Agota Kristof – Dün

Dün, bildik bir rüzgar esiyordu. Daha önce karşılaştığım bir rüzgar. Dışanda mevsimsiz bir ilkbahar. Kararlı, hızlı adımlarla yürüyordum rüzgarda, her sabah olduğu gibi. Oysa, yatağıma geri dönmek ve uzanmak istiyordum, hareketsiz, hiç kıpırdamadan, isteksiz ve hiç düşünmeden, ta ki o sesi olmayan, tadı olmayan, k ok usu olmayan “şey” bana yaklaşmcaya kadar. Yani belleğin sınırlarını aşıp gelen o uçucu anı bana dokununcaya k adar. Kapı yavaşça açıldı, yataktan sarkan elleri m k aplanın ipek si yumuşak tüylerini hissedince büyük bir k ork u duydum. “Müzik” dedi. “Bir şeyler çalın! Keman ya da piyanoda. Evet piyanoda. Çalın!” “Bilmiyorum” dedim. “Ben hayatımda piyano çalmadım, piyanom da yok , hiç olmadı.” “Hayatınız boyunca mı? Ne saçma! Pencereye doğru gidin ve çalın!” Penceremin k arşısında bir orman vardı. Kuşların dallarda toplaşıp müziğimi dinlemeye geldiklerini gördüm. Kuşlan gördüm.


Bir yana eğdikleri küçük başlarını ve bana yönelttikleri sabit bakışlarını gördüm. Müziğim giderek yükseliyordu. Katlanılmaz olmuştu. Ölü bir kuş daldan düştü. Müzik sustu. Ben arkama döndüm. Odanın ortasında oturan k aplan gülümsüyordu. 7 “Bu günlük bu k adar yeter” dedi. “Daha sık çalışmalısınız.” “Evet, size söz veriyorum, çalışacağım. Ama konukları m gelecek, lütfen. Onlar, sizin burada, yani evimde olmanızı garip karşılayabilirler. ” “Tabii” dedi esneyerek. Yumuşak adımlarla kapıdan çıktı, ardından kilidi iki k ez çevirdim. “Hoşça k alın” bile dedi.

Line, fabrikanın k apısında duvara dayanmış beni bek liyordu. Öylesine solgun ve k ederli görünüyordu ki, durup onunla k onuşmaya k arar verdim. Ama dönüp ona bakmadan yanından yürüyüp gitmişim bile. Kısa bir süre sonra, makinemi çalıştırmaya yeni başlamıştım ki, yanıma geldiğini fark ettim. “Biliyor musunuz, çok garip. Sizi hiç gülerken görmedim. Yıllardır tanırım sizi. Tüm bu yıllar boyunca bir k ez olsun gülmediniz.” Ona baktım ve bastım k ahkahayı. “Gülmemeniz daha iyiymiş” dedi. O anda, büyük bir endişeye k apılarak, dışarıda rüzgar esip esmediğini anlamak için pencereden sark tım. Ağaçların k ıpırtısı beni sakinleştirdi. Arkama döndüğümde Line kaybolmuştu. Bunun üzerine ona hitaben şöyle dedim: “Line seni seviyorum. Seni gerçekten seviyorum, Line, ama bunu düşünecek zamanım yok, düşünmem gereken öylesine çok şey var ki, şu rüzgar örneğin, şimdi çıkıp rüzgarda yürürnem lazım.

Seninle olmaz Line, kızına bana. Rüzgarda yürümek tek başına yapılacak bir iş, çünkü bir kaplan ve, müziği kuşları öldüren bir piyano var; k orkuyu ancak rüzgar uzaklaştırabilir, bilinen bir şey bu, çoktan beri ben de biliyorum. Makineler çevremde Angelus çanını çalıyordu. Koridor boyunca yürüdüm. Kapı açıktı. Meğer bu k apı hep açıkmış, ben hiç bu k apıdan çıkmayı denememişim. 8 Neden? Rüzgar sokaklan süpürüyor. Bu boş sokaklar bana garip geldi. Bir iş gününün sabahında sokak ları hiç gönnemişim. Sonra, taş bir banka oturup ağladım. Öğleden sonra güneş açtı. Küçük bulutlar gök yüzünde k oşuşturuyordu, hava ılıktı. Bir bistroya girdim. Karnım acıkmıştı. Garson önüme bir sandviç tabağı k oydu.

Kendi k endime, ‘/\rtık fabrikaya dönmelisin. Geri dönmelisin, işi bırakmak için hiçbir nedenin yok. Tamam şimdi dönüyorum” dedim. Yeniden ağlamaya başladığımda bütün sandviçleri yediğimi fark ettim. Çabucak yetişebilmek için otobüse bindim. Saat öğleden sonra üçtü. İki buçuk saat daha çalışabilirdim. Hava k apattı. Otobüs fabrikanın önünde durunca biletçi bana baktı. Biraz sonra omzuma dokunarak, “Son durak bayım” dedi. İndiğim yer parka benziyordu sanki. Ağaçlar ve birkaç ev vardı. Ormana girdiği m zaman hava k ararmıştı. Yağmur şiddetlenmiş, k arla k arışık yağıyordu. Rüzgar vahşice yüzüme çarpıyordu.

Ama aynıydı, aynı rüzgar. Bir tepeye doğru, giderek daha hızlı yürüyordum. Gözlerimi yumdum. Zaten bir şey görmüyordum ki. Her adımda bir ağaca tosluyordum. “Su! ” Uzakta, tepeden birisi bağırıyordu. Gülünçtü, her yer su içindeydi zaten. Ben de susamıştım. Başımı arkaya doğru atıp k ollarımı iki yana açarak k endimi yere bıraktım. Yüzümü soğuk çamura gömdüm ve hiç kımıldamadan durdum. İşte böyle öldüm ben. Kısa süre sonra bedenim toprağa k arıştı. 9 Tabii ölmedim. Yürüyüşe çık an biri, ormanın tam ortasında, çamur içinde bulmuş beni. Ambülans çağırmış, beni hastaneye götürmüşler.

Donmamışım bile, ıslanmışım yalnızca. Bir gece ormanda uyumuşum, hepsi bu. Hayır, ölmemiştim, ama neredeyse ölümcül zatürree olmuştum. Altı hafta hastanede yattım. Ciğerlerim düzelince beni ruh ve sinir hastalık ları bölümüne yönlendirdiler, çünkü k endimi öldürmek istemişmişim. Hastanede yatmak tan memnundum çünk ü fabrik aya dönmek istemiyordum. Burada iyiydim, benimle ilgileniyorlardı, uyuyabiliyordum. Yemek k onusunda seneçeklerim vardı. Küçük salonda sigara bile içebiliyordum. Dok torla k onuşurk en bile sigara içebiliyordum. “İnsan k endi ölümünü yazamaz.” Bunu bana doktor söyledi, ona k atılıyorum, çünkü insan öldüğü zaman yazı yazamaz. Oysa ben, k endi kendime, her şeyi yazabiieceği me inanıyorum, olanaksız olsa da gerçek olmasa da. Genellikle yazma işini k afaının içinde yapıyorum. Daha k olay oluyor.

Kafada her şey sorunsuzca işliyor. Ama yazmaya başlanıldığı an düşünceler dönüşüyor, şek il değiştiriyor ve her şey yanlış oluyor. Sözcükler yüzünden. Nerede olursam olayım, yazarım. Otobüse yürürk en, otobüste, erk ek ler tuvaletinde, mak inemin başında. Ancak mesele şu k i, yazınam gerek eni yazmıyorum; yazdık ­ larım ipe sapa gelmez, hiç k imsenin hatta benim bile anlamadığım şeyler. Ak şamları, gün boyu k afamda yazdığım şeyleri temize çekerk en, k endi k endime bunları neden yazdığıını düşünüyorum. Kim için ve neden? Psik iyatr bana soruyor: “Line k im?” ll “Line hayal ürünü bir k adın. Yok öyle birisi.” “Ya k aplan, piyano, kuşlar?” “Hepsi k abus, yalnızca k abus.” “Kabuslannız yüzünden mi ölmek istediniz?” “Ölmeyi gerçekten isteseydim ölmüş olurdum. Yalnızca dinlenmek istiyordum. Hayata öyle devam edemiyordum: Fabrika ve diğerleri, Line’in yokluğu, umutsuzluk. Her sabah beşte uyanmak , yürümek, otobüse yetişrnek için k oş mak , kırk dakik alık yol, dördüncü köye varış, fabrikanın dört duvarının arasına sıkışmak. Gri önlüğü giyme telaşı, itiş k ak ışlar arasında k art basmak, makineme doğru k oşmak, makineyi çalıştırmak, deliği mümkün olduğunca çabuk delmek, delmek, delmek, hep aynı tür parçaya aynı deliği delmek, mümkünse günde on bin k ez, maaşlarımız bu hıza bağlı, tıpkı hayatlarımız gibi.

” Doktor: “Fabrika k oşulları böyle. İşiniz olduğuna sevinmelisiniz. Çok sayıda işsiz var. Line’e gelince … Genç, güzel, sarışın bir k ız her gün sizi görmeye geliyor. Onun adı Line olmasın? ” “Onun adı Yolande, haliyle adı asla Line olamaz. Onun Line olmadığını biliyorum. Line değil o, Yolande. Ne gülünç bir isim değil mi? Kendisi de ismi k adar gülünç. Sarıya boyalı saçlarını tepesinde topluyor, pembe ojeli sivri tımakları pençe gibi ; on santimlik sivri topuklu ayak kabıianna ne demeli? Yolande ufak tefek, küçücük, bu yüzden on santimlik topuklu ayakkabılar giyiyor ve saçını o gülünç hale getiriyor.” Doktor gülüyor: “Neden onunla görüşmeye devam ediyorsunuz o halde?” “Çünkü başka kimsem yok. Ayrıca başkasını da istemiyorum. Bir zamanlar o k adar çok k ız değiştirmek zorunda k aldım ki yoruldum artık. Zaten hep aynı şey, ha bir Yolande ha bir diğeri… Haftada bir gün onun evine giderim. Ben şarap götürürüm o yemek yapar. Aramızda aşk yok.

” Doktor: “Belki sizin açınızdan yok. Onun duygulan ndan haberiniz var mı?” “Yok. Bilmek de istemiyorum. Onun duyguları beni ilgilendirmiyor. Line’in gelişine kadar onunla görüşmeyi sürdüreceğim.” “Hala inanıyor musunuz?” 12 “Elbette. Bir yerlerde varolduğunu biliyorum. Dünyaya gelişimin tek bir nedeni var: Onunla karşılaşmak. Bu durum onun için de geçerli. O da dünyaya yalnızca benimle karşılaşmak için gelmiş. Adı Line, benim karım, aşkım, hayatım. Onu hiç görmedim.” Yolande ile çorap satın alırken karşılaştım. Siyah, gri, beyaz tenis çorapları. Tenis oynarnam ama.

Yolande’ı ilk bakışta çok güzel buldum. Zarifti. Çorapları uzatırken başını eğip gülümsüyor, neredeyse dans ediyordu. Çorapların parasını ödeyip ona sordum: “Sizinle başka yerde görüşmemiz mümkün olabilir mi? ” Aptalca sırıttı, aptallığı beni ilgilendirmiyordu. Beni ilgilendiren tek şey bedeniydi. “Beni karşıdaki kafede bekleyin. İşim saat beşte biter.” Bir şişe şarap satın alıp karşıdaki kafede beklerneye başladım, poşetteki çoraplanmla. Yolande geldi. Bir kahve içip onun evine gittik. İyi yemek yapar. Yolande’ın uyandığı andaki halini görmemiş birine Yolande güzel gelebilir. Uyandığı zaman tam bir paçavra, saçları darmadağınık, makyajı bozulmuş ve gözlerinin çevresine boyaları akmış … Duşa giderken onu izlerim, bacakları sıska, ne kıç ı ne de göğüsleri var. Banyoda en az bir saat kalır. Çıktığı zaman güzel, taze Yolande olur, taranmış saçları, makyajı ve üzerine tünediği on santimlik topuklan yla.

Güleç. Ahmakça gülümser. Cumartesi geceleri genellikle geç saatte evime dönerim, ama kimi zaman pazar sabahına kadar orada kaldığım da olur. Böyle günlerde kahvaltıyı Yolande ile birlikte ederim. Evine yirmi dakikalık yürüme mesafesindeki fırına gidip ayçöreği alır. Kahveyi pişirir. Birlikte yeriz. Sonra ben evime dönerim. Pazar günleri ben gittikten sonra Yolande ne yapar? Bilmiyorum. Ona ne yaptığını hiç sormadım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir