Alexandra Bracken – Gezgin (Yolcu 2)

Bir zamanlar boyalı bir gülümsemesi, açık renk saçları ve kendininkine benzer gözleri olan bir bebeği vardı. Uzunca bir süre bu bebek onun daimi yoldaşı olmuştu; Alice babasıyla seyahate gittiğinde çaya eşlik eden bir dost, annesiyle babasının birbirlerine fısıldaştığı sırlara kulak misafiri olduğunda yanında bir sırdaş, başka kimse yokken onu dinlemek zorunda kalan kimseydi. Büyükbabası ona çöller kraliçesi Zenobia’yı anlattıktan sonra bebeğine bu ismi vermişti. Ama bir gün, Henry Hemlock onu bahçede kovalarken bebeği düşmüştü ve o da bebeğin boynuna basınca narin porselen tuzla buz olmuştu. Bebeğin kırılırken çıkarttığı o tüyler ürpertici ses, yüreğini ağzına getirmişti. Şimdi de annesinin boynunun bir adamın çizmesinin topuğu altında kırılmasının sesi, avuçlarına kusmasına sebep olmuştu. Capcanlı bir gücün yarattığı ritim, gezgin bir dalga gibi odada süzülüp yakınlardaki geçidin çökerken çıkardığı ka-otik sesleri de beraberinde getiriyordu. Rose, bölmenin duvarına yaslanmıştı. Titreşen hava, iliklerine dek ürpermesine, dişlerinin sancımasına sebep oluyordu. Ölü. Rose nefesini tuttu; babası, gölgeler içindeki adamın omuzuna sapladığı bir kılıçla yere devrildiği zeminde ulurken gözlerini sıkıca yumdu. Onunla birlikte çığlık atmaması, babasının yaptığı gibi annesine uzanmaya çalışmaması gerektiğini gayet iyi biliyordu. Kitaplığın arkasındaki duvarın içine gömülü gizli kabin, tıpkı büyükbabasının söz verdiği gibi onu koruyacaktı; ama şayet sessiz olur, kımıldamadan durursa. Rafı destekleyen kısımların arasındaki ince yarık, tam da dışarıyı görebilmesini ama oradan görülmemesini sağlayacak genişlikteydi. Bir şekilde öğleden sonra geceye karışıvermişti.


Akşam yemekleri aşağıdaki masada, neredeyse el sürülmemiş hâlde bekliyordu; zorla içeri girildiğine dair tek uyarıları, komşularının köpeğinin çıkardığı homurtular ve inlemelerdi ki -o da hemencecik susturulmuştu. Babasının ofisin ışıklarını ve şömineyi yakmak için anca vakti olmuş, annesi de merdivenlerde ayak sesleri işitilmeden önce onu saklayabilmek için zar zor zaman bulabilmişti. Şimdiyse süregiden ılıklık ve parıltı sebebiyle odadaki karanlık, âdeta nefes alıp veriyor gibiydi. “Sana iş birliği yapmanı söyledim.” Adam, kızın tam olarak çıkaramadığı bir sembolün bulunduğu gümüş düğmelere sahip şık, siyah bir palto giyiyordu. Yüzünün alt kısmını kapamak için ince, siyah bir atkı sarmıştı ama bu, adamın pürüzsüz sesini hiçbir şekilde boğuklaştırmıyordu. “Bu şekilde olması gerekmiyor. Ondan vazgeç, usturlabı bana ver ve buradaki işimiz bitsin.” Annesinin etrafında dolanırken kırık camlar ve kâğıtlar, çizmelerinin altında çatırdıyordu… annesinin… Hayır. Büyükbabası birazdan toplantısından dönecekti. Gece yatarken üstünü örtmeye geleceğini söylemişti ve sözlerini daima tutardı. O, her şeyi yeniden düzeltecekti. Bu… bunların hepsi birer kâbustu. Gezgin çocuklar için gelen gölgeler hakkındaki onca hikâyeyi ahmak, minik beyni uyduruyordu. Tüm bunlar yakında bitecek, bundan uyanacaktı.

“Lanet olasıca canavarlarsınız hepiniz!” Babası, kılıcı çekip çıkarmaya uğraşırken eline kan bulaştı. Tepesinde dolanan adam süslemeli altın kabzaya yaslanarak kılıcı daha da derine itti. Babası kıvranarak bacaklarıyla havayı tekmeledi. Annesi kımıldamıyordu. Rose’un keskin ve yakıcı çığlığı, boğazını yırtarcasına çıkmak üzereydi. Kötü kokulu, kandan bir nehir, kilimi ıslatmış, annesinin parlak saçlarına doğru süzülmeye başlamıştı. Babası yeniden saldırmaya çalıştı, bir eliyle ilk andaki boğuşma sırasında yakınlarda bulunan çalışma masasından düşmüş taştan yapılma bir kâğıt ağırlığını kavradı. Ciğerlerini parçalayan bir haykırışla taşı maskeli adamın yüzüne savurdu. Adam bunu rahatlıkla yakaladı, karşılık olarak da kapıda nöbet tutan ikinci bir maskeli adamın elindeki ince bıçaklı başka bir kılıcı aldı. Homurdanarak bunu babasının koluna saplayıp onu da yere sabitledi. Babasının acılı feryadı, maskeli adamın kahkahasını bastırmaya yetmemişti. İzlemelisin, diye düşündü Rose, dizlerini çenesine doğru çekerek. Neler olduğunu büyükbabaya anlatmalısın. tl Sessiz ol, kımıldamadan dur. Cesur ol.

“Ironvvood’a… onu asla ama asla ele geçiremeyeceğini bilerek öleceğini söyle.” Ironwood. Zaten her şeyin altında Ironwoodlar olurdu. Bu isim, evlerinin içinde öfkeyle anılırdı, her zaman yaşamlarının ardına iliştirilmiş bir gölge gibiydi. Büyükbaba burada güvende olacaklarını söylemişti ama Rose’un bilmesi gerekirdi. Teyzeleri, dayıları, kuzenleri ve büyükannesi yüzyıllar ve kıtalar boyunca, teker teker çalındıklarından beri hiçbir zaman güvende olmamışlardı. Şimdi de annesi… ve babası… Rose yine dudağını ısırdı, bu defa kan tadı aldı. Öteki adam yaslandığı kapıdan doğruldu. “Bitir şu işi. Zeminleri ve açıktaki duvarları araştıracağız.” Suret sinsice ilerlerken Rose, onun erkek değil de uzun boylu bir kadın olduğunu fark etti. Annesi bir keresinde Ironwood’un, ailesindeki kızları toplayıp onları cam biblolar gibi raflarda saklamayı sevdiğini, tozlarını almak için bile asla oradan indirmediğini söylemişti. Bu kadının kırılmayacağını düşünüyor olmalılardı. Annesi de kolay kolay kırılmazdı. Ta ki… şey olana kadar.

Maskeli ilk adam paltosunun iç cebine uzanıp işaret parmağına uzun, gümüş bir bıçak taktı. Bıçak, ışıldayan bir pençe gibi kıvrılıyor, âdeta havaya batıyordu. Rose’un bakışları silahtan tekrar babasının yüzüne kayınca onun kitaplığa -kendisine- doğru baktığını gördü, dudakları sessizce kımıldanıyordu. Kımıldama, kımıldama, kımıldama… Rose haykırmak, ona savaşmasını söylemek, o savaşmazsa kendisinin savaşacağını göstermek istiyordu. Ellerinde ve dizlerinde Hcnry’ylc didişirken oluşan şişliklerle çizikler savaşabileceğinin kanıtıydı. Bu, babasına göre bir hareket değildi. Babası cesurdu; tüm dünyadaki en güçlü insandı ve çok da… Maskeli adam eğildi ve bıçağı babasının kulağının yanından kaydırdı. Babasının bedeni bir kez daha seğirdi. Dudakları artık kımıldamıyordu. Uzaklarda, başka bir geçit daha un ufak olurken Londra göğünde bunun sahte gürlemesi duyuldu. Bu defaki daha silikti ama yine de kızın teninin her bir santiminde şiddetle gezindi. Babası hâlâ orada, tütün ve kolonya kokan takım elbisesinin içindeydi ama yine de Rose onun yok olup gidişini görmüştü. “Sen yatak odasıyla başla,” dedi maskeli adam bıçağını silip yerine tıkarken. “Burada yok,” diye yanıtladı kadın yavaşça. “Olsa hissetmez miydik?” “Yine de ona dair bir kayıt falan olabilir,” diye sertçe yanıtladı diğeri.

Ardından çalışma masasının çekmecelerini teker teker, hızla açmaya başladı. Antik bozuk paraları, papirüsleri, teneke askerleri, eski anahtarları fırlatırken dudak bükerek, “Asıl bu nankörler koleksiyoncu,” dedi. Kadın yerdeki parkeleri gıcırdatarak kitaplığın önüne geldi. Rose çığlığını yutabilmek için yine kirli ellerini ağzına bastırdı. Kendi kusmuğunun kokusunu almamak için de nefesini tutmaya çalıştı ama annesiyle babasının kanları, midesini buIandırmaya başlamıştı bile. Koyu tenli kadının bakışları rafları yaladı sonra da tam Rose’un saklandığı yerin karşısında durdu. Bu an Rose’un akimda, suyun yüzeyindeki bir yaprak gibi kaldı. Titreşti. Kımıldama. Ama kımıldamak istiyordu. Annesi gibi cesur olmanın -bölmenin kapısını açarak kadını yere devirmeye ve kaçmaya çalışmanınçok kolay olacağını düşündü. Kılıçlardan birini alıp babasının yapacağı gibi karanlığı bölmek… bölmek… bölmek… Ama babası ona kımıldamadan durmasını söylemişti. Köşede, büyükbabasının saati kaybolan saniyeleri havaya kazıyordu. Tik tak… tik tak… tik tak… ölü… ölü… ölü… Benliğinin yakıcı, düğümlenmiş, dikenli kısımları kalbini sıkıştırmaya başladı, içi öylesine düğümlenmişti ki sonunda gözlerini kapattı. Bedeninde delicesine sancıyan kısımları korumak için damarlarının, göğüs kafesinin ve tüm göğsünün bir taş gibi sertleştiğini hayal etti.

Onlarla savaşmak için şu an çok küçüktü; bunu biliyordu. Ama aynı zamanda bir gün büyüyeceğinin de farkındaydı. Kadının bakışları aniden yandaki kitaplığın üzerinde duran bir şeye çevrildi. Rose korkusunun, yerini katıksız bir nefrete bırakmasına izin verdi. Ironvvoodlar. Her şeyin altında İronvvoodlar. “Masada kaç tane tabak gördün?” diye sordu kadın. Kitaplıktan uzaklaştı, elinde tuttuğu bir şeyi -bir resim çerçevesini- adama göstermek üzere uzattı. Rose’un boğazı düğümlenirken parmakları elbisesini pençe gibi kavradı. Bu, üçünün fotoğrafıydı; babası çekmişti. Eski ev homurdandı. Maskeli adam bir parmağını dudaklarına götürdü, başıyla kitaplıkları işaret etti. Babasının üzerinden atlayıp onunla kadın arasındaki yolu geçti. Kımıldama. “Çocuğu alacağız,” dedi adam sonunda.

“Onu görmek isteyecektir…” Ön kapının holün duvarına doğru çarparken çıkardığı gümbürtü, merdivenlerden yukarı tırmandı. Aşağıdan öfkeli bir bağırtı -“Linden!”- yükseldi ve evin iskeleti, basamakları döven ağır adımlarla sarsıldı. Rose, üç adamın içeri daldığı sırada kapıya doğru baktı. Öndeki adam, bir fırtına gibi her şeyi talan eden azametli suretiyle, Rose’un korkuyla büzülmesine sebep oldu. Babası ona sık sık Cyrus Ironvvood’un fotoğrafını gösterirdi; böylece Rose onu görür görmez tanıyabilecek, ne zaman kaçıp saklanması gerektiğini bilecekti. Adamlardan biri annesinin yüzünü ayağıyla dürttü. “Eh, o geçidin ardımızdan neden kapandığını artık biliyoruz.” Rose neredeyse rafın arkasından adamın üzerine atılacaktı ama ansızın bir şeyi fark etti: Maskeli adam ve kadın gitmişlerdi. Ne bir pencerenin açıldığını görmüş ya da işitmiş ne de bir kumaş hışırtısı ya da ayak sesi duymuştu. Maskeliler âdeta gölgelerin içinde eriyip gitmiş gibiydiler. Gölgelerden gelirler, seni korkutmak için. Gölgelerden gelirler, bu gece seni kaçırmak için… “Pislikler hak ettiklerini bulmuşlar,” diye söylendi Cyrus Ironwood, eğilip babasının kolundaki kılıcı çıkarırken; ama onu bu defa babasının göğsüne sapladı. Kılıcın ucunun kemiğe ve ahşaba saplanırken çıkardığı ses yüzünden Rose yerinden sıçradı ve hafif bir iniltinin ağzından kaçtığını fark etti. “Bu, vermekten haz duyacağım bir ödül olacak/’ dedi Ironwood. “İstediğim şeyi gerçekleştirmek için gereken tek motivasyonun bu olduğunu biliyordum.

Benjamin’in de onlarla olmaması çok yazık. Ne dikiliyorsunuz? Aramaya koyulun!” OM bin alini. Büyükbabasının öfkeden kudurarak eve getirdiği ilanı Rose’un görmemesi gerekiyordu. Ironvvood’un, yaşamlarına bir bedel biçtiğini bilmemesi gerekiyordu ama babası çalışma masasının çekmecesini her zaman kilitlemezdi. En genç olan adam maskeli kadının aldığı yaldızlı çerçeveyi kaldırdı; yalnız bu defa çerçeve çalışma masasının kenarında duruyordu. Resimde annesiyle babasının arasında ciddi biçimde oturan Rose’u işaret etti. “Peki ya o?” Ironwood, kızın babasının yüzüne tükürdükten sonra fotoğrafı aldı. Rose’un gözleri karardı, teninin sıcaklığı kaynama noktasına gelince kımıldamamak için lekeli elbisesini sıkıca kavradı. Adamın gözleri odada gezindi; Rose çömeldiği yerden onları seçebiliyordu, bir yıldırım gibi parlak ve yakıcı renktelerdi. Sonra adam, tek kelime etmeden babasına doğru dönüp bir şeyi incelemek üzere eğildi. Kulağına mı bakıyordu? “Patron?” dedi diğer genç adam şüpheyle. “Burayı derhâl terk etmeliyiz,” dedi Ironwood; kendi düşünceleriyle dikkati dağılmış gibiydi. “Cesetleri alın. Bulunmaları gibi bir riske giremeyiz.” “Peki, ama ustur-” Ironwood topuklan üzerinde hızla dönerek resim çerçevesini masanın arkasındaki adama attı; adam eğilmek zorunda kaldı.

“Lanet olasıca şey buradaydıysa bile artık değil. Şimdi cesetleri alın. Ben arabada olacağım.” Giderken zehirli öfkesini de beraberinde götürdü. Rose uzun zamandan sonra ilk kez nefes alarak, bir adamın yakındaki yatak odasından pembe çarşaflar getirişini, diğer adamla birlikte önce annesini ardından da babasını sarıp sarmalama işini halletmelerini izledi. En son kilim taşındı, boylece geride ahşaptaki kesik izlerinden başka hiçbir şey kalmadı. Rose ön kapı kapanana kadar bekledi sonra ona kadar sayarak gölgelerin arasında kımıldanan bir şeyler var mı diye kulak kesildi. Hiçbir hareket -ve hiç kimse- olmayınca da kitaplığı hızla itti, merdivenlerden paldır küldür indi, arka kapıdan çıktı. Bahçe kapısını açıp çite dayalı bisikletine atlayıp pedalları çevirmeye başladığında gözleri yanıyordu. Hiçbir şey hissetmiyordu. Yalnızca pedalları çeviriyordu. Görüşü bulanıklaştı, sıcacık yaşlar kirpiklerinden süzülüp yanaklarına indi ama bunun tek sebebi havanın çok soğuk ve nemli olmasıydı. Rose, belirli bir mesafeyi koruyarak onu takip ederken Ironwood’un kamyonu, sokak ışıklan altında bir böceğin kabuğu gibi parıldıyordu. Rose tüm yol boyunca büyükbabasının ona okuduğu peri masallarından birini düşündü. Kendi çirkin kalbi yüzünden canavara dönüşen bir adamın hikayesiydi ve Rose bunun ne demek olduğunu o an ilk kez anladı.

Tırnaklarının pençelere, derisinin bir şövalyenin zırhına dönüştüğünü, dişlerinin bir kaplanınki kadar keskinleştiğini hayal etti. Rose, Ironwood’un, ailesinin son ferdini de yok etmesinin an meselesi olduğunun her zaman farkındaydı ama o, ebeveynleri teslim olduktan ya da öldürüldükten sonra Iron-wood’un kendilerini tutsak etmesine izin veren o Jacaranda-ların veya Hemlockların çocukları gibi değildi. Kendilerini koruyacak dikenleri olmadan büyümelerinin ne kadar üzücü olduğunu düşündü. Bir gün Cyrus Ironwood’dan her şeyini alacaktı. Saatlerden tahtını ve günlerden tacını yerle bir edecekti. Onu bulacak ve annesiyle babasının başlamış olduğu işi bitirecekti. Ama bu gece o canavarı sadece gölgelerin içinde izleyecekti. Çünkü birinin büyükbabasına, Ironwood’un cesetleri nereye sakladığını söylemesi gerekecekti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir