Anne Rice – Vampirle Konusma

“Anlıyorum…” dedi vampir düşünceli bir tavırla; yavaşça odanın karşısındaki pencereye yürüdü. Uzun süre orada durdu, Divisadero Sokağı’nın solgun ışığı, gelip geçen arabaların farları cama vuruyordu. Oğlan odadaki eşyaları, yuvarlak meşe masayı, sandalyeleri daha iyi görebiliyordu şimdi. Duvarların birinde bir lavabo ve ayna vardı. Oğlan çantasını masaya bırakıp bekledi. “Peki, yanında ne kadar bant var?” diye sordu vampir dönerek, oğlan şimdi profilden görebiliyordu onu. “Bir hayat hikâyesine yetecek kadar var mı?” “Tabii, eğer iyi bir hayatsa. Bazen şansım açık olunca bir gecede üç-dört konuşma yapıyorum. Ama iyi bir hikâye olması şartıyla. Bu anlaşılır, değil mi?” “Fevkalade anlaşılır,” dedi vampir. “Sana hayat hikâyemi anlatacağım öyleyse. Büyük bir zevkle anlatacağım.”. “Harika,” dedi oğlan. Çantasından küçük teybini çıkardı hemen, kaseti ve pilleri kontrol etti.


“Merakla bekliyorum, niye inanıyorsunuz buna, niye…” “Hayır,” dedi vampir birden. “Bu şekilde başlayamayız. Aletlerin hazır mı?” “Evet,” dedi oğlan. “Otur öyleyse. Şu ışığı yakayım.” “Ama vampirler ışıktan hoşlanmaz diye bilirdim,” dedi oğlan. “Sizce karanlık olması atmosfer açısından daha iyiyse…” Ama sustu birden. Vampir sırtını pencereye dönmüş onu seyrediyordu. Oğlan yüzünü hiç seçemiyordu şimdi; kıpırtısız beden nedense dikkatini dağıtıyordu. Bir şey söyleyecekmiş gibi oldu, ama söylemedi. Vampir masaya yaklaşıp lambanın ipine uzanınca rahat bir nefes aldı. Çiğ, sarı bir ışık bir anda bütün odayı doldurdu. Başını kaldırıp vampire bakan oğlanın korkudan soluğu kesildi. Parmakları geriye kayıp masanın kenarına kenetlendi. “Aman Tanrım!” diye fısıldadı ve soluğunu tutarak vampire bakmaya devam etti.

Vampir bembeyaz ve pürüzsüzdü, ağartılmış kemikten bir heykel gibi, yüzü de görünürde bir heykel kadar cansızdı; bir kurukafanın içinden çıkan alevler gibi oğlana dikilen iki parlak yeşil göz hariç. Ama sonra vampir neredeyse hüzünle gülümsedi, yüzünün düz beyaz dokusu, bir çizgi filmin sonsuz esnek ama son derece küçük hareketleriyle oynadı. “Görüyor musun?” diye sordu yavaşça. Oğlan ürpererek şiddetli bir ışıktan korunmak ister gibi elini kaldırdı. Bakışları, barda ancak bir an görebildiği iyi dikilmiş siyah cekette, pelerinin uzun kıvrımlarında, boğazda düğümlenmiş siyah ipek kravatta, vampirin teni kadar beyaz, parlak yakada dolaştı yavaşça. Vampirin gür siyah saçlarına, kulaklarının üstünden geriye taranmış dalgalara, beyaz yakanın kenarına değen kıvrımlara baktı. “Hâlâ bu konuşmayı yapmak istiyor musun?” diye sordu vampir. Oğlan ağzını açtı, ses çıkmadı. Başını sallıyordu. Sonra, “Evet,” dedi. Vampir yavaşça karşısına oturdu, öne doğru eğilerek tatlılıkla, sır verir gibi, “Korkma. Teybi çalıştır,” dedi. Sonra masanın karşısına doğru uzandı. Oğlan geri çekildi, yüzünün kenarlarından aşağı terler akıyordu. Vampir bir eliyle oğlanın omzunu kavradı “İnan bana, seni incitmeyeceğim,” dedi.

“Bu fırsatı kullanmak istiyorum. Şu anda anlayamayacağın kadar önemli bir fırsat bu benim için. Başlamanı istiyorum.” Elini çekip derli toplu oturdu, bekledi. Oğlanın alnını ve dudaklarını mendille silip kekeleyerek mikrofonun teybin içinde olduğunu söylemesi, düğmeye basıp teybin çalıştığını haber vermesi biraz zaman aldı. “Doğuştan vampir değilsiniz, değil mi?” diye başladı konuşmaya. “Hayır,” dedi vampir. “Vampir olduğumda yirmi beş yaşında bir erkektim; 1791 yılıydı.” Oğlan tarihin kesinliğine şaşırdı, yılı tekrarlayıp, “Nasıl oldu?” diye sordu. “Bunun basit bir cevabı var. Ama galiba basit cevaplar vermek istemiyorum,” dedi vampir. “Asıl hikâyeyi anlatmak istiyorum sanırım…” “Evet,” dedi hemen oğlan. Mendilini durmadan katlayıp ağzını siliyordu. “Bir trajedi olmuştu…” diye başladı vampir. “Erkek kardeşim… Ölmüştü.

” Sonra sustu, oğlan boğazını temizleyip tekrar yüzünü sildi, mendili neredeyse sabırsızlıkla cebine tıktı. “Anlatması çok ızdırap vermiyor, değil mi?” diye sordu çekinerek. “Öyle mi görünüyor?” diye sordu vampir. “Hayır, vermiyor.” Başını iki yana salladı. “Bu hikâyeyi sadece bir kişiye anlatmıştım da. O da çok uzun zaman önceydi. Hayır, ızdırap vermiyor…” “O sırada Louisiana’da yaşıyorduk. Arazi bağışı almıştık, iki çivit plantasyonu kurduk Mississippi kıyısında, New Orleans’ın çok yakınında…” “Aksanınız oradan demek…” dedi oğlan alçak sesle. Vampir bir an boş gözlerle baktı. “Aksanım mı var?” Gülmeye başladı. Oğlan bocalayarak, telaşla cevap verdi: “Barda ne iş yaptığınızı sorduğumda fark etmiştim. Sessiz harflerde hafif bir vurgu sadece, o kadar. Fransız aksanı olabileceğini düşünmedim.” “Önemli değil,” diye yatıştırdı vampir oğlanı.

“O kadar şaşırmadım aslında. Ara sıra unutuyorum da. Hikâyeye devam edeyim…” “Tabii…” dedi oğlan. “Plantasyonları anlatıyordum. Olayda, vampir oluşumda önemli rol oynamıştır plantasyonlar aslında. Ama ona daha sonra sıra gelecek. Oradaki hayatımız hem lükstü, hem de ilkel. Bizim için ise son derece cazipti. Çünkü Fransa’da yaşayabileceğimizden çok daha iyi yaşıyorduk orada. Belki de Louisiana’nın müthiş ıssızlığı yüzünden öyle görünüyordu; ama öyle göründüğü için öyleydi de. Ev yurt dışından gelmiş mobilyalarla doluydu, hatırlıyorum.” Vampir gülümsedi. “Bir de klavsen vardı; çok hoştu. Kız kardeşim klavsen çalardı. Yaz akşamlarında, sırtını açık balkon kapılarına verip klavsenin başına otururdu.

O tiz, hızlı müziği, kız kardeşimin arkasında yükselen bataklığın görüntüsünü, gökyüzüne uzanan, gövdeleri yosun bağlamış servileri hâlâ hatırlıyorum. Bir de bataklığın sesleri vardı: Bir yaratıklar korosu, kuşların çığlıkları. Âşıktık galiba bütün bunlara. Çülağacından mobilyalar bu sayede daha da değerli, müzik daha zarif, daha hoştu. Morsalkımlar tavan arası pencerelerinin kepenklerini söküp filizleri bir yıla kalmadan kireç badanalı tuğlalardan fışkırdığında bile… Evet, âşıktık. Erkek kardeşim dışında hepimiz. Onun herhangi bir şeyden şikâyet ettiğini hiç duymadım sanıyorum, ama neler hissettiğini biliyordum. Babam ölmüştü, ailenin reisi bendim; onu annemle kız kardeşimden sürekli korumam gerekiyordu. Kardeşimi ziyaretlere, New Orleans’da partilere götürmek isterlerdi, ama o bu tür şeylerden nefret ederdi. Yanılmıyorsam on iki yaşından sonra, bu gezmelerin hiçbirine gitmedi. Onun aklı hep duadaydı, dualarda ve azizlerin deri ciltli hayat hikâyelerinde. “Sonunda evden ayrı küçük bir tapınak yaptırdım kardeşim için; günün büyük kısmını, çoğu kez akşamın erken saatlerini de orada geçirir oldu. Kaderin garip bir cilvesi aslında. O bizden, herkesten o kadar farklıydı ki; bense son derece normaldim! Olağandışı herhangi bir özelliğim yoktu.” Vampir gülümsedi.

“Bazı akşamlar onu görmeye giderdim; tapınağın yanındaki bahçede, taş bir bankta müthiş bir sükûnet içinde oturuyor olurdu. Ona dertlerimi anlatırdım; kölelerle ilgili problemlerimi, kâhyaya ya da havaya ya da aracılarıma niye güvenemediğimi… hayatımın ufkunu dolduran bütün problemleri anlatırdım. Dinlerdi beni, çok az yorum yapardı, her zaman anlayışlıydı; bütün sorunlarımı çözmüş olduğundan emin ayrılırdım yanından. Onun. hiçbir isteğini reddedemeyeceğimi düşünürdüm, onu kaybetmek beni kahretse de, zamanı geldiğinde rahip olacağına yemin etmiştim. Yanılıyordum tabii.” Vampir sustu. Oğlan bir an öylece baktı vampire, sonra derin düşüncelerden koparcasına irkildi, ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bocaladı. “Ya… rahip olmak istemedi mi?” diye sordu. Vampir, yüz ifadesini çözmeye çalışır gibi oğlanı inceledi. Sonra cevap verdi: “Kendim hakkında yanılıyordum, demek istedim; hiçbir isteğini reddedemeyeceğimi sanmakla.” Karşı duvara çevirdi gözlerini, pencerenin camına dikti. “Mistik hayaller görmeye başladı.” “Gerçek mistik hayaller mi?” diye sordu oğlan, ama yine tereddütle, başka bir şey düşünüyormuş gibi. “Ben gerçek olmadığını düşünüyordum,” dedi vampir.

“On beş yaşındaydı o sırada. O zamanlar çok yakışıklıydı. Pürüzsüz bir cildi, iri mavi gözleri vardı. Sağlam yapılıydı, benim gibi zayıf değildi, ben o zaman da böyle zayıftım… esas gözleri… gözlerine baktığımda kendimi dünyanın kıyısında tek başıma duruyor sanırdım… rüzgârlı bir deniz kıyısında. Dalgaların tatlı uğultusu dışında hiçbir şeyin olmadığı bir kumsalda. Dediğim gibi,” dedi, gözleri hâlâ pencerede, “hayaller görmeye başladı. Başlangıçta şöyle bir ima etti sadece, yemekten vazgeçti. Tapınakta yaşıyordu. Günün, gecenin hangi saati olursa olsun, gittiğimde atların önünde, çıplak taşların üzerine diz çökmüş halde buluyordum onu. Tapınağı bile ihmal ediyordu. Mumlarla ilgilenmiyor, akarın örtülerini değiştirmiyor, hatta kuru yaprakları bile süpürmüyordu. Bir gece gül çardağının altında durup onu seyrettiğimde gerçekten telaşa kapıldım; tam bir saat boyunca diz çökmüş durumda, hiç kıpırdamadı, haç biçiminde öne uzatmış olduğu kollarını bir an olsun indirmedi. Köleler çıldırdığına inanıyordu.” Vampir şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. “Bense sadece… aşırı şevkli olduğundan emindim.

Tanrı’ya sevgisini belki biraz abartmıştı. Sonra hayallerden söz etti bana. HemAziz Domingo, hem de Meryem Ana tapınakta görünmüşler kendisine. Louisiana’daki bütün malımızı mülkümüzü satmasını, bu parayı Fransa’da Tanrı işleri için kullanmasını söylemişler. Kardeşim büyük bir dini lider olacak, ülkeyi eski şanına kavuşturacakmış, ateizme ve Devrim’e karşı mücadele edecekmiş. Kendine ait bir parası yoktu tabii. Ben plantasyonları ve şehirdeki, New Orleans’daki evlerimizi satıp parasını ona verecekmişim.” Vampir yine sustu. Oğlan oturduğu yerde kıpırdamadan onu seyrediyordu hayretler içinde. “A… affedersiniz” dedi fısıltıyla. “Ne dediniz? Plantasyonları sattınız mı?” “Hayır,” dedi vampir, yüzü başından beri olduğu gibi sakindi. “Güldüm yüzüne. Kardeşim… öfkelendi. Bu emri Meryem Ana’nın bizzat verdiğini söylüyordu ısrarla. Ben kim oluyordum onun emrine karşı çıkacak? Kim oluyordum gerçekten?” diye sordu yavaşça, yeniden düşünürmüş gibi.

“Kim oluyordum? O beni ikna etmeye çalıştıkça ben kahkahalarla gülüyordum. Saçmaladığını söyledim, olgunlaşmamış, hatta hastalıklı bir zihnin ürünleri olduğunu söyledim bütün bunların. Tapınağın bir hata olduğunu, derhal yıktıracağımı söyledim. New Orleans’a okumaya gideceğini, böylece bu anlamsız fikirleri kafasından atacağını söyledim. Bütün söylediklerimi hatırlamıyorum. Ama duygularımı hatırlıyorum. Bu küçümseyici, ciddiye almayan tavrımın gerisinde içten içe bir öfke ve hayal kırıklığı gizliydi. Müthiş bir hayal kırıklığına uğramıştım. Hiç inanmıyordum ona.” Vampir sözlerine ara verince oğlan, “Ama bu çok anlaşılır,” diye atıldı, yüzündeki şaşkınlık azalmıştı. “Yani, kim olsa inanmazdı, değil mi?” “O kadar anlaşılır mı acaba?” Vampir oğlana baktı. “Bana kalırsa kötücül bir bencillikti belki de. Açıklayacağım. Dediğim gibi, kardeşimi çok severdim, bazen onun gerçek bir aziz olduğunu düşünürdüm. Daha önce de söylediğim gibi dua ve meditasyon konusunda onu desteklemiştim, rahip olmasına da rıza gösterecektim.

Ayrıca biri bana Arles’da ya da Lourdes’da bir azizin mistik hayaller gördüğü nü söylese inanırdım. Katolik’tim, azizlere inanıyordum. Kiliselerde mermerden aziz heykellerinin karşısında mumlar yakardım; resimlerini, simgelerini, adlarını bilirdim. Ama kardeşime inanmıyor, inanamıyordum. Mistik hayaller gördüğüne inanmak şöyle dursun, ciddiye almayı bile düşünemiyordum. Acaba neden? Çünkü o benim kardeşimdi. Evet, ruhani olabilirdi, çok farklı olduğu kesindi; ama Assisiii Francesco değildi. Benim kardeşim olamazdı. Benim kardeşim kesinlikle öyle olamazdı. Bu bencillik işte, anlıyor musun?” Oğlan cevap vermeden önce düşündü, sonra başını sallayıp “Evet, galiba anlıyorum,” dedi. “Belki görüyordu hayalleri,” dedi vampir. “Yani şimdi… görüp görmediğini… bilmiyor musunuz?” “Hayır, ama şunu biliyorum ki inancı bir an olsun sarsılmadı. Bunu şimdi de biliyorum, odamdan çıldırmış gibi, üzüntüsünden kahrolarak çıktığı gece de biliyordum. Bir an olsun şüpheye düşmedi. Birkaç dakika sonra da öldü.

” “Nasıl öldü?” diye sordu oğlan. “Kapıdan çıkıp verandaya yürüdü, tuğla merdivenlerin başında bir an durdu. Sonra düştü. Aşağıya vardığımda ölmüştü, boynu kırılmıştı.” Vampir üzgün üzgün başını salladı, ama yüzü hâlâ dingindi. “Düşerken gördünüz mü?” diye sordu oğlan. “Ayağı mı kaydı?” “Ben görmedim düşüşünü, ama hizmetkârlardan ikisi görmüştü. Kardeşim havada bir şey görmüş gibi başını yukarı kaldırmış. Sonra bütün vücudu rüzgâra kapılmışçasına öne doğru hareket etmiş. Bir tanesi, tam konuşmak üzereyken düştüğünü söyledi. Bana da bir şey söylemek üzereymiş gibi gelmişti, ama tam o anda çevirmiştim başımı kapıdan. Sesi duyduğumda sırtım dönüktü.” Vampir teybe göz attı. “Kendimi affedemiyordum. Ölümünden kendimi sorumlu tutuyordum,” dedi.

“Herkes de beni sorumlu tutar gibiydi zaten.” “Ama nasıl olur? Düştüğünü gördüler demiştiniz.” “Doğrudan suçlamıyorlardı. Ama aramızda tatsız bir şeyler geçtiğini biliyorlardı. Düşüşünden birkaç dakika önce tartıştığımızı biliyorlardı. Hizmetkârlar duymuştu sesimizi, annem de duymuştu. Annem ne olduğunu, o kadar sessiz bir insan olan kardeşimin niçin bağırdığını sorup duruyordu. Sonra kız kardeşim de anneme katıldı, tabii söylemedim. Öyle bir dehşet ve ızdırap içindeydim ki, kimseye tahammülüm yoktu, kardeşimin ‘mistik hayallerini’ anlatmamaya kararlıydım. Sonunda aziz değil, sadece bir… fanatik olduğunu öğrenmeyeceklerdi. Kız kardeşim cenazede bulunmayı göze alamayıp yatağına sığındı, annem bütün cemaate benim odamda korkunç bir olay olduğunu, benimse bunu gizlediğimi söyledi. Hatta annemin sözleri üzerine polis beni sorguya çekti. Sonunda rahip beni görmeye gelip ne olduğunu sordu. Kimseye söylemedim. Sadece bir tartışma geçtiğini söyledim aramızda.

Düştüğünde ben verandada değildim, diye itiraz ettim, herkes onu ben öldürmüşüm gibi bakıyordu bana. Ben de onu kendim öldürmüşüm gibi hissediyordum. İki gün boyunca salonda, tabutunun başında oturup, onu ben öldürdüm, diye düşündüm. Gözlerimi yüzünden ayırmıyordum, sonunda gözlerimin önünde lekeler belirdi, neredeyse bayılıyordum. Başının arkası taşlara çarpıp parçalanmıştı, yastığın üzerinde duran başı şekilsizdi. Kendimi ona bakmaya, incelemeye zorluyordum, çünkü acısına, çürük kokusuna dayanamıyordum, gözlerini zorla açma isteğine kapılıyordum sürekli. Bütün bunlar çılgınca düşünceler, çılgınca isteklerdi. Asıl düşündüğüm şuydu: Ona gülmüştüm, inanmamıştım ona; ona iyi davranmamıştım. Benim yüzümden düşmüştü.” “Bu olay gerçekten oldu, değil mi?” diye fısıldadı oğlan. “Bana… doğruyu anlatıyorsunuz, değil mi?” “Evet,” dedi vampir, şaşırmadan bakıyordu oğlana. “Anlatmaya devam etmek istiyorum.” Ama gözleri oğlandan pencereye geçerken, sessiz bir iç mücadeleye kendini kaptırmış görünen oğlanla belli belirsiz ilgilendi. “Ama hayallerin gerçekliğinden emin olmadığınızı söylediniz, siz, bir vampir olarak…” “Sırasıyla anlatmak istiyorum,” dedi vampir, “olayları oldukları gibi anlatmak istiyorum sana. Hayallerin gerçekliğinden emin değildim.

Hâlâ da değilim.” Sonra sustu. “Evet, lütfen devam edin,” dedi oğlan. “Plantasyonları satmak istiyordum. Evi de, tapınağı da bir daha görmek istemiyordum. Sonunda bir komisyoncuya kiraladım, benim adıma işletecek, yönetecekti, oraya gitmem gerekmiyordu, annem ve kız kardeşimle birlikte New Orleans’daki evlerden birine taşındık. Tabii kardeşimden bir an için olsun kaçmayı beceremiyordum. Toprakta çürüyen bedeninden başka şey düşünmüyordum. New Orleans’daki St. Louis mezarlığında gömülüydü, mezarlığın önünden geçmemek için elimden gelen her şeyi yapıyordum; yine de sürekli onu düşünüyordum. Sarhoşken, ayıkken, hep tabutta çürüyen bedenini görüyordum, dayanamıyordum. Rüyamda hep merdivenin başında görüyordum onu, kolunu tutuyordum, tatlılıkla konuşuyordum, tekrar odaya dönmesi için ikna ediyor, şefkatle ona inandığımı, benim de inançlı biri olmam için dua etmesi gerektiğini söylüyordum. Bu arada Pointe du Lac’taki köleler (plantasyonun adı Pointe du Lac’tı) verandada kardeşimin hayaletini gördüklerini söylemeye başlamışlardı, kâhya kölelere söz geçir emiyordu. İnsanlar kız kardeşime bütün olayla ilgili aşağılayıcı sorular soruyorlardı, kız kardeşim isterik oldu. Aslında isterik değildi.

Öyle tepki göstermesi gerektiğini düşündüğünden öyle davranıyordu. Ben sürekli içiyor, evde mümkün olduğunca az bulunuyordum. Ölmek isteyen, ama kendini öldürmeye cesareti olmayan bir adam gibi yaşıyordum. Tek başıma karanlık ara sokaklarda dolaşıyordum; kabarelerde sızıyordum. İki düellodan, korkaklıktan çok kayıtsızlık duygusuyla caydım, gerçekten öldürülmek istiyordum. Sonra saldırıya uğradım. Herhangi biri olabilirdi davetim gemicilere, hırsızlara, sapıklara, herkese açıktı. Ama saldıran bir vampir oldu. Bir gece evimin kapısından birkaç adım ötede yakaladı beni ve canımı aldı, daha doğrusu öyle sandım.” “Yani… kanınızı mı emdi'” diye sordu oğlan. “Evet,” diye güldü vampir. “Kanımı emdi. Öyle yapılıyor.” “Ama yaşamaya devam ettiniz,” dedi oğlan. “Canınızı aldığını söylemiştiniz.

” “Neredeyse cansız bırakıncaya kadar emdi kanımı. Onun için yeterliydi bu miktar. Beni bulur bulmaz yatırdılar, kafam karışıktı, başıma gelen şeyin farkında değildim aslında, içki yüzünden sonunda felç olduğumu sanıyordum herhalde. Ölmeyi bekliyordum, yemek, içmek, doktorla konuşmak istemiyordum. Annem rahibi çağırttı. Bu arada ateşim yükselmişti, rahibe her şeyi anlattım, kardeşimin mistik hayallerini, benim yaptıklarımı. Hatırlıyorum, koluna yapışıp kimseye söylemeyeceğine defalarca yemin ettirdim. ‘Onu benim öldürmediğimi biliyorum’ dedim sonunda rahibe. Ama o ölüyken ben yaşamaya devam edemem. Ona öyle davrandıktan sonra.’ ” ‘Bu çok saçma’ dedi rahip. ‘Pekâlâ yaşayabilirsin. Senin tek kusurun kendine düşkünlüğün. Annenin sana ihtiyacı var, kız kardeşinin, öyle. Erkek kardeşine gelince, onun içine şeytan girmiş.

’ Bunu söylediğinde o kadar şaşırdım ki, itiraz bile edemedim. O hayaller şeytanın işiydi, diye açıklamasına devam etti rahip. Şeytan ortalıkta gezmekteymiş. Fransa’nın tamamı şeytanın etkisi altındaymış, Devrim de en büyük zaferiymiş şeytanın. Kardeşimi zaten ancak şeytan kovma, dua ve oruç kurtarabilirmiş, şeytan bedeninde çırpınıp onu dört bir yana savurmaya çalışırken kardeşimi tutacak adamlar gerekirmiş. ‘Onu merdivenden aşağı şeytan itmiş, besbelli’ dedi rahip. ‘Sen o odada kardeşinle konuşmamışsın, şeytanla konuşmuşsun.’ Bu sözleri beni çileden çıkardı. Daha önce dayanma gücümün son noktasına geldiğimi sanmıştım, yanılmışım. Şeytandan, kölelerin vudusundan, dünyanın başka yerlerindeki şeytan çarpma olaylarından söz etmeye devam etti. Ben çılgına döndüm. Odayı yıktım, neredeyse öldürüyordum rahibi.” “Ama hangi güçle… vampir…” diye sordu oğlan. “Aklımı kaybetmiştim,” diye açıkladı vampir. “Sağlıklı durumda yapamayacağım şeyler yaptım.

Bu sahne şu anda zihnimde karışık, bulanık, hayal gibi. Ama rahibi evin arka kapısından dışarı atıp avluda sürükleyerek mutfağın tuğla duvarına dayadığımı, neredeyse öldürünceye kadar başını duvara çarptığımı hatırlıyorum. Sonunda yatıştım, bitkindim, ölmek üzereydim, o zaman kan aldılar benden. Aptallar. Ama başka bir şey söyleyecektim. Kendi bencilliğimi işte o zaman anladım. Belki bencilliğimin yansımasını rahipte görmüştüm. Kardeşime karşı küçümseyici tavrı benim tavrımı yansıtıyordu; şeytanla ilgili ezbere, sığ saçmalamaları; kutsallığın bu kadar yakından geçmiş olmasına ihtimal bile vermeyi reddetmesi.” “Ama şeytanın insanın içine girebileceğine inanıyormuş.” “Bu çok daha dünyevi bir düşünce,” dedi vampir hemen. “Tanrı’ya, hatta iyiliğe inancını yitiren insanlar şeytana inanmaya devam ederler. Neden bilmiyorum. Hayır, biliyorum aslında. Kötülük her zaman mümkündür, iyilikse daima zordur. Ama şunu anlaman gerekir: içine şeytan girmiş demek, insanın deli olduğunu söylemenin bir başka yoludur sadece.

Rahip açısından böyle olduğunu hissetmiştim. Eminim deli görmüştü daha önce. Belki zırdeli birinin başında durup içine şeytan girdiğini de söylemişti. Şeytan kovma sırasında insanın iblisi görmesi gerekmez. Ama bir azizin karşısında durmak… Azizin bir mistik hayal gördüğüne inanmak. Hayır, bunların aramızda olabileceğine inanmayı reddetmemiz bencillik.” “Hiç bu açıdan düşünmemiştim,” dedi oğlan. “Peki size ne oldu? iyileştirmek için sizden kan aldıklarını söylediniz, neredeyse öldürücü olmuştur sizin için.” Vampir güldü. “Evet. Gerçekten öyle oldu. Ama vampir o gece tekrar geldi. Çünkü plantasyonumu, Pointe du Lac’ı istiyordu. “Çok geç bir saatti, kız kardeşim uykuya dalmıştı. Dün gibi hatırlıyorum.

Avludan girdi içeriye, hiç ses çıkarmadan balkon kapılarını açtı; uzun boylu, açık tenli, gür sarı saçlı bir adamdı, hareketleri zarif, neredeyse kedi gibiydi. Yavaşça kız kardeşimin gözlerinin üstüne bir şal örtüp lambanın fitilini kıstı. Kız kardeşim oracıkta, yanında bir leğen ve yüzümü sildiği bez, uyuyordu; sabaha kadar şalın altında bir kez olsun kıpırdamadı. Ama sabah olduğunda ben artık çok değişmiştim.” “Neydi bu değişiklik?” diye sordu oğlan. Vampir içini çekti. Sandalyesine yaslanıp duvarlara baktı. “İlk anda onu yeni bir doktor ya da ailemin benimle konuşsun diye çağırdığı biri sandım. Ama öyle olmadığını hemen anladım. Yatağıma yaklaştı, eğildi, yüzü lambanın ışığıyla aydınlanıyordu, normal bir insan olmadığını anladım. Ela gözleri akkor gibi yanıyordu, iki yana sarkmış uzun, beyaz elleri insan eli değildi. Galiba o anda her şeyi anladım, bana sonradan anlattıklarının hepsi işin teknik yanıydı. Şunu demek istiyorum: Onu gördüğüm anda, olağanüstü aura’sını gördüğüm ve bilmediğim bir yaratık olduğunu anladığım anda, bir hiçe dönüşüverdim. Yakınında olağanüstü bir insanın varlığını kabul edemeyen egom paramparça oldu. Bütün kavramlarım, hatta suçluluğum ve ölme isteğim bile önemini kaybediverdi.

Kendimi tamamen unuttum!” dedi, yumruğunu sessizce göğsüne değdirerek. “Kendimi büsbütün unuttum. Aynı anda imkân denen şeyin anlamını bütünüyle kavradım. Ondan sonra sadece giderek artan bir merak yaşadım. Benimle konuştukça, ne olabileceğimi, kendi hayatının ne olduğunu, ne olacağını anlattıkça, geçmişim küle dönüştü. Hayatımı sanki karşımda seyrediyordum; gururumu, çıkarcılığımı, ufak tefek dertlerden sürekli kaçışımı, Tanrı’ya, Meryem Ana’ya, isimleri dua kitaplarını dolduran ve hiçbiri dar, maddeci, bencil yaşayışıma en ufak bir değişiklik getirmeyen bir yığın azize sahte bağlılığımı. Gerçek tanrılarımı gördüm… çoğu insanın gerçek tanrıları. Yemek, içmek ve konformizmin verdiği güven. Kül ve duman.” Oğlanın anlayamamaktan, şaşkınlıktan yüzü gerilmişti. “Böylece vampir olmaya mı karar verdiniz?” diye sordu. Vampir bir an cevap vermedi. “Karar verdim demek pek doğru olmaz. Ne var ki, vampir oluşumun, onun odama girdiği andan itibaren kaçınılmaz olduğunu da söyleyemeyeceğim. Hayır, kaçınılmaz değildi.

Yine de karar verdim diyemem. Şöyle söyleyeyim: Konuşmasını bitirdiğinde, başka bir karar vermem imkânsızdı, arkamda bıraktıklarıma hiç dönüp bakmadan yoluma devam ettim. Bir tek şey hariç.” “Bir tek şey hariç mi? Neydi?” “Son güneş doğuşum,” dedi vampir. “O sabah henüz vampir değildim. Güneşin doğuşunu son kez gördüm. “Tam olarak hatırlıyorum; oysa daha önceden herhangi bir güneş doğuşunu hatırladığımı sanmıyorum. Hatırlıyorum, ışık önce balkon kapılarının tepesine vurdu; dantel perdelerin ardında bir solgunluk, sonra ağaç yapraklarının arasında, giderek parlaklaşan leke leke ışıltılar. Sonunda güneş camlardan içeriye girdi, dantellerin gölgesi taş zemine ve uyuyan kız kardeşimin üzerine vurdu; omuzlarını, başını örten şalın üzerindeydi dantellerin gölgesi… Sıcak fazla gelince uykusunda şalı itti, o zaman güneş doğrudan gözlerine vurdu, gözlerini daha sıkı yumdu. Güneş sonra kız kardeşimin kollarını destek yapıp başını dayadığı masanın üstünde parlamaya başladı, sürahideki suda ışıldıyor, yanıyordu. Yatak örtüsünün üstündeki ellerimde, sonra yüzümde hissetim güneşi. Yattığım yerde vampirin bütün söylediklerini düşündüm ve sonra güneş doğuşuna veda edip vampir olmaya gittim. İşte bu… güneşin son doğuşuydu.” Vampir yine pencereden dışarıya bakıyordu. Sustuğunda çöken sessizlik öyle aniydi ki, oğlan sessizliği işitir gibi oldu.

Sonra sokaktan gelen sesleri duyabildi. Kulakları sağır eden bir kamyon gürültüsü. Lambanın kordonu titreşimden sallandı. Kamyon geçip gitti. “Özlüyor musunuz?” diye sordu alçak sesle oğlan. “Özlüyorum sayılmaz,” dedi vampir. “Daha başka o kadar çok şey var ki. Neyse, nerede kalmıştık? Nasıl olduğunu, nasıl vampirleştiğimi merak ediyordun.” “Evet,” dedi oğlan. “Tam olarak nasıl değiştiniz?” “Tam olarak anlatamam,” dedi vampir. “Sana ondan söz edebilirim, gözümdeki değerini sana gösterecek sözlerle sarmalayabilirim. Ama tam olarak anlatamam, tıpkı seksi hiç yaşamamış olsan tam olarak anlatamayacağım gibi.” Oğlan, aklına ansızın bir soru daha gelmiş gibi oldu, ama vampir onun konuşmasına fırsat vermeden sözüne devam etti. “Dediğim gibi, bu -vampir Lestat, plantasyonu istiyordu. Bana dünya durdukça sürecek bir hayat bağışlaması için dünyevi bir sebepti şüphesiz; ama o bunu anlayacak biri değildi.

Dünyanın sınırlı vampirler nüfusunu bir seçkinler kulübü gibi görmüyordu doğrusu. Sorunları insan sorunlarıydı; kör babası oğlunun vampir olduğunu bilmiyordu, öğrenmemesi gerekiyordu. Kendi ihtiyaçları ve babasına bakma zorunluluğu New Orleans’da yaşamasını çok zorlaştırıyordu, bu yüzden de Pointe du Lac’ı istiyordu. “Ertesi akşam hemen plantasyona gittik, kör babayı büyük yatak odasına yerleştirdik ve ben değişimi gerçekleştirmeye giriştim. Tek bir aşamadan oluştuğunu söyleyemem aslında yine de dönüşü olmayan bir aşama vardı tabii. Ama yapılacak işler çoktu, ilki kâhyanın ölümüydü. Lestat uykusunda aldı onu. Seyredip onaylamam gerekiyordu; yani bağlılığımın kanıtı ve değişimimin bir parçası olarak bir insanın canının alınışına tanık olmam gerekiyordu. Bu, benim için kesinlikle en zor kısmı oldu. Sana söylediğim gibi kendim ölmekten korkmuyordum. Ama başkalarının hayatına büyük bir saygım vardı; ayrıca kardeşimden dolayı daha yeni ortaya çıkan bir ölüm dehşeti hissediyordum. Kâhyanın sıçrayarak uykudan uyanışını, iki eliyle Lestat’i itmeye çalışıp beceremeyişini, sonra Lestat’in altında çırpınarak yatışını, nihayet kanının son damlası emildiğinde cansız serilişini seyrettim mecburen. Ve ölüşünü. Hemen ölmedi. Bir saate yakın bir süre boyunca kâhyanın küçük yatak odasında durup, ölüşünü seyrettik.

Dediğim gibi, değişimimin bir parçasıydı bu. Yoksa Lestat asla kalmazdı orada. Sonra kâhyanın cesedinden kurtulmak gerekiyordu. Ben kusmak üzereydim. Zaten zayıf düşmüştüm, ateşim yüksekti, kendimi tutacak durumda değildim; böyle bir amaçla cesetle uğraşmak midemi bulandırıyordu. Lestat gülüyor, vampir olduğumda tamamen değişeceğimi, benim de güleceğimi söylüyordu umursamazlıkla. Ama yanılmıştı bu konuda. Ölüme hiçbir zaman gülmedim; ne kadar sık ve düzenli olarak ölüme kendim yol açtıysam da. “Ama sırayı bozmayayım. Açık tarlalara gelinceye kadar nehir yolundan yukarı ilerlememiz gerekti, kâhyayı orada bıraktık. Ceketini yırttık, parasını çaldık, ağzına içki bulaştırdık. Kâhyanın New Orleans’da oturan karısını tanıyor, ceset bulunduğunda içine düşeceği umutsuzluğu biliyordum. Ama karısı için üzülmekten çok, olayı asla öğrenmeyeceğini, kocasını aslında hırsızların yolda sarhoş bulmadıklarını düşünmek kahrediyordu beni. İkimiz cesede vurup yüzünü, omuzlarını morarttıkça yerimde duramaz oldum. Bütün bu süre boyunca vampir Lestat’in olağanüstü olduğunu tahmin ediyorsundur.

Benim gözümde incil’deki melekler kadar insandan farklıydı. Ama bu baskı altında ona olan hayranlığım sanki süzgeçten geçmişti. Vampir oluşumu iki değişik şekilde görmüştüm: Birincisi tamamen büyülenmeydi; Lestat ölüm döşeğimde etkisi altına almıştı beni. Ama öteki kendimi mahvetme isteğimdi. Tamamen lanetlenme arzum. Lestat hem ilk defasında, hem de ikincisinde işte bu açık kapıdan girmişti içeri. Şimdiyse kendimi değil başkasını mahvediyordum. Kâhyayı, karısını, ailesini. Geri çekildim. Akli dengem tamamen bozularak Lestat’ten kaçabilirdim; ama o yanılmaz içgüdüsüyle olanları anladı. Yanılmaz içgüdü…” Vampir düşündü. “Şöyle söyleyeyim: Bir insanın yüz ifadesindeki en ufak bir değişikliği bir jest kadar açıkça gören vampirlerin kuvvetli içgüdüsü. Lestat’in zamanlaması fevkaladeydi. Beni arabaya tıktı, atları kırbaçlayarak eve götürdü. ‘Ölmek istiyorum’ diye mırıldanmaya başladım.

‘Dayanılmaz bir şey bu. Ölmek istiyorum. Beni öldürmek senin elinde. Bırak öleyim.’ Ona bakmayı, o müthiş güzel görüntüsüyle büyülenmeyi reddediyordum. Adımı söyledi yavaşça, gülerek. Söylediğim gibi, plantasyona sahip olmak konusunda kararlıydı.” “Ama hangi koşullar altında olursa olsun, sizi bırakır mıydı zaten?” dedi oğlan. “Bilmiyorum. Lestat’i şimdi tanıdığım kadarıyla, herhalde bırakacağına öldürürdü beni. Ama benim istediğim buydu zaten. Aldırmıyordum. Daha doğrusu istediğimin bu olduğunu sanıyordum. Eve varır varmaz arabadan atlayıp kardeşimin düştüğü tuğla merdivene yürüdüm bir hayalet gibi. Ev aylardır boş kalmıştı kâhyanın kendine ait ayrı bir kulübesi vardı Louisiana’nın sıcağı ve rutubeti basamakları kemirmeye başlamıştı bile.

Bütün çatlaklardan otlar, hatta küçük kır çiçekleri fışkırıyordu. Alt basamaklara oturup başımı tuğlalara dayayarak elimle küçük, yapışkan saplı kır çiçeklerine dokunduğumda gecenin serin rutubetini hissettiğimi hatırlıyorum. Bir elimle gevşek topraktan bir tutam kır çiçeği yoldum. ‘Ölmek istiyorum; öldür beni. Öldür beni’ dedim vampire. ‘Cinayet suçu işledim. Yaşayamam artık.’ Başkalarının gözle görünür yalanlarını dinleyen insanların sabırsızlığıyla dudak büküyordu. Sonra bir anda olduğum yere çiviledi beni, tıpkı adamıma yaptığı gibi. Çılgınca debelenmeye başladım. Çizmemi böğrüne geçirdim, elimden geldiğince şiddetle tekmeledim, dişleri boynumu deliyor, şakaklarım zonkluyordu. Sonra vücudunun tek ve benim göremeyeceğim kadar hızlı bir hareketiyle ansızın merdivenin altında, küçümseyerek durup baktı. ‘Ölmek istediğini sanıyordum Louis’ dedi.” Vampir adını söylediğinde oğlan ani, hafif bir ses çıkardı, vampir derhal, “Evet, adım Louis” diye onaylayıp devam etti. “Bir kez daha yattığım yerde, kendi korkaklığım ve ahmaklığımla yüz yüze, çaresizdim,” dedi.

“Belki böyle doğrudan yüz yüze kaldıktan sonra, zamanla gerçekten kendimi öldürecek cesareti bulabilir, başkalarına beni öldürmeleri için yalvarıp yakarmazdım. Kendimi bir bıçağı ağır ağır döndürürken, günah çıkartmada ceza kadar gerekli bulduğum bir ızdırapla her gün eriyip giderken gördüm, gerçekten ölümün beni beklemediğim bir anda yakalayıp ebedi affa layık kılmasını umuyordum. Kendimi bir de hayal gibi merdivenin başında, tam kardeşimin durduğu noktada durmuş, sonra tuğla merdivenden aşağı atarken gördüm. “Ama cesaret için zaman yoktu. Daha doğrusu, Lestat’in planında kendi planından başka hiçbir şey için zaman yoktu. ‘Dinle beni Louis’ dedi, yanıma, basamakların üzerine uzanarak; hareketi o kadar zarif ve samimiydi ki bir âşığı hatırlattı bana ansızın. Geri çekildim. Ama o sağ koluyla bana sarılıp beni göğsüne çekti. Daha önce hiç bu kadar yaklaşmamıştım ona, solgun ışıkta gözlerinin harikulade parıltısını, yüzünü bir heykele benzeten, doğaüstü cildini görebiliyordum. Ben hareket etmeye çalışınca sağ elinin parmaklarını dudaklarıma bastırıp ‘Sakin ol’ dedi. “Şimdi ölümün eşiğine gelinceye kadar içeceğim kanını, çok sakin olmanı istiyorum, neredeyse damarlarındaki kanın akışını duyacak kadar sakin ol, aynı kanın benim damarlarımda akışını duyacak kadar sakin ol. Ancak kendi bilincinle, kendi iradenle hayatta kalabilirsin.’ Mücadele etmek istedim, ama parmaklarını öyle kuvvetli bastırıyordu ki, uzanmış bedenimin tamamı kontrolü altındaydı; ben nafile isyanımdan vazgeçince, anında dişlerini boynuma geçirdi.” Oğlanın gözleri faltaşı gibi açıldı. Vampir konuşurken sandalyesinde iyice geriye çekilmişti, yüzü gerilmiş, gözleri kısılmıştı, bir saldırı bekler gibi.

“Çok miktarda kan kaybettiğin oldu mu hiç?” diye sordu vampir. “O duyguyu bilir misin?” Oğlanın dudakları hayır; der gibi oynadı, ama ağzından ses çıkmadı. Boğazını temizledi. “Hayır,” dedi. “Üst kattaki salonda, kâhyanın ölümünü planladığımız yerde mumlar yanıyordu. Kapının dışında asılı bir gemici feneri hafif esintiyle sallanıyordu. Bütün bu ışıklar birleşip titremeye başladı, sanki tepemde, merdiven boşluğunda havada asılı altın bir varlık sallanıyordu, parmaklıklarla iç içe geçmiş, duman gibi kıvrılıp büzüşerek. ‘Dinle, gözlerini aç’ diye fısıldadı Lestat, dudakları boynuma değiyordu. Hatırlıyorum, dudaklarının hareketi tüylerimi diken diken etmiş, vücudum tutkunun hazzına benzeyen bir duyumla sarsılmıştı….” Sağ elinin parmakları çenesinin altında hafifçe kıvrılmış, düşündü, işaret parmağı çenesinde hafifçe gezinir gibiydi. “Sonuçta, birkaç dakika içinde bütün gücümü kaybettim, felç oldum. Konuşmayı bile beceremediğimi fark ettim panik içinde. Lestat hâlâ beni tutuyordu tabii, kolu demir bir çubuk kadar ağırdı. Dişlerinin çekildiğini öyle bir keskinlikle hissettim ki, sanki o iki delik, acıyla çevrelenmiş iki kocaman yaraydı. Sonra güçsüz başıma eğildi ve sağ elini üstümden çekip kendi bileğini ısırdı.

Kan gömleğimden, ceketimden aşağı akıyor, Lestat kısık, parlayan gözlerle seyrediyordu. Bana bir ebediyet gibi gelen, çok uzun bir süre boyunca seyretti, titrek ışık şimdi başının arkasında asılıydı, bir hayalin arkasındaki fon gibi. Daha o harekete geçmeden önce niyetini biliyordum sanırım, çaresizlik içinde bekliyordum, sanki yıllardır bekliyordum. Kanayan bileğini ağzıma yapıştırıp sertçe, biraz sabırsızca, ‘Louis, iç’ dedi. İçtim. ‘Devam et Louis’, ‘Hadi’ diye fısıldadı birkaç kere. Deliklerden kanı emerek içiyordum, bebekliğimden beri ilk defa gıdayı emmenin kendine özgü zevkini, bedenle zihnin tek bir hayati kaynakta odaklanmasını tadıyordum. Sonra bir şey oldu.” Vampir kaşlarını hafifçe çatarak arkasına yaslandı. “Aslında tarifi mümkün olmayan bu olayları tarif etmeye çalışmak ne acıklı,” dedi, sesi fısıldar gibi usuldu. Oğlan oturduğu yerde donup kalmış gibiydi. “Kanı emerken o ışıktan başka bir şey görmüyordum. Sonra, sonraki şey ise… sesti. Başlangıçta boğuk bir uğultu, sonra davula benzer bir tam-tam; giderek yükseliyordu, sanki karanlık, yabancı bir ormandan dev bir yaratık yavaşça yaklaşıyor, yürürken devasa bir davula güm güm vuruyordu. Sonra bir başka davulun tam-tamlarını duydum, sanki bir başka dev birkaç metre geriden birinci devi izliyordu, devlerin her ikisi de kendi tam-tamına kendini kaptırmış, ötekinin ritmini dikkate almıyordu.

Ses yükseldi, yükseldi, sonunda yalnız kulaklarımı değil, bütün duyularımı ele geçirdi, dudaklarımda, parmaklarımda, şakaklarımda, damarlarımda zonkluyordu. En çok da damarlarımda, tam-tam, sonra öteki tam-tam; sonra Lestat ansızın bileğini çekti, gözlerimi açtım, bileğine uzanıp ne pahasına olursa olsun, zorla tekrar ağzıma götürecekken bir anda kendimi tuttum; çünkü davulun benim kalbim, ikinci davulun da onun kalbi olduğunu anlamıştım.” Vampir içini çekti. “Anlıyor musun?” Oğlan konuşmaya başladı, başını iki yana salladı. “Hayır… yani evet,” dedi. “Yani ben…” “Tabii,” dedi vampir başını çevirerek. “Bir dakika, bir dakika!” dedi oğlan heyecandan eli ayağına dolaşarak. “Kaset bitmek üzere. Tersini çevirmem gerek.” Oğlan kaseti çevirirken vampir sabırla bekledi. “Sonra ne oldu?” diye sordu oğlan. Yüzü ıslaktı, mendiliyle çabucak sildi. “Bir vampir gibi görmeye başladım,” dedi vampir, sesi biraz dalgındı. Sanki aklı başka yerdeydi. Sonra yerinde doğruldu.

“Lestat yine merdivenin aşağısında duruyordu, daha önce mümkün olamayacak bir şekilde görüyordum onu. Daha önce bana beyaz görünmüştü, gecenin karanlığında neredeyse aydınlık denecek kadar bembeyaz; artık onu kendi canı ve kanıyla dolu olarak görüyordum; aydınlık değildi, ışık saçıyordu. Sonra yalnız Lestat’in değil, her şeyin değişmiş olduğunu gördüm. “Sanki renkleri, biçimleri ilk defa görüyordum. Lestat’in siyah ceketinin düğmelerine o kadar hayran kaldım ki, uzun süre başka hiçbir şeye bakamadım. Sonra Lestat gülmeye başladı, daha önce hiçbir şeyi kahkahasını duyduğum gibi duymamıştım. Kalbini hâlâ bir davulun tamtamları gibi duyuyordum, buna bir de metalik kahkahası eklendi. Çok şaşırtıcıydı, her ses bir sonrakine karışıyordu, birbirine karışan çan sesleri gibi, sonra sesleri ayırmayı öğrendim, birbirlerinin üzerine biniyordu sesler, yumuşak ama tek tek ayırdedilebilen sesler, yükselen ama ayrı ayrı sesler, çınlayan kahkahalar.” Vampir sevinçle gülümsedi. “Çınlayan çanlar.” “Lestat, ‘Düğmelerime bakıp durma’ dedi. ‘Ağaçların arasına git. Vücudundaki bütün insan artıklarından kurtul, geceye çılgınca âşık olup da yolunu kaybetme sakın!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir