Diana Gabaldon – Yabancı #3 – Yolcu

Küçükken asla su birikintilerine basmak istemezdim. Nedeni solucanlardan ya da ıslak çoraplardan korkmam değildi; genelde, her türlü kuralı keyifle ihlal eden pis bir çocuktum. Bunun sebebi, o kusursuz ve pürüzsüz boşluğun, ince bir su tabakasından başka bir şey olmadığına kendimi inandıramamamdı. Onun dipsiz bir boşluğa açıldığını düşünüyordum. Ona yaklaşmamın küçük dalgalara sebep olduğunu gördüğümde, su birikintisinin olanaksız şekilde derin ve uzaklarda akıntıya kapılmış, sessizce ilerleyen iri bedenlerin ve keskin dişlerin tehdidiyle parıldadığı uçsuz bucaksız bir deniz olduğunu düşünüyordum. Ve sonra yansımama baktığımda, cansız mavi geniş alana karşı kendi yuvarlak yüzümü ve kıvırcık saçlarımı görüyordum. Haliyle, bunun su birikintisi yerine, başka bir gökyüzünün girişi olduğunu düşünüyordum. Eğer oraya adım atarsam, hemen düşecek ve mavi derinlikte tehlikeye maruz kalacaktım. Akşam olup da yıldızlar çıktığında, su birikintisinde yürümeye cesaret ettiğim tek zaman alacakaranlıktı. Eğer suya bakar ve iğne ucu kadar bir ışık görürsem, korkusuzca içine atlayabiliyordum – su birikintisine düşersem, içinden geçen bir yıldızın ucundan tutunup, güvende olacaktım. Şimdi bile, yolumun üstünde bir su birikintisi gördüğüm zaman zihnim bocalıyor – ama ayaklarım asla – sonra geride kalan düşüncenin yankılarıyla acele ediyorum. Peki ama ya bu defa düşersen?


O öldü. Fakat burnu acıyordu ve bu şartlar altında, bunun tuhaf olduğunu düşünüyordu. Yaratıcısı’nın anlayışına ve merhametine hatırı sayılır derecede güvenirken, bütün insanların cehennemden korkmasını sağlayan doğal suçluluk dürtüsünü içinde barındırıyordu. Cehennem seslerini duyduğu hissiyle, cehennemin şanssız sakinlerinin işkencesinin sadece burun acısıyla kalacağı ihtimalinin olmadığına emindi.


Diğer taraftan, birkaç şeyi hesaba katarsa burası cennet de olamazdı. Birincisi, orayı hak etmiyordu. İkincisi, burası cennete benzemiyordu. Ve üçüncüsü, lanetlenmiş olanlardan çok kutsanmışların ödülünün kırık bir burun olacağından şüpheliydi. Araf’ın her zaman gri renkte sıkıntılı bir yer olduğunu düşünürken, etrafındaki her şeyi saklayan belirsiz kırmızımsı ışık artık buna daha uygun görünüyordu. Zihni açılmaya başlamıştı ve nedenleri sorgulama yetisini yavaşça geri kazanıyordu. Günahlarından arınana kadar acı çekip, sonunda Tanrı’nın krallığına girene kadar, birisi onu görüp, hükmünün ne olduğunu ona söylese ne iyi olurdu diyerek, öfkeli bir şekilde düşünüyordu. Bir şeytan mı yoksa bir melek mi bekliyordu, emin değildi. Araf’ta neler gerektiği hakkında bir fikri yoktu; bu, okul yıllarında din dersi öğretmeninin ilgilendiği konulardan biri değildi. Beklerken, dayanması gereken diğer işkencelerin ne olduğunu düşünmeye başladı. Sağında solunda bir sürü sıyrık, bıçak kesiği ve morluk vardı. Sağ elinin dördüncü parmağını yeniden kırıp kırmadığından da emin değildi – donmuş bir eklem ve sert bir şekilde çıkıntı yapması, parmağın iyileşmesini zorlaştıracaktı. Fakat hiçbir şey o kadar kötü değildi. Başka ne vardı ki? Claire. Kalbine kazılan isim, öyle bir acıydı ki bedeninin dayanması gereken bütün acılardan daha zordu.

Eğer gerçek bir bedeni olsaydı, acıdan iki büklüm olacağından emindi. Claire’i taş halkaya geri gönderdiği zaman onun böyle olacağını biliyordu. Manevi ızdırap, Araf’taki şartlarla üstesinden gelinebilirdi ve bu ayrılık acısının asıl ceza olduğunu tahmin ediyordu – adam öldürme ve ihanet de dâhil, yaptığı her şeyin kefaretini ödemek için etkili bir ceza diye düşündü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir