanın başı ve açık duran ağzı kameraya döndü. Koyu renkli yaprakların önünde ağız dokusu bembeyaz, pırıl pırıl, tertemizdi. “Pamukbaş yılanı, adını, ağzının bu beyazlığından alır” diye açıkladı; sonra ciddi bir sesle yaratığın dişlerine, zehrine, damarlarına, nasıl saldırdığı ve soktuğuna ilişkin ayrıntılara geçti. “Bu yılan hızlı hareket eder; çıngıraklı yılanlar gibi durup beklemez, ya da çılgın gibi kendini oradan oraya atmaz. Görür görmez saldırır…” Sustu, kararsız görünüyordu. “Birçok ölümden çok daha az korkunç bir ölüm. İnsanların niçin bundan öylesine dehşete kapıldıklarını hiç anlayamadım. Sözgelimi, yaban domuzu avıyla karşılaştırılınca. Ya da, hattâ, asılarak idamla karşılaştırılınca. İnsanlar yılan konusunda çok duygusal davranıyorlar. Böyle bir duygusallığı, bence, yaşamın hiçbir alanında taşımamalıyız. Çoğumuz otomobillere hiç de kötü gözle bakmayız. Oysa onlar da aynı derecede ölümcül.

Üstelik zaman zaman canice bir hırsla kullanılıyorlar. Zehirli oldukları için mi kötü gözle bakıyorlar, yoksa yılanın kötü olduğunu düşündükleri için mi zehirden -haddinden fazla- korkuyorlar bilmiyorum. Bir süre sonra insanları yılanlara ısındırmayı umuyorum. Isındırmayı. İnsan bağnazca yaşamamalı. Bunları bir canlı türü olarak görmeli yalnızca. Bir canlı türü, evet.” Düşüncelerini söyleyerek içini dökememekten neredeyse umutsuzluğa kapılarak sözcükleri vurguluyordu; bu da Julia’nın hatırladığı bir kurnazlığıydı onun; ama televizyonun kitlesel, genel iletişimi bunu daha da belirginleştirmişti. “Ben bir herpetoloğum, bu yüzden konumuz, yalnızca değilse bile, büyük ölçüde yılanlar olacak.” Kamera birdenbire, hiç ilgisi yokken, onu suda yürüyen ve haykıran bir beyaz kuş sürüsü önünde gösterdi. Sonra program bitti. Peder William Borran, yüzünde anlamlı bir gülümsemeyle, yüreğimizin sesini fazla dinlediğimizi anlatmaya koyuldu. Julia kalkıp televizyonu kapattı. Elleri terliydi. Oda nemli ve sıcaktı, bir sera gibiydi.

Geriye dönüp bakınca, onun bu noktaya varması, iyilik ve kötülük kavramlarına cengelde bilimsel yoldan yaklaşması mantıklı görünüyordu. Julia, onun davranış nedenlerini hiçbir zaman anlayamamıştı. Onunla hiçbir zaman bir uzlaşmaya varmamıştı. Başı ellerinin arasında, kızıl saçlarını parmaklarına dolayarak, bir süre oturup boş ekrana baktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir