Ahmet Kurucan – Bize De Cekmek Dustu

Hocaefendi’nin bayram sabahı yaptığı, bayram mesajını sunduğu sohbete ve o sohbet ortamına götüreceğim sizleri. Anlatılan şeyler arasında kendi değerlendirmelerime göre takdim-te’hir yapacak ama manzaranın bütününü sunmaya çalışacağım. “Ramazanlaşmayı gerçekleştiren insanlar ancak bayramlaşabilir. ” dedi sözlerinin arasında. Yazıya bununla başlamayı uygun gördüm; çünkü çok önemli bir mesaj içeriyor bana göre bu cümle. Önce bu cümlede yer alan ve yanlış anlaşılmalara medar olabilecek “bayramlaşma” tabirinin mânâsını kısaca izah edeyim. Hocaefendi’nin burada kullandığı bayramlaşma, telefon, tebrik kartı veya bizâtihi ziyaretlerle gerçekleşen el öpme, bayram harçlığı alma-verme ve hediyeleşmelerin olduğu karşılıklı bayram tebriği değil aksine “bayramla bütünleşme” mânâsını taşır. Onun için yazının geri kalan kısımlarında bu mânâyı taşıyan “bayramlaşma” tabirlerini tırnak içinde yazacağım. Bir; “Ramazanlaşma” tabirinin münakaşası yapılabilir, diyor Hocaefendi. Çünkü literatürümüze bunu hediye eden bizzat kendisi. Sadece bu mu? Hayır; daha önceleri “namazlaşma” demişti; şimdi de “bayramlaşma” diyor. Bunların hepsi de yani namazda namazla, Ramazan’da Ramazan’la ve bayramda bayramla bütünleşme, onları hakkıyla idrak etme ve yaşama mânâlarını taşıyan ve aynı çizgi üzerinde yerlerini alan kavramlardır. İki; bu cümleden anladığımıza göre Hocaefendi “bayramlaşma”yı Ramazan’da Ramazanlaşmaya, bir başka tabirle Ramazan’ı hakkıyla edâ edebilmiş olmaya bağlıyor. Te’vil, tabir, tefsir istemeyen bir düşünce bu. Bunu söylerken bir taraftan kendi anladığı ve yaşadığı şekliyle Ramazanlaşmayı ve Bayramlaşmayı anlatıyor, diğer taraftan çevresine hedef gösteriyor.


Böylece olanla yetinmeyip olması gerekli olan ufka insanları yönlendiriyor. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir husus var; o da şu: Ramazan ayının bitimini takip eden güne din, “bayram” adını vermiş. Bayramın ilk gününde oruç tutmayı yasaklamış. 30 gün boyunca Allah’ın sunduğu nimetleri iradi olarak günün belli zaman dilimlerinde kendilerine haram kılan müminler bunun mükâfatını doya doya yaşasın istemiş. Ayrıca bayram denince akla gelen ilk şey neşe, huzur, dünyadan kâm almaya yönelik beşeri hisleri tatmin. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) dönemindeki fiili uygulamalar da bunu gösteriyor. Öyleyse bayramlarda neşe peşinde koşmak gayrimeşru bir şey olmasa gerek. O zaman “bayramlaşma” buna mani değil mi? Bu sorunun cevabı alabildiğine net; hayır, değil. Bir tek şartla; peşinden koşulan neşe, meşru çerçevede olacak. “Bayramlaşma”ya asıl mani olan, bayramı gayrimeşru vesileleri kullanarak “vur patlasın çal oynasın” cinsinden eğlencelerle geçirmek. Kaldı ki bu zihniyeti sadece bizde değil İslam dünyasının birçok yerinde görmek mümkün. Delil isterseniz Tv programlarına bakmanız yeterli. Hocaefendi sohbetin ilerleyen dakikalarında buna da açıkça değindi ve dedi ki: “Oruç, O’nun hakkı, bizim de vazifemizdir,diyen, bu şuur içinde orucunu tutan insanlar Ramazan’ın bitmesiyle kutsal bir hüzün duyarlar, içlerinde bir burukluk yaşarlar. Fakat beri tarafta da madem din buna bayram demiş der, bayramın da hakkını vererek onu yine dinin verdiği ölçüler içinde neşe ve sevinç içinde kutlarlar.” Bu cümleleri söyledikten sonra bir müddet durdu ve neşenin çerçevesini belirlememizde yardımcı olabilecek enfes bir tahlilde bulundu.

Bir soru sordu önce: “İyi ama bu neyin bayramı?” dedi. Evet, biz de soralım bu soruyu kendimize ve cevabını arayalım; neyin bayramı bu? Oruç gibi beşeri zaviyeden bakılınca 16-17 saat aç ve susuz durmadan kurtulmanın bayramı mı? Her istediğini her istediği zaman yeme ve içme özgürlüğüne kavuşmanın bayramı mı?” Yoksa Ramazanlaşan insanların Allah’tan mükâfatını alma, O’nun sonsuz mağfiretine ermesinin bayramı mı?” Tabi ki sonuncusu. İfadeleri aynen şöyle: “Allah’ın mağfiretine ermenin bayramıdır bu. Öyleyse bayram günlerini bazılarının yaptığı gibi hoplama-zıplama olarak değil kalb ve ruhun ulaşmış olduğu ufukta kutlamak lazım.” Pekâlâ bu nasıl olacak? Zaten işin en çetin yanı da burası. Hele günümüz nesilleri için iradelerini zorlaması gereken bir imtihan meselesi. Çünkü arka plan şartları ne siyasi, ne ekonomik, ne dini, ne kültürel alanda Hocaefendi’nin belirttiği ufku yakalamaya müsait. Bırakın müsait olmasını tam aksine çevremiz, kendini suyun akışına kaptıran insanları bambaşka vadilere sürükleyecek, aşağıların aşağısına atacak, dünyevî ve uhrevî pişmanlıklar yaşatacak şartlarla çevrili. İşte bunu aşmanın yolu adına da şimdiye kadar defalarca anlattığı bir hususa değindi Hocaefendi: “İmanda yenileme ve yenilenme; imanı her gün yeniden duyma, hissetme, onu şuur ve irfan seviyesine yükseltme.” Sözleri şöyle: “Ramazan’ın ve bayramın değerini kavramak biraz inanmaya; inancında sürekli kendini yeniliyor olmaya bağlı. İnsan düşünce ve imanı itibarıyla sürekli kendini yenileyebiliyorsa her şeyi taptaze duyabilir. Bizler ‘âbâ an ced’, dededen babadan bize intikal eden şekliyle Müslümanlığı yaşıyor olabiliriz; kültür Müslüman’ı diyorum ben ona; kültür Müslüman’ı olabiliriz, nazari bilgilerimiz çok derin olabilir; fakat önemli olan imanı yeniden duymaktır. Hadis kriterleri açısından tenkidi yapılsa da muhtevası doğru olan “İmanınızı Lailahe illallah ile yenileyin.” hadisindeki mânâdır bu. “İki günü müsavi olan aldanmıştır.

’ hadisinin muhtevasına uygun bir hayat yaşama; işte bunlar bizim imanı yeniden ter ü taze duymamızı sağlayacak şeylerdir.” Bayramlaşma şekilleri, onların dindeki norm ve formları ile aldığı yer, bayramı beşeri münasebetleri geliştirmede vesile olarak kullanma ve dünya insanları arasında barış köprüleri tesis etme adına başka değerlendirmeleri de oldu Hocaefendi’nin o konuşmasında. Onları da takip eden sayfalarda dile getirmek ümidiyle… 2 Kur’ân Üzerinde Çalışmalar 011 Ramazan’ında katıldığım son tefsir dersiydi. Sabah Elmalılı’dan En’am sûresi 50 ila 67. âyetler arası okundu. İlk defa duyduğum çok enfes tespitleri oldu Hocaefendi’nin. Bu tespitlerden bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum. Aslında gayem sadece Kur’ân nükteleri de diyebileceğimiz tespitlerini paylaşmak değil. Eğer öyle olsaydı ihtimal bu derslerin bir bütün hâlinde kitap olarak yayımlanacağı zamanı beklememizin daha uygun olacağını söylerdim; çünkü bütüncüllük ancak bu şekilde yakalanır. Parça parça sunulacak tespitler faydadan uzak olmasa da ne Kur’ân kültürümüzün oluşmasında ne de Hocaefendi’nin tefsir ufkunu ve yorumlarını görme ve gösterme adına yeterli olur. Bu açıdan böyle bir çalışmanın vakit geçirmeden yapılması ve kamuoyu ile paylaşılmasının şart olduğuna inanıyorum. Pekâlâ neden paylaşmak istedim o zaman bu tespitleri? Çünkü Kur’ân ekseninde yapılması gerekli çalışmalara yönelik bazen satır aralarında bazen de çok açık ve net yönlendirmeleri oldu Hocaefendi’nin. Hedefler verdi; o hedeflerden bir-ikisini somut proje hâlinde kelâma döktü hatta çalışma şekline ait bir teklifi de oldu. İşte bu sebeple belki ilgilenenler çıkar, belki üç-beş uzman çalışmalara başlar düşüncesiyle okuduğunuz yazıyı kaleme aldım. Ehlinin malumu olduğu üzere, Kur’ân’da makta’lar var.

Özellikle uzun sûreler makta’lara bölünmüş. Bu bölme ve bölünmenin, yapan kişiye göre değişen bir mantığı var. Benim gördüğüm, mânâ bütünlüğü makta’ların belirlenmesinde önemli rol oynamış durumda. Bununla beraber bazı makta’lardaki isabet oranı tartışılır; belki tartışılmalıdır da. Zira mezkûr makta’lar, sûrelerin Kur’ân içinde, âyetlerin de sûre içindeki sıralamasında olduğu gibi tevkîfî değildir aksine içtihadîdir. İçtihadî meseleler ise her zaman müzakereye açıktır. Zaten isabet oranı tartışılır dememizin sebebi de bu. Sadece makta’lar mı? Hayır secde âyetleri ve secavend adı verilen âyetler içindeki duraklama yerleri için de aynı şey geçerli. O gün derste Hocaefendi bu konuya değindi ve şöyle dedi: “Secde âyetleri, makta ve secavendler üzerinde bir heyetin çalışması gerektiğine inanıyorum. Bazılarında isabet olmadığı kanaatindeyim. Zira mesele Allah’ın kelâmı ve Allah’ın kelâmını nazil olduğu şekliyle korumak bizim vazifemiz. Emanettir Kur’ân bize unutmayalım.” Bu cümleleri sarf ettikten sonra bir müddet düşündü ve sözlerini şöyle tamamladı: “Allah seleften razı olsun; halefe yapacak çok iş bırakmışlar.” Söz bitmiş tekrar tefsire dönmüştük. Elmalılı’yı okuyan arkadaş yeniden okumaya başlamıştı ki birden onun sözünü keserek kaldığı yerden devam etti: “Eğer bizler bu çalışmaları yaparsak, gelecek nesiller Kur’ân’ın derinliğini anlamada daha ileri seviyede iş yaparlar.

Mesela…” dedi Hocaefendi ve şu ana kadar onlarca defa dile getirdiğine bizzat şahit olduğum psikolojik tefsir projesini yeniden seslendirdi. “Psikolojik tefsir. Şimdiye kadar defalarca tekrar ettim; yok böyle bir çalışma. Bazı kıssalarda merhum Seyyid Kutub’un izahları var ama Kur’ân’ı bu gözle bütüncül bir şekilde ele alan bir tefsir çalışması yok. Hâlbuki özellikle kıssalar uzmanları tarafından çok iyi bir şekilde tahlil edilse orada yer alan insanların seslerini, soluklarını duymak, karakterlerini anlamak hatta yüz işmizazlarını bile resmetmek mümkündür.” Sözün geldiği bu aşamada biraz durakladı ve devam etti: “Bu daha önce yapılan çalışmalar yetersiz demek değildir. Günümüze kadar nice devasa kıymetler, devasa tefsirler yazmış. Hatta birçokları kendi dönemlerini aşan eserler vermiş. Ama Kur’ân çağlar üstü bir beyandır. Öyleyse Kur’ân gibi böyle muhat bir beyanı yaşadığımız dönemdeki şartlarla yeniden ele almak yeniden yorumlamak gerekir.” Gördüğünüz gibi bazılarının günümüzde yaptığı gibi mevcudu inkâr veya umursamama, küçük görme, hafife alma yok, aksine mevcudu saygı ile birlikte kabul var, var ama bu mevcutla iktifa etme demek değildir. Zira mevcutla iktifa dûn himmetliktir. Hele Kur’ân gibi çağları aşan tarih-üstü, evrensel bir beyanı tefsir geleneğimizde yerine alan tefsirlerle anlamaya çalışıp başka hiçbir şey yapmamak dûn himmetliğin ta kendisidir. Çünkü Kur’ân M. Akif’in de dediği gibi ilhamı yaşanılan asırdan alınıp asrın idrakine söyletilecek olan bir beyandır.

Dolayısıyla tefsir zincirinin bize kadar uzanan halkasına bir halka da bizim ilave etmemiz gerekli ki Hocaefendi’nin dediği şey de tam mânâsıyla bu. Tabi ki inter-disipliner (disiplinler arası) bir çalışma olmalı bu. Eski dönemlerde olduğu gibi Arapçaya ne kadar vâkıf olursa olsun, dinî ilimlerin bir dalında ne kadar âlim olursa olsun bir tek kişinin altından kalkamayacağı kadar kapsamlı bir çalışma bu. Aksi hâlde mevcudun tekrarından başka bir sonuç çıkmaz ortaya. Öyleyse yapılacak şey meydandadır; tefsir yapılan âyetlerin konularına bağlı olarak o konulardaki uzmanlardan oluşan bir heyet olacak; bu heyet belirlediği çalışma disiplinine bağlı olarak kısa, orta ve uzun vadeli planlar yapıp müstakil çalışmalarla vira bismillah diyecek ve sonra bir araya gelip bunları tevhid edecek. Nitekim işaret etmeye çalıştığımız bu mevzu ile alâkalı olarak şunları söyledi Hocaefendi: “Şöyle yapılabilir; teavün düsturu harekete geçirilir; farklı disiplinlerden 4’er 5’er kişilik çalışma grupları oluşturulur ve heyetteki herkes kendi ilgi alanı itibarıyla konu üzerinde çalışır sonra bir araya gelip ortak bir metin çıkartırlar. Çünkü mesele bir tek insanın üstesinden gelemeyeceği kadar geniş ve kapsamlı bir meseledir.” O nurlu iklimi ile mürde olan gönüllere ilhamlarını tıpkı bir pınar gibi gürül gürül akıtan Ramazan bitti ama Kur’ân dersleri devam ediyor. Zaten önemli olan da bu değil mi? Kur’ân ile olan münasebetimizi yılın bir ayına hapsetmek yerine o münasebeti her güne yayma, hatta zaman denilen nesnenin en küçük parçasının adı ne ise, ona kadar indirme ve indirgeme. Uzun sözün kısası; Kur’ân ile münasebeti hayat felsefesi ve tarzı hâline getirme. Bu uzun-ince yolda aşılmaz dağları aşmamız ümidiyle…. K Tezakür, Tezekkür, Tezkir ve Zikir esintisiz diyebilirim; nefes kesmeden de diyebilirim; arka arkaya sıralanan değerlendirmeler esnasında araya girdi ve “Nâmütenâhi istikametinde mülahazalar da nâmütenâhi olur.” dedi. Ardından ilave etti: “Kendi dar sınırlarınızdan çıkmanız lazım. Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi ‘gönüllerin meâliye müştak’ hâle getirilmesi gerek.

” Hangi münasebetle söyledi bu sözleri? Neydi o değerlendirmeler? Kimdi bu değerlendirmeleri yapan veya aktaran? Önce kim sorusuna cevap vereyim. Fotoğrafik zekâsı, meâliye müştak gönlü, düşünce ve amelde istikameti ve en önemlisi hiç doyma bilmeyip sürekli ‘hel min mezîd’ ufkunun zirvelerinde dolaşıyor gördüğüm can dostumdu o kişi. Değerlendirmeler, bazıları can dostuma, bazıları da başkalarına ait. Mevzu ise pırlanta serisi idi. İki elin parmak sayısını geçmeyecek kadar misafirin olduğu salon maddesiyle-mânâsıyla sohbet için hazırdı. Ama bu ortamda ikili bir muhâvere vardı. Sezebildiğim, görebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla birbirlerinin dilinden ve dil’inden anlayan Hoca-talebe arasındaydı bu muhavere. Mevzu söyledim; pırlantalar idi. Muhavere pırlantaların akıl, mantık, düşünce, amel, ruh, gönül ve kalb dünyamıza kazandırdıkları etrafında dönüyordu. Zaman geliyor; devâsâ kâmetlerin görüşleri, zaman geliyor pırlanta sohbetlerine muhatap olanların yeni keşfettikleri hazineler hakkındaki kanaatleri aktarılıyordu. Bazen oluyordu ki ilim dünyasının atmosferlerinde dolaşılıyor; bazen ise ‘olan’dan hareketle ‘olması gerekenler’in dile getirildiği zeminlere atıflarda bulunuyordu. Tabi mevzu pırlantalar olunca, pırlantalar sahibine sadece dinlemek düşüyor, mahviyet, tevazu ve hacalet içinde aktarılanları nezaketen dinliyordu. Saymadım ama saysam ve rakamı size söyleseydim, “Bu kadar kısa zamanda bu kadar estağfirulah denir mi?” derdiniz. Can dostumun nefes almaya durduğu bir an devreye girdi eserlerin sahibi: “Yapacağımız şeylerin doğruluğunu çok iyi hesap etmemiz lazım.” dedi.

Sonra bu doğruluğa metot ekseninde açılım kazandırdı: “Toplumun sadece bir kesimi değil, bütün kesimlerine hitap edecek usuller belirlemek lazım.” Maksadı açık ve netti. Çünkü ortaya konan eserler bütün Müslümanlara ve bütün insanlara hitap etmekte. Öyleyse onları toplumun sadece bir kesimine has kılacak tarzda hatalar yapmamak, “hasr” ifade eden söylem ve tavırlardan uzak durmak gerek. Pekâlâ doğru usul belirlendikten sonra ne olacak? İkinci adım, en azından birinci adım kadar, hatta azim, istikamet ve süreklilik ifade etmesi açısından birincisinden daha önemli. Dedi ki: “Sonra doğru dediğimiz ve doğru bildiğimiz bu yolda sonuna kadar ısrarla yürümeliyiz.” Can dostum, ihtimal fırsat bu fırsat dedi ve devam etti gözlemlerini anlatmaya. Ama estağfirullahlar da arka arkaya geliyordu. Bir ara yine fırsat buldu; araya girdi ve: “İ’zama gitmeyin. (Büyütmeyin.)” dedi “İyi ama biraz önce doğru söyleyin, dediniz. Bunlar doğruların ifadesi.” diye karşılık buldu i’zama gitmeyin sözü. Fakat pırlantalar sahibi meramını daha açık beyanlarla söylemeye durdu. “Hased insanın fıtratında vardır.

Rekabet hissi bir başka fıtrî özelliktir. Eğer insanlığa götürdüğünüz hizmetlerinizde istikamet düşünüyorsanız, sevdiğiniz, saydığınız şahıslara fevkalade makamlar vermek yerine, fevkalade sadâkatla hareket etmelisiniz. Aksi hâlde bilmeden, farkında olmadan yaptığınız şeylere zarar vermiş olursunuz.” Sonra bu yaklaşımını Mus’ab ibn-i Umeyr ile temellendirdi. Hicret öncesi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafında tebliğ ve irşad görevi tavzif edilen ve Medine’ye gönderilen o dev sahabî Hazrec kabilesinin ileri gelenlerinden Useyd ibn-i Hudayr’a kendisini öldürmek için geldiğinde diyor ki: “Otur, dinle; eğer beğenmezsen boynum kıldan ince. Ama önce bir dinle.” Yapılan vurgu, verilmek istenen mesaj açık; yumuşak ve mantıkî üslup. Zira Hz. Mus’ab’ın bu yumuşak ve mantıkî üslubu başta Useyd ibn-i Hudayr olmak üzere onun gibi nicelerini eritmiş ve İslam ile şereflenmelerine vesile olmuştu. Unutmadan, yazıya başlık yaptığım kavramlarla alâkalı açıklamasını da anlatayım. Malum, müzâkere bir meseleyi karşılıklı olarak enine-boyuna konuşma demek. Hadislerde ‘ders’ değil de “tedârüs” kavramıyla anlatılan üslubun bir başka fiille ifadesi. O can dostum müzâkereler ve o atmosferlerde yaşananlardan bahsederken dedi ki pırlantalar sahibi: “Tezekkür ferdî bir ameliyedir ama tezekkür bile tezâküre bağlı. Tezâkür yapacaksınız ki tezekkür edesiniz. Her tezekkür sizde tezkîr düşüncesini tetikleyecek.

Bu da sizi zikre götürecek.” Bir-iki cümlede ifade edilen ve kelimelerle, kavramlarla âdeta dans eder gibi söylenen bu anlamlı cümle aslında bize bir ödev veriyor; başta Kur’ân olmak üzere hadisten siyere, fıkıhtan kelâma, tefsirden tasavvufa, günümüz insanının aklına, kalbine, ruhuna, gönlüne hitap eden her türlü beslenme kaynağımızı literalist yani zahirî yaklaşımlara girmeden, taassuptan uzak ve kaynaklarına inerek katılımcılığın ve anlamanın esas olduğu müzakere, müdârese usulüyle okuma ve mütalâ etme. İmanı marifetle beslemenin ilk adımı bu. Ardından amel geliyor. Keşke yapabilsek. Aynı gün bir başka ortamda dinlediğim hikâye ile bitireyim. Ormandaki ağaçlar baltadan şikâyette bulunmuşlar. Verilen cevap çok manidar: “Ne yapayım, baltanın sapı sizden.” Dünyanın dört bir yanında sapı bizden olanların her tarafı katıp karıştırdığı bir zaman diliminde bizi özümüze kavuşturacak, özümüzle buluşturacak, özümüzü anlamamıza sebebiyet verecek bu türlü bir usule o kadar muhtacız ki? Dedim keşke yapabilsek… Pırlantalar sahibini tanıdık; Hocaefendi. Pekâlâ “Can dostun kim?” sorusunu duyar gibiyim. Müsadenizle isim vermeyeyim ama şunu da demeden geçmeyi kadirnaşinaslık bilirim. O, – , Allah’a karşı hiç kimseyi tezkiye edemem.- Kâdı Burhaneddin’in “Bendesin sen bendeyim ben tapuna; Bendeyim ben nice ki sen bendesin.” beytinde tasvir edilen hâl ve makama sahip bir sadık, “Gussâdan mahlâs dilerken adını divân-ı aşka yazdıran” bir âşık, cemâlden kemâle, kemâlden cemâle Hz. Cemîl’e doğru yol alan bir yolcu.

Bense şu an sizlere resmetmeye çalıştığım manzaraya hem mânâ hem de muhteva itibarıyla uyum içinde bulunan güftesi Faik Ali Ozansoy’a, bestesi Şadi Hoşses’e ait olan kürdîlihicazkâr makamındaki “Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey” şarkısının atmosferine kendimi salmış bir âvâreyim. “Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey Mehtaba dalıp yâr ile sohbet ne güzel şey Dünyamızın üstünde bütün ruhlar uyurken Dünyada senin âşığın olmak ne saadet Bir bitmeyecek aşk-ı muhabbet ne güzel şey Yıldızların altında ibâdet ne güzel şey.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir