Ba-rok, oh-huhh. Ba-rok, oh-huhh. Ba-rok… Barok, Ortaçağ karanlığını geride bırakmak, Rönesans’ın yolunu açtığı büyük keşifler zaferini parlak bir geçit töreniyle kutlamaktır. Oohhhh!.. Tümce amma da çetrefil. Gel de ayak ve soluk uydur. Ba-rok, oh-huhh… Ba-rok, lt-riii… Ooh-huh, Ba-rok… Ayak değiştir. Ba-rok, karanlık Ortaçağı geride bırakıp, Rönesans’ın yol açtığı büyük keşifler zaferini tumturaklı törenlerle kutlamaktı. Bu ya da buna yakın bir söz dilime, beynime, neresiyse işte artık; bana, öyle ya, bana takılıp kaldığında, dünyanın tarihteki rengini hiç solmadan koruyan herhangi bir kentini düşünüyor değildim. Herhangi bir barok yapıya doğru gitmiyor, oradan dönmüyordum. Barok bir konserden çıkmamıştım, öyle bir konsere gitmeyi de o ara düşünmüyordum. Hyde-Park’ın bir ucundaki gölgeli cadde boyunca yürüyordum: Ba-rok, lt-riii… Yürüyordum. Önümde de iki küçük yeğenim, bir ân önce hamburgerlerine kavuşmak için koşuyorlardı. Amaç açıktı, yol belliydi; çocukların ne yiyecekleri de, o anda dünyada binlerle binlerle çocuk ve gencin aynı şeyi yemekte bulunduğu da: İki üç katlı yuvarlak yumuşak ekmek arasında kalın yassı köfte, turşu, domates salçası, kıyılmış soğan ya da Rus salatası gibi şeyler olacaktı; yanında coke olacaktı; kızarmış patates olacaktı. Kızarmış patatesten herbiri için birer porsiyon daha istenecekti. Kağıt tabaklar, kağıt bardaklar, peçeteler, plastik tepsi, küçük kaşıklar olacaktı. -O dönemde, böyle hafif malzemeden de olsa, yemekler hala kap kacak gibi şeylerde yeniyordu.- Kızarmış patatesin yanına, yeğenlerimden birisi için yine domates salçası, öteki için hardal sıkılacaktı. Fakat zihnim, bir nakarat halinde tutturmuş gidiyordu. Ben de gidiyordum: Barok, Ortaçağı geride bırakıp, Rönesans’la gerçekleşen büyük keşifler zaferini görkemli törenlerle kutlamaktır. Söz, ilkağızda Barok’un peşine taktığı Itrî’yi arada bir unutturuyor -zaten bu Osmanlı bestecisinin müzik ansiklopedilerinde yeralması da unutulmuştur-, adımlarımı şaşırtarak kendisi de her seferinde küçük değişikliklere uğruyordu. Çocuklar önümsıra hamburgerciye doğru koşarlarken dilime, zihnime, ayağıma, pekala bana; bana takılan da herhalde bunlardan farklıydı. Sözcükler aynıyken bile tınısı değişiyor, beynime dolanan tümce, araya giren en küçük zaman parçasında dahi kılıktan kılığa bürünüyordu. Fakat, anlam aynıydı. Her seferinde ‘Ba-rok…’ diye başlaması da. Oh-huh. Nefes borumun derin bir inip kalkışıyla ‘Ba-rok…’ diye başlayan tümce, bir yerde okumuştum da, Londra’nın orta yerinde, Hyde-Park’ın oralarda yeniden bilincime mi çıkıyordu, yoksa zihnimin o andaki durumu mu hamburgerci adının yerini baroka bırakmasını buyuruyordu; bilemiyordum. Tümce, bi-linçaltımdan üste çıktıysa bile, ortada buna yolaçan bir dürtü, bir şey olmalıydı. Parka teğet ağaçlıklı yol ya da hamburgerci adı bunu açıklamaya yetmiyor. Üstelik durum bukadarla da kalmadı. Barok, arkasına It-ri’yi, o da gerisine bu tumturaklı tannan tümceyi taktığı tarihi ândan başlayarak, neredeyse bir saplanhya yakalandım. Özellikle dilinden anlamadığım, sözcük dağarcığı sessiz harflerden T ile başlayanlardan yana yoksul bir ülkenin barok bir kentine rahat, geniş soluklu bir hikaye uydurma saplanhsı. Öyle ki, yanımda küçükler bulunmasa, kendimi daha o dakika Londra’dan Viyana’ya atmıştım. (Viyana için, hala yerinde duruyor mu, diye lütfen haritalarınıza bakınız.) Viyana, dedim, değil mi? Nedense, Viyana. O zaman da çok şaşırmışhm. Daha iyi bir örnek var mı, yok mu, hiç düşünmeden, ilk aklıma gelen yer, Viyana oldu. Oraya gitmeliydim. Eski, küçük, tabii ki oval bir alanda durmalıydım. Kentin barok önyüzü, içinde yuvarlandığım kay-gan/kaotik günün yerleşik fon perdesi olmalıydı. Ben, bu taştan perdenin orta yerinde yükselen büyük süslü kapıya yaklaşmalı, bronz kilidin geniş anahtar deliğine gözümü dayamalıy-dım. Nedense, kapının bana ardına kadar açılacağını hayal bile edemiyor, anahtar deliğiyle yetinmeyi çok doğal sayıyordum. Bir zamanlar prenslerin, düklerin, kontların binlerce taş işçisi çalıştırarak kurdukları avlu, park, saray duvarlarının hiçbirinin üstünde, “Viyana Viyanalı’nındır!”, “Yabancı defol!”, “Beyaz içeri, kara dışarı!”, “Kuzeye hayır, güneye evet!” gibi yazılar yazılmış bulunmamalı, bu duvarlarda uçlarından kanlar damlayan ok, çekiç, hançer, balta resimleriyle karşılaşmamalıy-dım. Sokak satıcılarının dahi ipek dantel yakalıkları, ipek yelekleri, kollukları, yanaklarında benleri, başlarında gümüş renkli perukaları olmalıydı. Viyana’yı kuşatıp da kenti almasına ramak kala, bu ‘basit işi’ emrindekilere ve düşman casusu, Türk kahvesi tiryakisi Georg Kolschizsky’ye bırakarak Baden kaplıcalarına gidip yorgun gövdesini, gutlu dizlerini şifalı sulara teslim eden Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı Bursa işi çizgili hamam bornozuyla görebilmeli, Rudolfshofun ılık yüzme havuzunda onu Savoie Prensi Eugene’le şakalaşırken bulmalıydım. Onlar şakalaşırken, Türk-Leh-Avusturyalı on kadar er -şimdiki gibi o zamanlar da böyle böyle ırklar, topluluklar vardı-, ■ gözleri kudretten sürmeli Erzincan kızlarıyla blues dinleyip dansediyor olmalıydılar. Bitmedi. Anahtar deliğine gözümü daha iyi yapışhrmalı-yım ve bir de bakmalıyım ki: Tarih, sakalını kesmiş, saçını sıfır numara traş etmiş, sonra da kanlı hançerini Tuna’ya atıp, eline bir elektrogitar alarak en işlek metro geçidinde Get Together şarkısını çalıp söylemeye durmuştur. Önünde, Venüs gezegeninde işlenmiş, uzay mavisi, ağırlıksız bir mendil serili. Gelip geçen bu mendile öpülüp koklanmış, sevilip okşanmış çok eski, çok değerli birer gözyaşı damlası bırakmalı, damlalar nehir olup insanlığın öldürgen silahlarının ateşini söndürmeli. Yok eğer, Tarih bunları yapmayacak, hiç sesini çıkarmayacak, olan olmuş artık, geçen geçmiş, diyecekse, Hayalci Ho-ca’nın bir defa daha sahneye çıkması kimseyi şaşırtmamalı: Yıllar yılı polka, vals, şarapla, Roman havalarıyla halhamur olmuş Avusturya hayatı, bugünden ertesi güne Arap alfabesi öğrenmeli; Kerms, Melk, Sulz, Salzburg, Klosterneuburg, ne bileyim işte, Klagenfurt (ahh sevgili Ingeborg Bachmann, iyi dinleyin beni, siz ne bileceksiniz, siz tek alfabeyle doğup büyüdünüz, tek alfabeyle de öldünüz kardeşim), Ramsau okul sahnelerinde çocuklar Aydın Zeybeği ile Çayda Çıra oynamalı; kızlar, kadınlar, renkli, fistolu, büzgülü, yelekli, karpuz kollu giysilerinden soyunup çarşaflara, yaşmaklara bürünmeli, bürümcükler giyinmeli, peçeler takınmalı, takunyalar taklatmalı; babalar tespih çekip önünü kaşımalı, bu arada geğim geğim geğirmeli, sarık takıp bıyık burmalı, karıların kızların sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemeli; Mozart da peruğunu atıp fes giymeli, Hüseyin İleri darbukası refakatinde Sazım Gibi Sînem Dahfyi takliden bir şeyler bestelemeli, Türk Marşı’ndan piyano ve kremayı çıkarıp yerine bir miktar çiğköfte baharatı ile nısfiyye tohumu koymalı; Schubert, zurnayı klarnete tebdil eylerneksizin Bitmemiş Senfoni’sini Çadırımın Üstüne Şıp Dedi Damladı’ya göre uyarlayıp lütfen artık bitirecekse bitirmeli. Dernek ki, herkese ana âşığı, baba tutkunu, bastırılmış duygular falan gibi kulplar takacağına Freud efendi de arkasını sıkıp biraz da Osmanlıca düşünmeli, yazmalı; lâfa bismillahla başlayıp, allahın dediği olur’la bitirmeli. Klimt, burnunu kanata kanata da olsa, Beç’de Güreş diye çizmeli, boyamalı; öyle elin, hem de koskoca bestecilerin karılarıyla halvet ola ola süslü salon mallarını yaldızlayıp yaldızlayıp ortaya sürmek kaç para, asıl altı feshane, üstü şişhane ruhları ölümsüz kılmalı. Anton Karas, bakalım bir de Ye-şilçam’ın Üç Kadın’ı için müzik yapmalı, Orson Welles dedikleri tombulyanak kâfirin yerini Hazret-i Tombulparmak almalı. Bu arada barış dernekleri, bitmez tükenmez güvercinlerinin bir bölüğünü yeniçeri paşaları üstüne üstüne uçurup: Buluş yok, sunuş yok, nice yüzyıllardır insanlık âlemine katılmaya hazır bir iş yok, eeyy öyleyse bu ne kuşatmasıdır sizinki heey Kara Mustafa’lar heeey, deyin bakalım, deyüp sormalı; Kemal Tahir üstadımız ise yattığı yerden boyun kaldırıp: Hele kâfirler, hele kâfirler! Lehistanlısı, Frenkistanlısı bir olup, geçtim koskoca Osmanlı Paşasını, geniiiş bir Astitürta Ekonomik Topluluğu’na kumpas kurmak olur mu, bre vicdansız nankör Macar âsileri bre, bre çiftestandart Sobiyeski gâvuru bre!.. diyerek ardına Boşnakları takıp – Dostoyevski’nin kulakları çınlasın, eskiden böyle insancıklar vardı-, Kıbrıs’a doğru gürlemeli. Kara Mustafa Paşa da hâlâ çizgili Bursa bornozu içinde, kaldığı yerden takunyalarını tangırdatarak tarihin sararmış sayfaları arasında, işte artık kaplıca otelinin bahçesinde gezinir gibi, “Viyana kapısı olmazsa Sarp kapısı,” deyip gitmeli; beride Cumhuriyetli tarih öğretmeni(m) kruvaze ceketi içinde -iyi de, bu nereden çıktı şimdi?- Kastamonu’sundan tayinen ayrılıp Kütahya’sına doğru yola revân olmadan önce, şöyle bir geriye, gerideki yılların sabır tozuyla kaplı sayfalarına bakıp, “Sepet sepet yumurta / sakın beni unutma…” demekle yetinmemeli. -Sahi, nereden çıktı bu şahıs? Hyde-Park’ın oralarda dilime dolanan tümcenin içinden olabilir mi acaba? Üstelik bir de kruvaze takım, nasıl olur, ne ilgisi var yani çocuklar?- Evet, ne diyorduk, sepet sepet yumurtayla yetinmemeli; okula hala (unutmadan a’ların üstüne birer şapka koyunuz ki, Bosna’da gömülü Boşnak halamdan sözetmediğim anlaşılsın) bir Avrupa haritası göndermediler, gelmedi; bekle bekle, gelmedi işte!. diye inildeyecekse inilde-meli. Artık bu sefer iniltisini, içine o zamana kadar her şeyini, öfkelerini, hüsranlarını, söylenememiş sözlerini, denememiş şiirlerini, yazılamamış denemelerini atıp durduğu göğüs torbasına atmayıp, şööyle okkalı bir gürz gibi dışa, kimin hakkıysa onun başına fırlatmalı. Kastamonu-Kütahya arası, midesi ağzına gele gele yolalırken, ben her şeyi bilirim, bildiğimi de gizlemem, dobra dobra söylerim, edasıyla eleştiri, şey pardon, muhalefet direksiyonu sallayan otobüs sürücüsüne nihayet açık açık sormalı: De bakalım tahılcı oğlu tahılcı, Avusturya Avrupa’nın neresine düşer. ‘Kapılarına dayandığın’ Viyana Avusturya’nın neresine düşer? – Demek ben Londra’nın göbeğinde kapı derdine bu yüzden düştüm?- Ya Kahlenberg, cahillik zengini, de bakalım, Kahlenberg Viyana’nın hangi yakasına düşer? Sen onu da geç, ilkin söyle hele, Kütahya Kastamoni’nin hangi câ-nibine düşer? Hah işte, o böyle böyle sordukça artık, sürücünün, bütün futbol takımları sağ ve sol beklerini ezbere bilen yardakçısına iki dönemeç arası döktürdüğü “Biz Mağripteyken, biz maşrip-teyken…” destanlarının köküne kibrit suyu ekilmeli, derken, kibrit belâsı, Melk Manastırı kitaplığındaki bütün elyazması sayfalar Tuna dalgalarıyla dosdoğru Varna’ya akmalı; ak, ak, Varna’dan kalkan bir geminin kıçına takılıp denizin dalgaları ortasında “Karlofça… Karlofça…” diye uğuldayarak kâğıttan bir heykel olup balıkçı teknesiyle Samsun’a çıkmalı; oradan kalkıp Ankara Kalesi eteklerinde çadır kurarak, Osmanlı Paşası olsa dahi, Kara Mustafa Paşa’nın da ola ola bir tek kellesi olduğunu, o nedenle geriye katliâmdan fazla bir şey artmadığını, işte bu büyük hakikati cümle âleme belletmeli; Belleten Bültenleri kilit altındaki yerlerinden çıkarılıp güneşe atılmalı ve nihayet Barok, dedikse Dedem Efendi’yi, Kayıkçı Kulumuz Mustafa’yı da unutmamalı; onların nağmelerini bilenler bilmeyenlere, sözlerini işitenler işitmeyenlere güzel güzel, şöyle en yeni çizgiler, haritalar, filmler, slaydlar, ‘sound effect’ler, kasetler, CD’ler, CD-ROM’lar, Data’larla efendi efendi anlatmalı. Ba-rok, lt-riii, Oh-huhh, Oh-huhh… …Benimse silahlarım sözler, akınlarım hayallerimin dili olmalı. Diyelim ki, İmparatorlar ve vebalar zamanı. Bu imparatorlardan biri, şehirde vebadan kırılanlar için çukur açtırmış. Bir toplumezar. Ne yapsın, haklı!! O kadar cesedi tek tek gömdür-mekle başa mı çıkar? İşte bu İmparatoru ben, tebdil kıyafet arabacı kılığında gece denetimi yaparken görmeliyim. Bir meyhaneye girmeli, orada kendini tutamayıp zilzurna olmalı, veba çukurunun yanından geçerken dengesini yitirip içine düşmeli, yine aynı meyhaneden zilzurna çıkıp aynı çukura düşen hakiki bir arabacının üstüne pat diye gelmesiyle onu ayıltmalı ve bunlar, üstleri yeni yeni cesetlerle örtülmeden yukarı tırmanmalı, kolkola gelip Cats müzikalini parter üçüncü sıradan izlemeliler. Oradan çıkışta da Prater’de bir dönmedolaba yanyana binmeli-ler; dön, dön, gün atmalı, o aydınlıkta asli arabacı yanındakinin asli imparator olduğunu anlamalı, fırsat bu fırsat, gırtlağına binip, “Ya vebaya son, ya sen de burdan aşağı gideceksin!” demeli. Aşağıda kalıp melûl meyus yukarı bakmakta olan çelebi, an-siklopedist, şair ve emekli tarih öğretmeni de her şeyden habersiz bunlara el sallamakta iken… Buyrun işte, herkimse, yine çıktı ortaya. Tam o sırada da Marble Arch’ın köşesinde kırmızı yandı. “Durun çocuklar!” Durduk. Aynı yerdeyiz: Bu tarih öğretmeni(m) ki, çocuklara Kastamonu’da Bizans’ın Venedik’ini, Kral Yedinci Lui’nin Haçlı Seferi’ni; Kütahya’da Haçlı Seferi’nin Odon dö Döy adlı papazını, AvusturyaMacaristan İmparatoru Birinci Leopold’un İspanyol Mari-Te-rez’le evlilik törenlerini; Konya’da Katoliklerle Protestanlar arasındaki din savaşlarını ve tabii, arada sırada evlilik törenleri gibi kaçamaklar yapsa da, hep müfredat gereği, Kırşehir’de de Budin Beylerbeyliği’nin kuruluşuyla 1. Viyana Kuşatması’nı; sonra, yeniden döngeri, Kütahya’da II. Viyana Kuşatması’nı anlatmış, sıra tam da ister istemez bozgunu anlatmağa geldiğinde aklından, hay allah, tayin olunduğum, yeniden tayin olunduğum yerlerin adları da hep K harfiyle başlıyormuş meğer, kör kadere bak sen kardeşim Kâmil Kaya, diye geçmiş; fakat nihayet doğduğu yer İ’ye yeniden kavuşunca, bakmış ki: İlâhiii, Bizans mizans hakgetire. Osmanlı toptan yokolmuş. Cumhuriyet ise, cebindeki ortaboy üç lise defterlik şiir toplamı ile yeni öğrencilerin bir ipin ucundaki yo-yo topu gibi inip kalkarak, “Çöplük 1-Sefatepesi O / Sultanbeyli 2-İkitelli 3 / Güneşli 4-Terelelli 5. Goool!. Goool!” ardından da, “Heey Corc / Versene borç!.” diye haykırışmaları demek. Ortalıkta bir gürültü, bir koşuşturma ki, bunlar ancak sınav eşiğinde mecalsiz dikilip kalmakta ve kısılmış sesleriyle işitilir işitilmez bir şeyler sormaktadırlar: Macaristan İran yanlarına mı düşer öğretmenim? Öğretmenim, Tuna kuzeyden güneye mi akmakta? Mo-haç, Moğol kalesidir, sahaların kralı da bu kaleye üç gol atmıştır, diğmi örtmenim? Müjde örtmenim, örtmenim müjde, Kastamonu şapkasının tarihini bildim, TV yarışında üç araba, beş buzdolabı, sekiz de güzel kız kazandım, nasılmııış!.. Sen daha uyu, inek!. -Ve burada yeni bir ses patlaması kaçımlmaz.- Ee, madem böyle, işte artık bu tarih öğretmeni(m?) de, -nereden çıktıysa, inanın bilmiyorum- ister istemez Habs-burg İmparatorluk sarayından bir kız kaçırıp onu saray kilisesinin Meryem Anası önünde öpmemeli mi? Öpmeli. Öpmeli /Bin kere / yüz bin kere öpmeli seni / sarmalı… O onu öpüp sarmalı, arada ülke(m) yaşanıp bitmiş büyük bir aşkın hâtırası gibi tarihin solgun sayfaları arasından bana gülümsemeli: Cumhuriyet ve Opera baloları fena mıydı yaa? diyerekten bir koltuk değneğine sarılmalı; elinden kaçırdığı tutku beni tu-tuklamalı, dünyanın en yalnız sultam III. Selim’e çıra gibi yanmalıyım. Ben öyle cayır cayır yanarken, uçuşan ak saçlarıyla asırlık Elias Canetti, Alma’mn Mahler’den olma kızı An-na’ya değil, bana gönül vermeli; ayaklarımın ucuna çiçekler serpmeli; peşinden koştuğum III. Selim ve peşimden koşan bir trompetçiyle ayrı ayrı düelloya tutuşmalı; başucundan kitaplarımı ve fotoğrafımı eksik etmemeli, bense burun bir karış havada, bakalım bir çevirmenle bir yayınevi bulursak belki sizin bir kitabınızı bizde bastırırız, belki bakalım, çeviri için devletiniz destek verirse, kültür bakanlığınız falan… demeliyim ve böylece barok yaşayışın ırkçılık-milliyetçilik kavramlarına yabancı kalışının tek somut kanıtı, Savoie Pren-si’nden ibaret olmamalı… Ay heyecanlandım. Sabırsızlandım. Yeşil yansa. Kırk yıl önce kırk saatçik gördüğüm Viyana burnumda tütmekte. Yeşil yandı, geçelim. O kente gitmeliyim. Büyük barok kapının önünde durup, anahtar deliğine gözümü dayamalıyım, onu görmeliyim. Kimi mi? Öyle ya, kimi?
Adalet Agaoglu – Romantik Bir Viyana Yazi
PDF Kitap İndir |