Morarmış çürük rengindeki gökyüzü, Fransız mevzilerinin üzerinde alçalıyor, sonra ürkütücü bir gururla Alman hatları tarafına doğru devrile devrile kayıp gidiyordu. Tuğgeneral Sean Courtney Fransa’da dört kış geçirmiş olduğundan, tecrübelerine dayanarak artık buranın havasını da kendi yurdu Afrika’deki kadar doğru olarak tahmin edebilmeye başlamıştı. «Bu gece kar yağacak,» diye homurdandı. Emir subayı Nick van der Heever başını arkaya çevirip generale baktı. «Hiç şaşmam, efendim.» Van der Heever ağır yük taşımaktaydı. Her zamanki tüfeğiyle tabancasına ek olarak omzuna bir de bez çanta vurmuştu. Çünkü General Courtney bu akşam İkinci Alayın yemekhanesinde yiyecekti yemeğini. Şu anda İkinci Alayın albayıyla subayları kendilerini bekleyen bu onurun farkında değillerdi henüz. Sean apansız oraya vardığında doğacak paniği ve kargaşayı düşünüp için için güldü. Bez çantadaki malzeme, yaratacağı şokun zayıf bir avuntusuydu. Altı şişe Dimple Haig’le bir tombul kaz vardı çantada. Aslında Sean resmiyet dışı davranışlarının, yanında kimse olmaksızın apansız ileri hatlarda belirme huyunun emrindeki subayları tedirgin ettiğini biliyordu. Daha bir hafta önce bir binbaşıyla bir yüzbaşının arasında saha telsiziyle yapılan bir konuşmayı rastlantı sonucu dinlemişti. «Bu koca kurt kendini Boer Savaşında sanıyor. Onu merkezde tutamıyor musunuz biraz?» «Erkek fili kafese kapamak kolay mı?» «Bari yola çıktığı zaman bize bir haber uçurun,..» Sean sırıtarak emir subayının arkasından yürümeyi sürdürdü. Paltosunun etekleri bacaklarına dolanıyordu. Kafasındaki çorba kâsesine benzeyen miğferinin altına bir eşarp sarmıştı. Isınabilmek içindi bütün bunlar. İki adamın ağırlığından siperin tabanına döşeli tahtalar oynuyor, alttaki çamurlar vıcık vıcık sesler çıkarıyordu. Hattın buraları biraz yabancı yerlerdi. Tugay buraya varalı bir hafta bile olmamıştı. Ama kokuyu tanımamaya olanak yoktu. Toprağın ve çamurun o küflü kokusuna, çürümekte olan et kokularıyla lâğım kokuları karışıyordu. Yanık kordit ve patlayıcı kokuları da caba. Sean kokladı, tiksinerek yere tükürdü. Bir saate kadar alışacağını, kokuyu farketmez olacağını biliyordu. Ama şu an için gırtlağının cidarlarına bir yağ tabakası gibi yapışmaktaydı koku. Gökyüzüne bir daha baktı, bu kez kaşlarını çattı. Ya rüzgâr bir iki derece doğuya kaymıştı ya da bu siperler ağı içinde kendileri yanlış bir tarafa sapmışlardı. Bulutların kayış yönü Sean’ın kafasındaki haritanın doğrultusunda değildi artık. «Nick!» «Evet, komutanım?» «Hâlâ doğru yolda mısın?» Genç subay dönüp baktığında gözlerindeki kararsızlık çok belirgindi. «Şey, efendim…» Siperlerin son çeyrek millik bölümü boştu. Buralardan bir tek Tanrının kulu geçmiş değildi. İki yanlarında toprak duvarlar yükseliyordu. «Bir baksak fena olmaz, Nick.» «Bakayım, efendim.» Van der Heever gözlerini siperin ilerisine doğru çevirdi ve aradığını hemen gördü. Bir sonraki kavşakta bir tahta merdiven duvara dayanmış duruyordu. Genç adam merdivenin dibindeki kum torbalarına bastı, ilk basamağa adımını attı. «Dikkatli ol, Nick,» diye seslendi Sean arkasından. «Başüstüne, komutanım.» Delikanlı tırmanmadan önce tüfeğini düzeltti. Sean’ın hesabına göre, ileri hatla aralarında hâlâ üç dört yüz metre olmalıydı. Ortalık da hızla kararıyordu. Bulutların altında kalan hava tabakasının morumsu aydınlığı nişan almaya elverişli değildi. Ayrıca Van der Heever’in genç olmasına karşın tecrübeli bir asker olduğunu da biliyordu. Sean onun merdivenin tepesinde çömelişine, başını bir an için yukarı uzatıp tekrar çabucak saklanışına baktı. «Tepe biraz fazla solumuzda kaldı,» diye seslendi genç adam aşağıya. Tepe alçak ve yuvarlak başlıydı. Dümdüz ovada ancak yüz elli metre ya var ya yoktu. Bir zamanlar yamaçları yemyeşil ağaçlıktı, ama şimdi orada bel hizasında yanık kütüklerle yerlerde bombaların açtığı oyuklardan başka pek bir şey kalmamıştı. «Çiftlik evi ne kadar uzakta?» diye sordu Sean. Başını kaldırmış, emir subayına bakıyordu. Çiftlik evi dedikleri, alayın yerleştiği alanın tam orta yerine bakan, damı gitmiş, dört duvarı kalmış, dikdörtgen bir yıkıntıydı. Askerler onu yön saptamada kerteriz olarak kullanıyorlardı. Kara kuvvetleri de, hava kuvvetleri de. «Bir daha bakayım.» Van der Heever kafasını tekrar yükseltti. Mauser’lerin çatırtısı pek tipikti. Sean o tiz, iğrenç sesi o kadar sık duymuştu ki, uzaklığını ve yönünü çok iyi tahmin eder hale gelmişti artık. Bu tek ellik ateşti. Beş yüz metre kadar uzaktan… tam karşıdan. Van der Heever’in kafası, güçlü bir yumruk yemiş gibi arkaya büküldü, miğferinden gong vurur gibi bir ses duyuldu. Çene kayışı koptu, yuvarlak miğfer havada bir dönüş yaptı, düşüp siperin tabanındaki tahtaların üzerinde yuvarlandı, gri bir çamur birikintisinde durdu. Van der Heever’in elleri bir an merdivenin tepesine sımsıkı sarıldı, sonra parmaklar açıldı, adam sırtüstü devrilerek, siperin tabanına çarptı, paltosunun balon gibi havalanan etekleri de onu izledi. Sean donmuş gibi duruyor, inanmaz bakışlarla bakıyordu. Aklı henüz Nick’in vurulmuş olduğunu kabullenmiyordu; hem asker, hem de avcı olarak, o bir tek ellik ateşin yarattığı dehşete iyice kapılmıştı. Ne biçim nişan almaktı bu? Bu loş ışıkta beş yüz metre, siperin kenarından bir an gözüken bir miğfer pırıltısı; uzaklığı ve yönü ayarlamak için üç saniye zaman: sonra miğfer tekrar göründüğünde nişan alıp ateş etmekteki o hız! Tetiği çeken o Hun ya leopar reflekslerine sahip üstün bir nişancıydı ya da Batı cephesinin en şanslı avcısı. Düşünceler uçuşup duruyordu kafasında. Öne doğru ağır bir adım attı, subayının yanına diz çöktü. Onu omzundan tutup çevirirken içinde hasta edici bir eziklik, göğsünde buz gibi bir pençe vardı. Kurşun şakaktan girmiş, öbür kulağın hemen arkasından çıkmıştı. Sean parçalanmış kafayı kaldırıp kucağına yatırdı, kendi miğferini çıkardı, başındaki ipek eşarbı çözdü. İçinde korkunç bir kayıp duygusu vardı. Delikanlının başını yavaşça o eşarba sardı. İnce kumaş kanları hemen dışarıya verdi. Yararsız bir hareketti bu… ama hiç değilse ellerini meşgul ediyor, içindeki çaresizlik duygusunu biraz oyalıyordu. Çamurlu tahtaların üzerine oturdu, çocuğun vücudunu kucakladı, koca omuzları öne büküldü. Sean’ın çıplak kalan kafasının büyüklüğü, üzerindeki gür, kıvırcık siyah saçlarla araya karışmış gümüş rengi tutamların solmakta olan ışık altında parıldamasıyla daha da belirginleşiyordu. Kısa, gür sakalına da kır düşmüştü. İri kanca burnu eğriydi. Teni çok hırpalanmış gibi görünüyordu. Eskisi gibi kalmış tek yeri, kavisli siyah kaşlarıydı. Gözleri de koyu mavi, berrak bakışlıydı. Çok daha genç birinin gözleriydi sanki. Dengeli ve uyanık. Sean Courtney uzun süre çocuğu kucaklayıp oturdu, sonra bir tek kez içini çekti. Derin derin. Kırık kafayı bir kenara bıraktı. Ayağa kalktı, çantayı kendi omzuna vurdu, geri dönüp tekrar yola koyuldu. Gece yarısına beş dakika kala, İkinci Alayın komutanı olan albay yemekhanenin ışığı sızmasın diye takılmış kara perdelerin altından eğilerek geçti, eldivenli eliyle omuzlarındaki karları silkeleyerek doğruldu. Bu yemekhane altı ay önce bir Alman mevziiydi. Tugay burayı ele geçirmeye pek heves etmişti. Yerin on metre altında, içine sızılması olanaksız bir yerdi. Ne kadar bombalanırsa bombalansın. Yerler kalın tahta döşeme, duvarlar suya ve soğuğa karşı yalıtımlıydı. Karşı duvarın dibinde koca göbekli bir soba neşeli neşeli çıtırdıyordu. Sobanın çevresine yarım düzine kadar ganimet koltuk dizilmişti. Yarım daire biçiminde. O koltuklarda görev saati dolmuş subaylar oturmaktaydı. Ama albayın gözü yalnızca generalinin o iri vücudunu görüyordu. Sobaya en yakın, en rahat koltuktaydı general. Albay ona doğru ilerlerken bir yandan paltosunu sırtından çıkardı. «Generalim, çok özür dilerim. Eğer geleceğinizi bilseydim… teftişimi yapmaya çıkmıştım.» Sean Courtney güldü, el sıkışmak üzere koltuğundan yavaşça kalktı. «Ben de senden onu beklerdim zaten, Charles. Ama subayların beni çok iyi ağırladı… kazdan sana da birkaç lokma sakladık.» Albay bakışlarını kendi subayları üzerinde çabucak dolaştırdı, kızarmış yanakları, fazla parlak gözleri görünce kaşları çatıldı. Bu gençleri, generalle karşılıklı içki içmek konusunda uyarması gerekiyordu. İhtiyar kayalar kadar sağlamdı. Kara kaşların altındaki gözleri de birer fişek gibiydi. Yine de albay onu çok iyi tanıdığından, şu anda midesinde en az yarım şişe Dimple Haig bulunması gerektiğinden emindi. Bir şeyden daha emindi. Generalin canı çok sıkkındı. Birden hatırladı. Elbette… «Genç van der Heever’e çok üzüldüm, efendim. Yarbay anlattı bana olup bitenleri.» Sean elinin hareketiyle bu konuyu bir kenara iter gibi yaptı ama gözlerinde bir an kara gölgeler oynaştı. «Eğer bu akşam bu hatlara geleceğinizi bilseydim, sizi uyarırdım, efendim. O nişancıyla buraya geldiğimiz andan beri başımız dertte. Aynı adam olmalı kesinlikle… müthiş bir şey. Böylesini ömrümde görmedim. Başka her taraf sessizken… Doğrusu bu durum çok tedirgin edici. Bütün hafta boyunca kayıp olarak yalnız, onun avladıkları var.» Sean hırslı bir sesle, «Ne yapıyorsunuz o konuda?» diye sordu. Öfkenin yüzünü nasıl kararttığını hepsi gördüler. Yarbay hemen atıldı. «Ben Üçüncü Alaydan Albay Caitbness’le konuştum, aramızda bir anlaşmaya vardık, efendim,» dedi. «Bize Anders’le Mac Donald’ı göndermeye söz verdi…» Albay birden sevinçle, «Razı oldu mu buna?» diye atıldı. «Harika bu. Caithness’in iki gözbebeğinden ayrılmaya razı olacağını sanmazdım.» «Bu sabah geldiler… ikisi bütün gün araziyi inceledi durdu. Onları serbest bıraktım. Sanıyorum vuruşu yarın gerçekleştirmek niyetindeler.» A Birliğine komuta eden genç yüzbaşı saatini çıkarıp bir an baktı. «Benim birliğimin oradan dışarı çıkacaklar, efendim. Aslında ben de şimdi gidip onlara iyi şanslar dileyecektim. Bana izin verir miydiniz, efendim?» «Elbette, haydi, yola koyul, Dicky… benden de iyi şanslar dile onlara » Tugayda Anders’le MacDonald’ı duymamış kimse yoktu. Sean Courtney birden, «Onları ben de tanımak isterim.» dedi. Albay başını eğip kabul etti. «Tabii. Ben de geleyim, efendim.» «Yo, yo, Charles… sen daha yeni soğuktan geldin. Ben Dicky’le giderim.» Kar gecenin kapkara göklerinden hızla iniyordu. Sesleri örtüp boğuyor, alayın sol tarafına, tel örgüdeki bir deliğe düzenli aralıklarla ateş edip duran Vickers’in patlamalarını da boğuklaştırıyordu. Mark Anders ödünç aldığı battaniyelere sarınmış oturmaktaydı. Başını kucağındaki kitaba eğmiş, gözlerini güdük kalmış mumun titrek ışığına göre ayarlamıştı. Karın düşmeye başlamasıyla artan sıcaklık, bir de sığınağa sızan seslerin niteliğinin değişmesi, yanı başında uyumakta olan adamı uyandırdı. Adam öksürdü, olduğu yerde döndü, kafasının yanındaki tente perdeyi aralayıp baktı. «Allah kahretsin!» deyip tekrar öksürdü. Öksürüğünde çok sigara içen bir insanın hışırtısı vardı. «Allah kahretsin. Kar yağıyor.» Sonra Mark’a döndü. «Hâlâ mı okuyorsun?» diye sordu sert bir sesle. «Ne zaman baksam burnunu bir kitaba daldırmış oluyorsun. Gözlerini mahvedeceksin.» Mark başını kaldırdı. «Bir saat oldu kar başlayalı.» «Onca şeyi ne diye öğrenmek istiyorsun? İşine yaramaz ki!» Fergus MacDonald’ı konudan saptırmak kolay değildi. «Kardan hoşlanmıyorum,» dedi Mark. «Kar yağacağı hesapta yoktu.» Görevlerini zorlaştırıyordu kar. Yerler duyarlı bir beyaz örtüyle örtülecekti. Siperlerden çıkıp ilerleyenin izleri, gün ışığında dikkatli bir düşmana hemen durumu belli ederdi. Bir kibrit parladı, Fergus iki sigara yakıp birini Mark’a uzattı. Omuz omza, battaniyelerine sarınmış oturuyorlardı. «Vuruşu iptal edebilirsin, Mark. Ne bok yerseniz yiyin der işin içinden çıkarsın istersen. Gönüllüsün sen.» Mark cevap vermeden önce bir dakika boyunca sessizce sigaralarını içtiler. «O ‘Hun’ tehlikeli.» «Kar yağıyorsa, yarın çıkmaz bile belki. Kar onu da yatağına çakar.» Mark başını ağır ağır iki yana salladı. «O kadar yaman biriyse çıkar.» Fergus, «Evet,» diyerek başını salladı. «Hem de nasıl yaman. Dünkü o atış… bütün gün soğukta yat, sonra ta beş yüz metreden… hem de o ışıkta…» Fergus sustu, sonra hızla devam etti. «Ama sen de yamansın, evlat. En iyisi sensin.» Mark hiçbir şey söylemedi. Sigaranın yanan ucunu dikkatle söndürdü. «Gidecek misin?» dedi Fergus. «Evet.» «Biraz uyu, evlat. Yarın uzun bir gün olacak.» Mark mumu söndürüp sırtüstü uzandı, battaniyeleri kafasının üzerine çekti. «Sen biraz uyu,» dedi Fergus yine. «Ben seni vaktinden önce uyandırırım.» Battaniyenin altındaki kemikli omzu babaca okşamamak için kendini güç tuttu. Genç yüzbaşı ileri ateş ekibinin nöbetçisiyle alçak sesle konuştu, adam fısıltıyla cevap vererek çenesiyle karanlık siperi işaret etti. «Bu taraftan, efendim.» Tahta basamaklara basarak indi. Öyle giyinip sarınmıştı ki, ilk bakışta biçimi bira şişesine benziyordu. Ondan bir kafa yüksek olan Sean ardından izledi. İlerdeki köşeyi döndüler. Düşen kar taneleri arasında, siperin yan tarafındaki küçük sığınaktan hafif bir kızıl ışık sızıyordu. Işığın önünde çömelmiş duran gölgeler hayal oyunlarındaki gibi kapkaraydı. «Çavuş MacDonald?» Çömelmiş adamlardan biri ayağa kalkıp bir adım ileri çıktı. «Benim!» Cevabın tonunda kasıntı, kendine güvenen bir hava vardı. «Anders yanında mı?» «Burada, tamam,» dedi MacDonald. Adamlardan biri daha kalktı. O daha uzun boyluydu. Ama hareket edişinde bir zariflik vardı. Bir atlet ya da dans sanatçısı gibi. Yüzbaşı, «Hazır mısın, Anders?» derken yine siperlere özgü o boğuk fısıltıyla konuşuyordu. MacDonald arkadaşının yerine cevap verdi. «Çocuk zımba gibi, tam formda, efendim.» Bir boksörün menajeriydi sanki. Sahiplik vardı sesinde. Belli ki çocuk onun malıydı. Bu sahiplik ona, kendi başına kazanamayacağı bir ayrıcalık veriyordu. Tam o sırada başlarının üzerinde dönen ışık bir daha parladı. Beyaz, sessiz bir patlama. Kar onu da yumuşatmıştı. Sean insanı da atı tanıdığı kadar tanırdı. Yozlaşmışları hangileri, göğüslerinde yürek demeye lâyık yürekleri olanları hangileri, hemen anlardı. Bu, uzun deneyimlerin, bir de daha derin, açıklanamayan bir sezginin sonucuydu. Kırmızı ışıkta gözleri yaşlı çavuşun yüzünü aradı. MacDonald gecekondu yaşamının besinsiz kalmış yüz hatlarına ve kemik yapısına sahipti. Gözler birbirine fazla yakın, dudaklar incecik, köşeleri aşağıya dönük. Bu yüzde Sean’ı ilgilendirecek bir şey yoktu. Öteki adama baktı. Gözler açık, altınımsı bir kahverengiydi. Ayrıktı. Bir şairin ya da uzun süre açık havada, uzak ufuklara bakarak yaşamış bir insanın dingin bakışları. Gözkapakları çok açık duruyor, irisin çevresinde bembeyaz bir hâle bırakıyordu. Gökteki dolunay gibi serbest dolaşıyordu gözbebekleri. Sean daha önce ancak birkaç kez görmüştü bu tür gözü. İpnotize edici bir niteliği vardı. O doğrudan, araştırıcı bakışlar sanki Sean’ın ruhunun içine ulaşıyordu. Gözlerin ilk etkisinden sonra, diğer etkiler de gelmeye başladı. Birincisi, delikanlının son derece genç olmasıydı. Yaşı yirmiye yakın olmaktan çok, on yediye yakın gibiydi. Sean bunu düşünürken, çocuğun ne kadar ince ve biçimli olduğunu farketti. Bakışlarının dinginliğine karşın, vücudu tel gibi gergin ve sağlamdı. O kadar gergindi ki, çıt diye kopacaktı neredeyse. Son dört yıl içinde Sean çok rastlamıştı bu tür durumlara. Bu çocuğun özel yeteneğini keşfetmiş, sonra da onu acımasızca sömürmüşlerdi… hepsi. Üçüncü Alaydaki Caithness, sansara benzeyen MacDonald, Charles, Dick ve dolayısıyla da kendisi. Çocuğu acımasızca kullanmış, defalarca bu tür görevlere sürmüşlerdi
Wilbur Smith – Bir Serce Dustu
PDF Kitap İndir |