Ayla Kutlu – Emir Beyin Kizlari

İkinci Dünya Savaşı’nın üçüncü yılına doğru, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyelerinden ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin birinci ve ikinci dönem milletvekillerinden Emir Bey, öldü. Ölümü bekleniyordu. Üç aydan beri yatağından çıkamaz olmuş, hastalığının ne olduğu konuşulmasa da, çevresindekiler ve doktorlar onun artık yüzünü toprağa dönmüş bir insan olduğunda birleşmişlerdi. Karısı Nevnihal Hanım ve yanlarında barınan ilk zevcesi Gülhayat Hanım artık yaşamak ve ölmek üstüne konuşmuyor, doktorlardan bir umut ışığı yakmalarını beklemiyorlardı. 1941 baharı geç geldi. Şimdi delifişek bir doğa, yaşayan yaşamayan her şeyi içine alıyor, ışıklandırıyor, nazlıyor, çıldırtıyordu. Hayat ve doğa özlemle buluşmuş, on yılda, yirmi yılda bir görünen aşk yaşamaya koyulmuşlardı. “Savaşa inat,” dedi bir gün Emir Bey’in büyük oğlu Batu: “Tabiat ölümü yenmek için canlıların kanını tutuşturuyor.” Haftaya karartma başlayacak. Camlarını siyaha boyayanlar çoğunlukta. Bu yoklukta kim kara bezler bulacak da pencerelere perde çekecek? Leyla, “Camları ben boyayacağım,” diye tutturdu. Kötü bir boya. İç karartıyor. Bu ülkede bir şeyin iyisini bulabilen kaç kişidir? Vatani Hizmet Tertibinden bağlanan kırık dökük bir maaşla geçinmek durumunda olmasalar, belki her şeyin biraz daha iyisini… Bir başka yandan bakıldığında, evin üç çocuğu para kazanıyor. Mahmut, Van-Başkale’de Kaymakam Vekili.


Batu, Yüksek Mühendis Mektebi’nde asistan. Hüsra, Osmanlı Bankası’nda çalışıyor. Pembe tablonun arkasına bakınca, niye zorlandıkları ortaya çıkıyor: Mahmut’dan biraz para geliyor ama, Batu Aksaray’da ayrı ev açtı. Galiba bir gönül hikâyesi de var. Ancak kavruluyor çocuk. Hüsra yakında evlenecek. Savaş içinde ev kurması gerekiyor. Tümünün eve attıkları, karıncanın taşıdığı yaprak parçasından öteye geçmiyor. Gülhayat Hanım eziliyor, Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html mızıklanıyor. Nevnihal Hanım çıkışıyor onun bu hallerine: “Karışmayın rica ederim. Onlar genç. Biz nasılsa yuvarlanıp gidiyoruz.

” “Yuvarlanıyoruz da Nevnihal Hanım, kırılmadık baş göz kalmadı. Siz arada ezildiniz yahu.” 1941 yılının Haziranına girildiğinde Leyla bile babasının gidici olduğunu sezmiş. On bir yaşında, bu yıl ilkokulu bitiriyor. Gecikmiş leylakların bittiği, ıhlamurların saklanarak koku saçmaya başlaması gereken zamandı. Biri salkımlarını göğe dikmiş, öbürü doğanın baskıladığı utangaçlıkla ince boyunlu çiçek salkımlarını bir değil, ikinci yaprağının da altına saklamış. Ihlamur, leylağı bekler. Boğazın akıl almaz güzellikteki erguvanları ne zamandan beri denize düşen bulut gölgeleri gibi, sabah laciverdinde ve akşam alacasında daha bir hoştular. Gündüzleri boğazın yalısına inen sokaklardan bakıldığında dünyayı azgın bir sevince boyuyorlardı. Pembe mi, eflatun mu? Hangi renk birbiriyle kucaklaşmaz? Boğazın bu yanı, taşının toprağının rengini unutmuş, erguvana boyanmıştı. Gök su gibi saydamlığını, deniz mavisini teslim etmiş. Leyla okuldan çıktıktan sonra, arkadaşlarıyla Rumelihisarı’na gidiyor. Yanık, yıkık, yorgun, dağınık taşların, yığınların arasında çocuklar için her zaman hazineler var. Ava çıkıyor arkadaşlarıyla: Erimiş camlar, işlemeli, oymalı tahta parçaları, kavanozlar, saç torbaları (Hamamdan çıktıktan sonra uzun uzun taradıkları makas görmemiş saçlarından dökülenleri ve şimşir taraklara takılanları yumakçıklar yapıp bir torbaya dolduran eski Osmanlı kadınlarının tarihi vardı onlarda. Mahrem olanı saklıyorlardı.

Gençliklerinde kahverengi, siyah, lepiska, sarı olarak yığılmaya başlıyor ama hepsi giderek kırçıla ve sonunda aka veya kına kırmızısına dönüşüyordu) buluyorlardı. Bırakılmışlık ve zaman, kirin, toprağın kokusunu serpmişti üstlerine. Günün modasına göre, enselerinden kaşlarının hizasına kadar yükselen yarım elips biçiminde saç sarmak isteyen Cumhuriyet bayanları, dolgunlaştırıcı saç desteği gereksiniyorlardı. Yoksul kadınlar saçları toplayıp, yıkayıp biçimlendirerek… Ucuzdu bu saç simitleri. Üç-beş paraya, hayalleri canlandıran zengin ipek yığınları taşıyor gibi görünüyordunuz. Aradıkları hazine neydi çocukların? Kendilerinin olacak bir şey. Ne olduğu önemli değil. Ne olursa olsun başkalarının ilgisini çekecek çocukça bir güzellik. * * * Cumhuriyetle her şeyin aydınlığa çengel attığına inanılan yıllar uçup gitmişti. Yangın yerleri ve bırakılmışlık adım başında bekliyordu. Başkalarının yaşamı algıladıkları coşkulu yıllar geçmişti. Leyla’nın dünyayı anlamaya çalıştığı, yürümeyi, koşmayı öğrendiği yıllar yorgun bir sarı renk gibi geldi. O sırada birkaç renkli ışık, balon ve nota dışında hatırlamadığı onuncu yıl kutlamaları yaşanıyordu. Halası ölmüş. Dört yaşında olmasına karşın otuzların ilk yarısından hatırladığışey bu.

Otuzlu yılların sonları daha da sararmış. Hızlı bahar, hızlı sonbahara dönmüş. Savaş yaklaşıyor. Sonra, Atatürk’ün –onlar Gazi Mustafa Kemal Paşa diyorlar– fısıltılarla yayılan hastalık haberi; okulda konuşulması yasaklanmış. Yirmilerin sonunda başlayan, sonraki yıllarda sürüp giden büyük dünya krizi Anadolu’yu vurduğunda her şey düşmeye başlamıştı: Üretim, ticaret, ithalat, ihracat –bunların ne demek olduğunu bilmiyordu– ve milli Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html gelir, kalkınma, mütegallibe, iç düşman –bunların da ne demek olduğunu bilmiyordu–. İşler kötü gidiyordu galiba. Dört bir yanları yoksulluk, pislik, karanlık, hastalıklar –şark çıbanı, verem, sıtma, trahom, raşitik çocuklar– açlığını ölüm sınırında gezdiren ve sonra ortadan kaybolan insanlar, kavgalar ve oyunlarda hayal gücünden yoksunluktu. Yoksulluk öylesine yaygındı ki, Leyla annesiyle babasının fakirleşmeyi ağızlarından düşürmemelerine şaşıyordu. Ablası ile ağabeyleri paralı okullarda okuyorlar. Kocaman bir konakta oturuyorlar, evlerinde her gün yemek pişiyor. Babası çalışmayabiliyor. Çamaşır günlerinde bazen Nevnihal anne ile Hayat anne leğenlerin başına geçseler bile, çoğu zaman eve çamaşırcılar ve temizlikçiler geliyor.

Otomobilleri var, bazen babasışoförlük yapsın diye eski kâhya Mansur Ağa’yı bile çağırtıyor. Çarşı alışverişini yapan adamları var. Oysa arkadaşlarının önlükleri bile yok. Ayakkabıları, çorapları, önlük içine giyecek entari yahut göynekleri, oğlanların çoğunun pantolonları içine giyecekleri donları bile. Bazılarının pantolonlarının düğmeleri koptuğunda anneleri yenisini bulamamışsa, belinden iple bağlamışlarsa küçük kazalar oluşuyor, küçücük bir et parçası görünebiliyor. Saman nezleleri bir türlü geçmiyor, dolu bronşlar derinleşen gözlere, sararan yüze dönüşüyor, gövdenin içindeki gizli işleme, insanları dönülmez yollara itiyordu. Yoksulluk felaketinin ışığı giderek daha hızlı yanıp sönüyor, daha hızlı uyarıyor, haberler şaşkın insanları felaketin kendisinden daha çok korkutuyordu. Alman çizmesi, Alman hava gücü, Alman marşları… Alman… Alman… Bazıları sevinçle, bazıları kaygıyla bunlarla doluydu. Leyla duymadığı, hayal edemediği bu görünmeyen güçten ölesiye korkuyordu. Giderek ürküntüsü güçlüden değil, güçsüzden yana ağırlık kazanacaktı. Leyla propagandanın ne olduğunu bilmediği yaşında propagandanın çok etkilediği biri olup çıkacak, derdini kimselere anlatamayacaktı. Nasıl söze dökeceğini bilmediği şeylerdi bunlar. Üstünde konuşulursa inandırıcılığı artabilir, gerçekleşebilir hatta! Savaşın ayak sesi uzaktaki iki ülkeye çabuk ulaştı. Avusturya’da, sonra biraz daha yakındaki Çekoslovakya’da yankılandı. Neyin olup bittiğine dair haberler yedi yaşının ürküntüsünü artırıyor ama Leyla’ya değerlendirme yapma olanağı vermiyordu.

Yalnızca Yahudilerin canavarlığı somuttu. Onlar korkunçtular, kan emiciydiler. Kiminle konuşmalı? Ağabeyler ve abla uzaklardaydılar. Gülhayat anne, evin dışına çıkıldığı anda üstüne tuz serpilmiş salyangoz gibi eriyor. Anne gamlı. Baba? Baba bir başka şeydi Urfa’daki konakta. Çok büyük… Çok uzak… Baba her evde bulunan böyle birinin adı değil midir? Notasız, uyumsuz, kalınlı inceli, postallı haykırışlar havadaki ağırlığı artırıyor. Atatürk’ün hastalığı açıklanmış. Okulda öğretmenleri Atatürk için bir gün düzenlemiş. Şiirler okumuşlar, Atatürk’ü ne kadar sevdiklerini yüzleri yukarı gelecek biçimde boyunlarını arkaya atarak gökyüzüne haykırmışlar. Leyla gözlerinden süzülen yaşları fark etmiş. Arkadaşları da yaş akıtmış. Eve geldiğinde, yanlış kişiyi seçmiş, Gülhayat annenin ellerine sarılmıştı: “Atatürk ölür mü Hayat anne? O ölür mü?” “Niye ölmesin? O insan değil mi?” Öyle mi? Onun farklı olduğunu biliyor. Bu farklılık ölümlülüğü yenmeye yetmiyor mu? Hayat anne cahildir. Bir Yunus bilir, bir ev.

Başka şey bilmez. Evde radyo var. Leyla ona dokunamaz. Nevnihal anne yasakladı. Zaten onun içinde konuşanları anlamıyor. Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html Ölüm haberini babası verdi. Kiraz ağacından yapılmış, köşeleri üzüm yaprağı kabartmalarla incecik süslenmiş olan çalışma masasının başında oturuyordu. Masasının üstü toplanmış. Kâğıtlar bir yanda. Olive Ogden kâğıtları. Parlak sarımsı kaymak kâğıtlar. Birkaç samanlı dosya öbür yanda.

Annesi pencereye çapraz yerleştirilmiş fes rengi kadife kaplı berjere oturmuş. Yukarı çıkmasını Hayat anne söyledi. Karanlık bir Kasım öğle sonu. Arkadaşlarıyla Hızmalı Köprüsü’ne gittiler ama su bulanık, hava kapalı. Birinin avlusuna girdiler. Erkenden kararıverdi ortalık. Buyuyor insan. Evlere dağılındı. “Yukarı çık. Baban bekliyor!.” Gülhayat annenin sesinden bir şey anlaşılmıyor. Ne suç işlemiş olabilir? “Öldü,” dedi Emir Bey. Leyla o an, bu sözü söyleyen babasının öldüğü gibi bir sanrıya kapıldı. Tuhaf bir durumdu: Canlı o, işte konuşuyor. Ama babam söylüyor, ölmüş… Karpuzu kırmızı, üstünde uçuk sarı zambak deseni olan lambanın içindeki fitil titredi.

Lambanın alevi yükselip azaldı. Annesine baktı Leyla. Koltuğun kolçakları üstüne serili ellerini gördü. Babasıyla aralarında kurulan bir bağ vardı. Annesi uzak, Gülhayat anne de. Babası önemsiyor küçük kızını: Leyla sekiz yaşında. Annesinden pencereye kaydı bakışları: geniş pencere nişi kitapla dolu. Demirler kareler oluşturup küçük birer yaldızlı topuz içinde birleşiyor. Uzakta İbrahim Peygamber’i ateşin ortasına atacak mancınıkların uzamış gölgeleri. “Kalemimi bırakmam gerektiğine inandım. Hatıratımı yazmayacağım.” Babası hatıratını niye yazıyor, niye evin dışında da önemli bir adam, bunları bilmiyor Leyla. Babasının işini sorduklarında küçüklüğünde “Hatırat yazar,” diye cevap verip insanları güldürürdü. Kitaplar, dosyalar, notlar, kâğıtlar, toz konmasına izin verilmeyen bir oda, masa, mürekkepler, çeşitli biçimde hokkalar, divitler, uçlar, zengin bir dünya. Leyla uzak tutuluyor.

Hani hep hazine arıyor ya, hazinenin burada, babasının elinin altında olduğunu biliyor aslında. Duyduklarını ancak anladı. İçinden bir şey eksiliverdi. Ruh dedikleri bu mu? Yani insanın içinden bir şey aktıysa bir şeyler yok olmuştur. Oda kapısına dayanmış duran Hayat anneyi gördü. Elinde divanı. Nevnihal anne ise elleri kolçaklara serili, gözlerini yummuş, dalgalı saçları yüzüne ve omuzlarına yayılmış. Atatürkümüz yok mu artık? Soracak ama sorup sıkılarsa gerçek olur diye soramıyor. “Benden on yaş küçüktü.” Anneler ses çıkarmadı. “Bu eve sığamıyorum. Ne üzüldüğümü biliyorum, ne başka bir şeyler duyup duymadığımı. Savaş geliyor. Her şey boşluğa yuvarlanıyor sanki. Savaşın yangınını çıkaracak benzin boyuna dökülüyor.

Ansızın alev de yaklaştırılacak. Yurtta sulh, cihanda sulh dediği zaman kızmıştım. ‘Musul duruyor, Hatay duruyor, bu ne bu,’ demiştim. Şimdi onsuz…” Sesi birden derin boş kuyulara düşüveriyor. Leyla şaşkın: Ona kızılır mı? Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html “Şimdi bir atım olacaktı… Eskisi gibi vurup gidecektim, kan köpük içinde kalacaktık. Atı uçurmayan, yüreği yıkayan rüzgârın gücünü nereden bilecek?” Emir Bey ayağa kalkınca Leyla masanın karşısındaki kanepeye oturdu. Elleri bacaklarının arasında. Ne diyeceğini bilmiyor. Baba kızının önüne geldi, elini uzattı. Leyla ne yapmalı bu eli? Tuttu. Ayağa kaldırıldı. Baba-kız, odadan çıktılar, sofayı geçip merdiveni indiler.

Kadınların sesleri duyulmadı. Evin avlusunu geçtiler. Emir Bey büyük kapının paslanmış demirlerini çekti, yere ve yukarıdaki duvara gömülü yuvalarından. İyice bakımsız kalan otomobilin krank demirini aldı, kızını direksiyona oturttu. Leyla bu işi bilir. Emir Bey kolu çevirdi, Leyla gaz verdi. Motor çalıştı. Emir Bey yerine otururken, Leyla sağa çekildi, koca konak kapısına çarparak çıktılar. Yollar kapkaranlık. Taş döşeli, dar, frengili, cüzamlı açların yattığı evlerin açıldığı sokaklar geçildi. Leyla babasının yanında kımıldamadan oturuyor. Onun ne yapmak istediğini bilmiyor. “Savaş kapıları vuruyor kızım.” 10 Kasım 1938, perşembe gecesidir o gece. Savaş nedir? Leyla onun korkunç olduğunu biliyor.

Hastalıktan, açlıktan, üşümekten, hatta ölmekten bile daha korkunç. Bunların toplamından da daha korkunç olabilir, çünkü uzun sürüyor. Eyyüp Peygamber makamında uyandı. Yolda uyumuş. Kısacık bir süre. Bir gizil tapınak. Buraya gelmek, adak adamak yasak. Herkes geliyor. Annesi çocuğu olsun diye dilekte bulunmaya tam yedi kez gelmiş. Hayat anne kılavuz olarak onunlaymış. Göbek adı bu yüzden Eyyübe. Adını taşıdığı peygamber gibi sabırlı olmasını istemiş annesi. Upuzun bir ad: Eyyübe Cevahir Yeşil Leyla. Babası sigarasını yakmış, yüzünü gökyüzüne dikmiş dolanıp duruyor. Kimseler yok, kimseler.

Sönük birkaç yıldız, dağınık. Hava kapalı. Gölge gibi baba-kız. Otomobil uzakta. Ne yapacaklar? “İçimde korku var yavrum, kızım, meleğim, talihsiz evladım.” Leyla çözülmüş, ağlamaya başlamıştır. Karanlıktan, babasından, dokunup dokunup kesilen gece yelinden, Eyyüp Peygamber’in derinlerde olduğunu bildiği sandukasından, Atatürk’ün ölmüş olmasından… Dehşetli üzgün. Emir Bey’in az ötesinde korkular içinde küçücük, henüz sekiz yaşında bir kız çocuğu, çook ötelerde değişik zaman ve mekânın kesiştikleri bir yerde yalnızca kendisinin solgun anısında yaşayan bir adam. Yalnızca bir hayal o. Kemikleri bile ufalanmış, ayrışmış, gelip geçtiği unutulmuş bir gövde: Babası Batu Beg. Otuz yaş yaşamamış, beyni ve yüreği ayrı ayrı toprağa katılmış bir adam. Ermenilerin başını keserek öldürdükleri Batu Beg. Kafası, annesiyle birlikte kaçıp bıraktıkları uzak, çok uzak, çok sisli, çok ıslak bir evin hayatının tam ortasındaki direğe takılı, gövdesi aşağıda evin önündeki çimenlerin üstünde sökülmüş bir ağaç kökü gibi dallı budaklı ama cansızlığa atılmış. Gölgeler boyuna renk değiştiriyor, boyuna yer değiştiriyor. Kayın ağaçları çıplak.

Vişneler sarı yapraklarını döküyor, mısır koçanları kararmış. Yeşil çakır gözler o uzaklıklardan alınmalıdır. İçinde ve ayağının altında esip savrulan toprakların üstünde yağmur damlaları. Uzaktaki kaçış yolunda hâlâ yağmur var. O yolun bilinmeyen ufuklarında, sonsuz bir yorgunlukla soluk alıp vermeye çalışan bu eski Urfa toprağı vatan olmayı bilmişti. Bu, toprağın kendisine bağışıdır, özverisi, kucaklayışıdır. Ona sunulan toprakların her tutamındaki, her engebesindeki yeşermişliklerde, onu canlı tutmaya çalışmış hiç tanımadığı eskilerin, çok iyi tanıdığı Mahmut Ağa’nın teri var.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir