Mustafa Kutlu – Mavi Kus

Sıcaktan dili dışarı düşmüş bir köpek sarsak, ağır ve bezgin adımlarla meydanı bir baştan ötekine geçip köşedeki kasabın Önünde durur. Oracıkta dikilen kıdemli sokak kedileri kendilerine benzeyen bu yaşlı köpeği umursamaz. Kasap dükkânının gölgeli kapısında naylon şeritlerden, rengârenk boncuklardan oluşmuş bir sineklik asılıdır. Sineklik kıpırdamaz. Havada en ufak bir esinti yoktur. Öğle sıcağı kasabanın üzerine abanmıştır. Öyleki sanırsınız gökten kıvılcım yağıyor. Binalar, ağaçlar, insanlar ve açıktaki bilumum eşya bir ışık selinde yıkanmaktan bîtap düşüp yerlere serilmiştir. Kaburgaları açlıktan birbirine geçmiş yaşlı köpek, kasabın kapısına mahmur bakışlarla bir göz attıktan sonra, yine Öyle yalpalayarak köşeyi kıvrılır, top akasyanın gölgesine yatar. 6 /Mavi Kuş Az sonra camlarında sinek pisliklerinden desenler oluşmuş bu kasap dükkanından bir keman sesi yükselecektir. Ya!. Keman sesi işte. Bozkırda unutulmuş bu kasabanın, şişman kıllı kasabı keman çalmaktadır. O gün sabahın köründe mezbahadan gelen birkaç gövde eti satıp bitirmiş, satırı bıçağı yerli yerine koymuş, elini yüzünü azçok yıkamış, ahşap iskemlesine çöküp kemanını çenesine dayamıştır.


Şimdi biz bu kasap kimdir, nedir; keman çalmayı nereden öğrenmiştir, çalarken öğle üstü demeyip iki duble de rakı içmekte midir, derdi nedir, diye anlatmaya kalkarsak işi uzatırız. Kasabı geçelim. Kasabın yanında Göncü Đzzettin Efendi. Kapısı kepengi gördüğünüz gibi kapalı. Kendisi Rahmet-i Rahman’a kavuşalı seneler oluyor. Oğlu-uşağı memleketi çoktan terketti. Bu dükkân da işte yağmurun-yaşm altında çürüyor. Eee… Sahipsiz malın sonu budur. Onun yanında Tütüncü Zekeriyya. Pazardan pazara açar dükkânı. Pazar dedikse kasabanın salı günleri kurulan pazarı. Zekeriyya Efendi tekel bayii olduğu için Mavi Kuş/ 7 reji tütününü, paketli cıgaraları toptan bakkala-çakka-la dağıtır, tası tarağı toplayıp marsuvan eşeğine atladığı gibi alelacele köye döner. Yaşlı aksi bir ihtiyar; zaten çoluk çocuğu da yok, bir Köroğlu bir Ayvaz. O kadar-cık alışverişten kazandığı yetip de artıyor bile. Daha sonra Yemci Yusuf geliyor. Herif eskiden sade hayvan yemi satardı.

Lakabı oradan kalma. Yaramazın tekidir. Sonra-sonra yükü tuttu. Unculuk, kuru gıda, ne bulursa alır-satar. Geldik meydana açılan Karcı Tahsin sokağının başına. Zaten kasabanın sokakları umumiyetle meydana açılır. Çay taşı ile kaplı meydanda ise pazar kurulur, kavga edilir, düğün-dernek olur; gecenin bir vaktinde meyhaneden çıkan kendini bilmez bir sarhoş efeliğe özenip meydanın ortasına kadar gelerek beyaz mendilini yere serer, çömelip sağ dizini mendile dayar, olanca gücü ile bir nara patlatır: – Oooof, of. Kan kokmaktayım kan. Kahvede, lokantada, berberde geç kalmış bir iki müşteri suratını buruşturup densizin kim olduğunu bildiklerinden: – Hıh… Bok kokuyorsun be. Diye omuz silkerler. öyledir. Bu küçük kasabalarda herkes birbirini sesin8 ‘Mavi Ku$ den bile tanır. Hele bazıları, misal: Fotoğrafçı Sarhoş Selahattin, Tapucu Rıza, Arzuhalci Kemal Efendi kasabanın otuzbir pare köyünü beşikteki çocuğuna kadar tanır yani. Bütün dükkânları saymayalım, adını verip geçelim. Zaten gayemiz ey sevgili okur, nasıl bir macera nakledeceğimizi anlatmadan önce nerede durduğumuzu, hangi insanlarla muhatap olduğumuzu göstermektir.

Böylece kitabın hissiyatına ortak olursunuz belki. Evet Karcı Tahsin sokağının köşesine gelmiştik. Buradaki büyük dükkân Manifaturacı Hacı Hadi Efendi ve mahdumlarına ait. Kırmızı boyalı ahşap oval tabela üzerindeki beyaz hurufat buna şahitlik ediyor. Hacı Hadi Efendi beyaz sakalı, nuranî çehresi ile hâlâ divitin pazen, Nazilli basması, kaput bezi, keten, patiska, naftalin, cenaze levazımatı, en çok da temizlik sırasında tahta zemine dökülen yanmış yağ ile talaş tozu kokuları arasında, burnunun kemerine düşen yuvarlak tel gözlüklerini ikide bir geriye ata ata Hamzanâme, Mü-zekki’n-Nüfus, Yunus Emre divanı okur. Yüksek tahsil yapan çocukları büyük şehirlere yerleşmiştir. Kendisi tarikat neşvesiyle bazan coşup dükkandan dışarı fırlar, önüne gelenin yakasına yapışarak yüksek sesle: Hak bir gönül verdi bana Ha demeden hayran olur Mavi Kuşl 9 eibi ilahiler okuyup, muhatabına: “Herif delirmiş, ner-deyse beni boğayazdı” dedirterek iki metre havaya sıçratır. Hacı Hadi deyip geçmeyin; bir de güzel sesi vardır ki. Kasabalı: “Siz onu gençliğinde görmeliydiniz; saza-sö~ ze tövbe edip elini işretten kesmeden önce ne yürekler yakmıştır” diye anlatırlar. Manifaturacının yanında Bezzaz Selim, onun yanında da Attar Kâmil Efendi’nin dükkanı sıralanıyor. Bu insanların da elbet kendilerine mahsus hususiyetleri var. Hani ne denilmiş: “Hârâbat ehline hor bakma şâkir, defineye malik viraneler var.” Ama biz kasaba ahalisinin sicill-i ahvâlini çıkarmakta değiliz. Bir miktar tasvir ile meşgulüz. Malum tasvir de edebiyatın bir cüz’ünü teşkil eder.

Derken çifte çınarlar ile gölgesinde serinleyen tahta minareli camiye geliverdik. Cami ülkemizde örnekleri artık iyicene azalmış ahşap direkli, ahşap işçiliğinin zarif unsurlarını gösteren şirin ve tarihi bir yapı. Mihrabını minberini anlatmak uzun sürer. Lakin biz yine de kuş kafesini andıran, yer yer yosun tutmuş eski oluklu kiremitle kaplı çatıdan az-bi-raz yüksekçe duran minareyi zikretmeliyiz. Bir de çatının tam tepesine kurulmuş, her bahar yenilenen leylek yuvasını. u nacı leylek kasaba ahalisinden sayılır; mevsimi gel10 /Mavi Kuş diğinde yolu beklenir, kazara gecikecek olsa, “yahu nerde kaldı bizim hacı” diye endişe edilir. Çifte çınarlar kimbilir kaç yüz yaşındadır. Kök salıp büyüdükleri yer bir pınarbaşı. O sebeple serpilip gelişmiş, dallarıyla camiyi, çeşmeyi, çardaklı kahveyi örtmüşlerdir. Ağacı kıt yerlerin her ulu ağacı gibi bunların da bir masalı var. Kısaca nakledeyim: Zamanın birinde bu civardan bir düğün alayı geçmektedir. Đki kardeş aynı günde gelin oluyor, yani bir nevi çifte düğün. Hani hikâyenin sonu gözyaşına bulanır ya; o hesap; kervanı haramiler basıyor. Kavga dövüş, uzatmayalım haramiler düğüncüleri tepeliyor. Çifte gelin bakıyorlar ki eşkiyanın eline geçecekler.

Namusu kirletmekten ise bundan geri bize yaşamak haramdır deyip, yüzüklerinde bulunan zehri içerek oracıkta tes-lim-i ruh ediyorlar. Malum böyle masallarda en az bir adet zehirli yüzük bulunması âdettendir. Gelinleri teliduvağı ile bu pınarın başına defnediyorlar. Çınarlar o devirden kalma. Gel zaman git zaman fidanlıktan çıkıp bayağı ağaç olan bu çınarlara çul-çaput bağlamaya çabalayan saçı uzun aklı kıt kadınlar yüzünden neredeyse Çifte Gelinler Türbesi olacak iken, Osmanlı’nın firaseti, celadeti yerinde bir müftüsü “Zinhar bağlamayasuz. Bâtıldır ve de dinde yeri yoktur. Yanılıp da bağlayanı tutar isem gideceği yer kanlı kütüktür” diye sıkı tenbihatta bulunduğundan ağaçlar âdemoğlunun nisa taifesinden yakayı zor sıyırıyor. Mavi Kuş/ 11 Ancak kitabesi artık okunmaz hale gelmiş olsa da meydanın çeşmesi işte bu pınarın suyunu akıtmaya devam etmektedir. Çatalçeşme biçiminde kesmetaştan yapılmış ki, iki cephesinde dört lüle, dördünden de kol gibi, buz gibi sular çağlar. Çeşme yalağında toplanan sular dipten tuğla künkler ile meydanı geçip, suyu kasabanın aşağılarda sıralanan bahçelerine ulaştırır. Gözünü sevdiğim su. Đnsanoğlu’nun ve de âlemin özü. Bu su burada olmasa idi, hiç kimse gelip de buracıkta vatan tutar mı idi? Çeşmenin yanı Çardaklı Kahve. Hem camiye yakın hem suya. Üstelik çınar dallarının gölgesinde.

Bu da yetmezmiş gibi kahve sahibinin dedesi camekân önüne iki asma dikmiş; asmayı geniş bir çardağa almışlar, altına beş-altı masa atmışlar. Oooh, otur suyun sesini dinle. ister nargileni fokurdat, ister lafın belini kır ezanı bekle. Kasabanın, ehli keyfin, sohbet yaranının, ayaklı gazetelerin mekânı. Her havadis önce burada duyulur, sonra buradan yayılır. Hani halkın nabzını tutmak diyorlar ya; böyle bir niyeti olan gelsin otursun. Sağa so-a kulak kabartsa, peş peşe iki çay içecek olsa o kadar-zaman içinde memleket ahvalinin nice olduğunu anlayıverir. 12 I Mavi Kuş Tabii vatandaşın dilinden, kaşının gözünün işaretinden, oturuşundan, ses tonundan, övgüsündenyergi-sinden, küfürün şiddet derecesinden, hangi lafın ne diye, kim için, nereye, nasıl sarfedildiğinden, kahkahanın çıngırağından, sekiz köşeli kasketi yana yıkıp kafayı kaşımanın ne mânaya geldiğini ifade eden o halka mahsus sözlü kültür alfabesini sökebiliyorsa. Kahvenin bitişiği berber. Babadan oğula devredilegeldiği için acaba kaç nesil bu dükkândan ekmek yedi belli değil. Yine de Yavuz zırhlısının, Pehlivan Adalı Halil ile Kara Ahmed’in fotoğraflarından, eski harflerle eski bir çerçevede unutulmuş berber dükkânlarına mahsus, artık iyicene antika olmuş şu iki levhadan: Efendim afiyet olsun tıraşın Gitsin tûyun selâmet bulsun başın Beş kuruşa bir traş Lahana gibi baş. ve daha burada saymayı lüzumsuz bulduğumuz bir sürü şeyden epeyce eski olduğunu çıkarabiliriz. Berberlerin türlü türlü huyları, alışkanlıkları, tutkuları olur bilirsiniz. Bu devrin son berberi horoz dövüştürür ve inanmayacaksınız çiçek de yetiştirir. Mavi Kuşl 13 Berberin yanı fırın.

Onun yanı Ceneviz Sokak. Şaşırmayın kasabanın eteğine yaslanıp kurulduğunu, kurulup düz ovayı göz yaylımına aldığı tepenin başında bir Seyran Baba yatırı var, bir de Ceneviz’den kaldı-21 söylenen kale kalıntısı. Bu kalede ara sıra çanak çömlek bulunduğu, Ceneviz’den kalan paralara Taslandığı söylenir. Ceneviz Sokağı’nm öbür köşesinde Ziraat Bankası. Cumhuriyetten sonra başta Ankara olmak üzere yurdun dört bir köşesine yapılmış Alman üslubunda kunt bir bina. Kesme taştan inşa edilmiş, mütehakkim, ser verip sır vermez, az ve küçük pencereli. Kapısı… Elbette kapısı bir resmi dairenin devletten ve paradan aldığı gücü sergileyen soğuk ve korkutucu ihtişam içinde. Sıkıysa çarığını çıkarmadan gir bakalım. Bu bankaya girerken çarığını çıkaranların hikâyesi boldur. Bankanın yanı Massey-Ferguson traktörlerinin acenta-sı, henüz yeni, daha bir tek makina satamadı. Acentanm bitişiğinde Aynalı Lokanta. Kasabanın medar-ı iftiharı. ‘U lftlnara vesile olan lokantanın yemekleri değil. Yekler işte bildiğiniz orta malı şeyler. Ciğer yahni, ku14 /Mavi Kuş ru fasulye, pilav, kayısı hoşafı, ara sıra kızartma, lokma tatlısı vesaire.

iftihar edilen şey duvarladan birini yarı yarıya kapla-yan, oymalı ahşap çerçevesiyle görenlere “Hayret yahu bu saray işitayna bu dağın basma nereden düşmüş” dedirtecek kertede muazzam bir ayna. Kasabaya inen köylüler sırtını meydana bakan cama verip yüzlerini aynaya doğru dönerek yemeğe oturduklarında, sanki büyülü bir manzara ile karşılaşırlar. Ayna kasaba meydanının neredeyse tamamını içine alır; oradan kim geçiyor, ne oluyor tek tek gösterir. Bu ne demektir; şu demektir: Onlar seni görmüyor, görseler de arkası dönük olduğu için zararı yok derler; ama sen onları görüyorsun. Ayıptır söylemesi röntgencilik gibi bir şey. Aslında yemek yiyenler meydana doğru bakan bir masada otursalar, ne olup bittiğini çıplak gözle temaşa etseler bir şey farketmeyecek; ama insanoğlu nedense bunu alelade bulur, omuz silker. Aynadaki akis bambaşka gelir sanki. Hani çorbaya kaşığı daldırıyorsun, ağzına doğru kaldırıyorsun, karşıdaki hayalin de seninle birlikte aynı hareketleri yapıyor. Đnsanın kendine bakması önemli. Hani ayna olmasa bu mümkün değil ya. Đşte büyü burada. Aynada insan kendini tanıyor. Burnunun üzerindeki et benini, benin üzerindeki ağarmış birkaç kılı görüyor, Mavi Kuşl 15 «7 be'” diyerek meyus oluyor. Veya “U,3n ^Ş TX b.y.

Uan burarak, ve de “kimseler kasketi yan J*P J. sağa sola bakm,p azıcık CTaĐrĐ *» ** Par— raSĐaymCa Bunlarm her dan **”e ^ olmasa kendimina meyeceğiz Sır bize bir kapı aralıyor. Đşte diyor sen busun. ret? Ayna dediğin, taşı toprağı, ev, sokağı oa S yor. Mühim olan bu vücudun içini görebilmek. Kalbin aynasında ne var ona ulaşabilmek. Ne demişler “Kendini bilen, Rabbini bilir.” Aynalı Lokantamın aynasına dalıp bir iki dakika dün-yaS1 değişen fukara köylülere ilm-i bâtm dersi vermek değil muradımız. Muradımız o ki; Aynalı Lokanta turn kasabanın ve civar köylerin “Yahu bi yol varsak da tas çorba içsek” diye heveslendikleri bir mekandır. Hele bir de bunlar içinde gece yarısından sonra damlayan ayyaş takımı varsa. O zaman kafayı bulup aynadaki hayali ile konuşupçekişenlerin sayısı artar. 16 /Mavi Ku$ Tâki kollarından tutulup “Kapatıyoruz efendi” diye kapı önüne bırakılana kadar. Lokantanın yanında en az onun kadar meşhur, kasabanın en görkemli binası, üç katlı Sefa Otel ve Kıraathanesi yükseliyor. Sahibi Samanoğulları diye anılan bir aileden Beysefa Efendi. Vaktiyle geniş arazileri, değirmenleri, şimdi artık kullanılmayan bir hanları varmış.

Beysefa Efendi kasabada uzun süre Belediye Başkanlığı, parti başkanlığı yapmış. Kısası devletin buradaki eli gibi bir şey. Kendi ölmüş adı kalmış yadigâr. Şimdi oteli oğulları işletiyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

2 Yorum

Yorum Ekle
  1. hakkatten bune amk