Ahmet Serif Izgoren – Ucan Hali Babam

“Yiğidin harman olduğu yer” demek istemem; ama Çılgın Türkler kitabında Ege’de Kurtuluş Savaşı’nı başlatan yerlerden biri olarak anılır. Çok iyi bir örnek ve kalbime işli beyaz turunçgil çiçekleri kokan hatıralar. Dört yaşındaki yetim Erdoğan bir süre göremeyince sorar büyüklerine, “Babam nerede?” Derler “Bulutların üzerine çıktı.” Küçük çocuk yıllarca kafası gökyüzünde dolaşır, bulutların üstüne, kıyısına, orasına burasına bakar “Babamı göreceğim” diye. Kendi babası olmadığından mıdır nedir? Bizi çok sevdi, hep öptü, kokladı. Emine Babaannem bir başına sadece gündüzleri evlere halı dokumaya gider, geceleri mum ışığında oya işler. Günlük alacağı yevmiyeyle ev geçindirip çocuk okutmaya çalışır. Altı yaşındayken dayısı Nuri Tanrıseven ve ninesiyle birlikte Balıkesir’e giderler, dayısı orada mahiyet memurudur. Ali Ağabeyi de Ayvalık’ta tanıdıklarının yanında ortaokulu okur. Ortanca kardeş Mehmet Amcamla babaannem Demirci’de kalırlar. Mehmet Amcam hastalanır, birkaç yıl okula gidemez. Tekrar okula başladığında sınıftakilerden çok büyüktür, herkes alay eder, o da okulu bırakır, berber olur; dünyanın en iyi kalpli, eşek tıraşı yapan berberi. Nuri Dayı kaymakam vekili olarak Burhaniye’ye atanır (1942). Babam orada ilkokula başlar. 1943’te Demirci’ye döner, Ziya Bey İlkokulu’nda birinci sınıfa devam eder.


Dayının tayini Erzincan’ın Kemaliye İlçesi’ne çıkınca oraya giderler, iki yıl kalırlar, ikinci sınıfı orada bitirir. İzmir (1974 yazı) Çiğli hava lojmanlarındaki evin önünde, Mehmet Amcam keklik gibi sekiyor, ben de hayranlıkla seyrediyor ve figür kapmaya çalışıyorum. “Sünnet fotoğrafı galiba” diye düşünen okurlar varsa, “Hayır, bu benim gündelik kıyafetim, her günümüz böyle geçiyordu” derim. Daha önce Demirci’den hiç çıkmadığı için, amcamın askerliği, Yüzüklerin Efendisi’nde Mordor’a yapılan yolculuk gibiydi. Bir macera, bir macera. Rahmetli sağlıkçıymış, bir gün albay, “Tentürdiyot nereye sürülür?” diye sorduğunda, herkes “Üstüne”, bir tek amcam “Etrafına” diye karşılık vermiş. Komutan da “Aferin” demiş. (Bkz. Gandalf’ın ağaç adam ordusuyla savaşı kurtardığı sahne, kralın dönüşü.) Onu hep böyle güler yüzlü, neşeli hatırlarım. Bir gün de Yotan’daki aşağı bağda bir kabak yaprağının altında bir tavşan yakalar, adamın biri gelir “Beş lira vereyim, bana sat” der. Amcam da satar. Hikâye bu kadar, hiç öyle ders mers çıkarılacak bir şey değil, değil mi? Rahmetli hep anlatırdı, ben de size anlattım. Eski püskü radyosunda klasik sanat müziği dinler ve ince sesiyle şahane söylerdi, tüm makamları bilirdi. Bir gün yemekten sonra elini yıkarken keyfi gelmiş, türkü söylüyormuş.

Babaannem içerden sormuş “Saime ne söylüyor bu?” (Kulağı az işitirdi.) Saime Yengem, “Yarabbi şükür diyor anne, Yarabbi şükür diyor” diye yanıtlamış. 1945’te Elazığ, Pülümür’e tayini çıkar Nuri Dayı’nın, küçük Erdoğan üçüncü sınıfı orada okur. Buradaki en önemli figür “Arap”tır. Bir gün genç kaymakamın odasına bir saksağan yavrusu getirir köylüler ve eğitildiklerinde saksağanların konuştuğunu söylerler. Küçük Erdoğan tav olur, kuşu eve alırlar. Saksağanın dilinin ucunda uzayan tırnak gibi bir bölüm vardır, “Uzadıkça o bölümü kesin” derler. O bölümü babaannem kestiğinden “Arap”, babaannemi hiç sevmez. Cidden de bir süre sonra konuşmaya başlar. Tabii öyle çok dolu bir muhabbeti yoktur; ama Nuri, Erdoğan, Arap gibi kelimeleri tekrarlar. Bir de mahallenin yoğurtçusuna takar. Arap, kafesinde balkonda beklerken her gün geçen yoğurtçu “Yoğurtçii” diye bağırınca, Arap da yüksek sesle “Yoğurtçii” diye tekrarlar. Her seferinde yoğurtçu durur sırtından tablaları indirip etrafa bakar “Kim çağırıyor” diye. Kimseyi göremez, kızar söylenir, cevap veren olmaz. 1946’da Demirci’ye dönerler, ilkokul dört ve beşi Demirci’de okur.

Öğretmeni Adviye Yenge’dir, yani Nuri Dayı’nın eşi. Adviye Yenge’yi yıllar sonra aklım ermeye başladığında Ankara’da, Emek’teki evlerinde tanıdım. Tatlı bir kadındı, yanında mutlaka ya mendil ya çorap bulunur, çocukları evden hediyesiz göndermezdi. 1948’de ortaokulu okumak için Osman Dayısı ve Ali Ağabeyi ile birlikte Ankara’ya giderler. Ali Amcam bir yandan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okur, bir yandan da Merkez Bankası’nda çalışır. İsmetpaşa’da kırık dökük bir ev tutarlar. “Son derece garibandık, çok müşkül durumdaydık” der geçerdi babam, neredeyse hiç anlatmadı o günleri. 1952’ye kadar, üç yıl Ankara’da yaşarlar, 1952’de Kayseri’nin Develi İlçesi’ne giderler, orta sonu burada okur, dört yılda ortaokulu bitirir. Ali Amcam aileyi geçindirme görevinin üzerinde olduğunu düşünerek Hukuk’u yarıda bırakır, lise öğretmeni olur. O arada askerlik hizmeti gelir. O zamanlar lise öğretmenlerini ordu asteğmenliklerinden sonra teğmen olarak almaktadır. Tezkere bırakır ve orduda muvazzaf subay olarak kalır, Diyarbakır’a atanır. 1953’te aile Diyarbakır’da buluşur, üç kardeş ve Emine Babaannem. Liseye burada başlar. Ali Amcam emekliliği geldiği saat hemen emekli oldu; burada “Genç yaşta çok çalışmış olmasının verdiği yorgunlukla” gibi bir cümle kuramayacağım; çünkü rahmetli görüp görebileceğiniz en tembel ve en nüktedan insanlardan biriydi.

Aynı yere üç kişi girer, Ali Amcam çıkınca gördüklerini bir anlatır, herkes yerlerde, diğerleri onun gördüklerini görmezdi. Cuma namazlarından dönüşü toplu olarak beklenirdi, kısacık namazda yaşadıklarıyla milleti güldürür dururdu. Tembelliğiyle ilgili efsaneler ise şunlar: Suna Yengem bir gün çayını koyar, olur da üşenir diye, içine şekerlerini atar, kaşık da içinde getirir verir. Amcam bakar, “Çayımızı da kendimiz mi karıştıracağız” der. Suna Yengem salonda iş yaparken amcamın içeriden sesi duyulur, “Hanıım çabuk gel”, yengem koşarak gider. Amcamı sedirde yan yatmış şekerleme yaparken bulur, “Hanıım şu göbeğimi sağdan sola döndürsene.” “Emekli olunca Karşıyaka’da dükkan açıp karpuz suyu satacağım, müthiş talep olur” diye ticari zekâsını belli ederdi, maksat işe gir muhabbeti olmasın. Emekli olunca tek işi sabah Emekli Subaylar Derneği’ne giderken karşıdaki bakkaldan bir ekmek, bir gazoz alıp sarkıtılan sepete koymaktı. Akşamdan onun stresini yaşardı: “Üff yarın ekmeği al, sepete koy aman iş mi bu?” Demirci, Manisa (1934 olmalı) Bu fotoğrafın değeri tahmin edemeyeceğiniz kadar fazla. Solda babaannemin kucağında eteklikle Mehmet Amcam. En sağda Fatma Nine (1890-1965), büyük anne diye anılırmış. Aradaki Ali Amcam. Ortada hocanne (hoca anne) Asya Nine, büyük annemin teyzesi. Arkadaki çocuk Osman Dayı. Şimdi büyülü ana geldik.

Arkada, bulutların arasında hayal meyal gördüğünüz kişi, babamın bulutların arasında aradığı babası, Ahmet Dedem. Bu fotoğraf dedemin kısa hayatında çektirdiği iki fotoğraftan biri. Diğerini de birazdan göreceksiniz. Bunlar, küçük Erdoğan’ın babasını görebildiği fotoğraflar. Yıl 1988 evin telefonu çaldı, ağır bir grip geçiriyorum, yataktayım. Suna Yengem, “Amcan vefat etti” dedi. Tüm şekiller beynimde dönerek, bana soyduğu elmalar, anlattığı masallar, verdiği harçlıklar, muziplikleri, gülümsemesi, Konya Orduevi’nde Neil Armstrong’un aya ayak bastığı o gece, parlak dolunayı bana gösterip anlatırken içtiğim enfes üzümlü gazoz, hepsi gözlerimden boşandı. Reşadiye, 1749. Sokaktaki YıldırımApartmanı’na gittiğimizde o huzurlu eve ölümün girebileceğini hiç düşünmediğimi fark ettim. Amcamın bu yaşam tarzıyla normalde 150 yıl yaşaması gerekirdi. Beynim, bu kitabı yazarken on dokuz yıldır sildiği bir başka acıyı hatırlattı bana. Ambulans geldiğinde onu taşıyabilecek kimse yoktu. Güçsüz kollarımla amcamı ben aldım kucağıma, beş bitmez kat indirdim. Yaşadığım acıyı anlatamam. Allah rahmet eylesin.

Etrafına huzur yayan, çok iyi bir adam ve çok iyi bir ağabeydi. 1954’te Manisa’ya gider ve lise ikinci ve üçüncü sınıfı burada okur. Burada bir öğrenci yurdunda kalır, harçlığını Ali Ağabeyi gönderir. O zamanlar banka, havale, EFT zor. O tarafa gidip gelen bir tanıdıkla gönderilir para. Bir seferinde parayı emanet ettikleri kişi parayı vermez on sekizine girmiş Erdoğan’a. Yurdun paragöz sahibi çağırır, “Nerede para?” diye sorar. Babam, “Henüz gelmedi” cevabını verince “O zaman paran geldiğinde gelirsin yurda” deyip dışarı atar genç çocuğu. Okul sonrası Manisa’da bir parkta yatar gece. Ertesi gün, ders sonrası yine parka gider. Okuldaki edebiyat öğretmeni Nazik Erik bir faytonla evine gitmekteyken parktaki başarılı öğrencisini görür. Yanına çağırır: – Erdoğan ne arıyorsun sen burada? – Oturuyorum öğretmenim. – Geç olmadı mı? – … – Gel bakalım faytona. Nazik Öğretmen, nazik nazik Erdoğan’ı eve kadar sorgular, durumu anlar. “Evde ekmek kalmamış” deyip yüklüce bir para verir.

“Hadi bakalım bakkala” diye yollar babamı. Babam elinde ekmek dönüp paranın üstünü uzattığında – Üstü senin. – Hocam olmaz. – Olur, olur. – Hocam ben bunu size uzun süre ödeyemem. – Ödeyeceksin. – ? – Nasıl biliyor musun? İşe başladığında, etrafında ihtiyaç içinde dürüst öğrenciler olacak, parayı onlara ödeyeceksin. Babam o gün ağlaya ağlaya gidip yurdun parasını ödemiş, bugün anlatırken de ağlar. Ben de yazarken ağlarım. Niye bilir misiniz? Dün akşam İstanbul’da liselerde cep telefonuyla çekilmiş görüntüler izledim televizyonda. Öğrenciler öğretmeni ittiriyorlar, koltuğuna oturuyorlar, biri arkadan erkek öğretmene bağırıyor: “Kucağına otur kucağına.” Sınıf defterini önünden alıp kaçırıyorlar, bir başka sınıfta öğretmen sınav yapıyor, öğrenciler cam kenarında sigara içiyorlar. Elli yıl arayla aynı ülkeden iki fotoğraf. Sizi elli yıl yöneten o adamlar hâlâ yaptıkları barajları, yatırımları, köy kentleri anlatsınlar. Sağı ve solu bu ülkenin insanlığını kaybettirdiler.

Türk isimli, ruhu Amerikalı ne olduğunu bilmeyen gençlerle doldurdular ülkeyi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir