Basak Yaman Eroglu, Hasret Parl – Cehennemin Kizil Hakikati

Uzun bir ölüm sessizliğinin ardından Joseph Ragowski’den nihayet ses çıkmıştı. Bu ses, ne kulağa ne de duygulara hitap eden türdendi. “Şu halinize bir bakın,” dedi kendisini rüyasız uykusundan uyandıran beş büyücüyü mercek altına almış incelerken. “Hepiniz hortlak gibi görünüyorsunuz.” “Senin de pek iyi durumda olduğun söylenemez, Joe,” dedi Lili Saffro. “Rujuna ve göz kalemine bakılırsa seni mumyalayan kişi, işine oldukça ateşli bir hal katmış.” Ragowski hırıldadı. Elini yanağında gezdirirken şiddetli ölümünün üzerinde bıraktığı mide bulandırıcı solgunluğu örtmek adına kullanılan makyajın bir kısmı silindi. Alelacele mumyalandığı açıktı. Hamburg’un dış muhitlerinin olduğu taraftaki bir mezarlıkta aile anıt mezarına konmuştu. “Umarım bunca zahmete bana belden aşağı sataşmak için girmemişsinizdir,” dedi etrafa serpiştirilmiş kişisel eşyasını incelerken. “Yine de, etkilenmediğimi söyleyemeyeceğim. Bu büyü işi için saplantılı denilebilecek kadar dikkat gerektiren detaylara inilmiş.” Büyücülerin Ragowski’yi uyandırmak için kulandıkları N’guize büyüsü, ilk aybaşını gören bir kızın, ilk adet kanının enjekte edildiği, yedi saf beyaz güvercin yumurtasının, cesedi çevreleyen kaymaktaşından yapılmış on bir tasın içine, eşit bir şekilde kırılmasını gerektiriyordu, ki o tasların içinde birçok karmaşık bileşen daha vardı. Saflık, bu büyünün esas niteliğiydi.


Kuşlarda tek bir siyah leke bile olmamalıydı, âdet kanının taze olması gerekmekteydi ve siyah tebeşirle kaydedilmiş iki bin yedi yüz dokuz ayrı şey, tasların üzerinden başlayarak ortada yatan, hayata döndürülecek cesede kadar dairesel bir hareketle doğru sırada yerleştirilerek yazılmalıydı. Ne silmeye ne düzeltmeye ne de molaya yer vardı. “Bu senin işin, değil mi Elizabeth?” diye sordu Ragowski. Büyücülerden en yaşlısı Elizabeth Kottlove’ın büyüleri en karmaşık ve istikrarsız muhafazalara dayanan yetenekleri, hem iştahını hem de on yıllardır uyku yüzü görmemiş gibi görünen o yüzünü saklayabilecek kadar bol değildi anlaşılan. Başını salladı. “Evet,” diye cevapladı. “Sana ihtiyacımız var, Joey.” “Bana böyle demeyeli uzun zaman olmuştu,” dedi Ragows-ki. “Ve bu ismi beni becerirken kullanırdın. Buraya beni becermeye mi çağırdın yoksa?” Kottlove, büyücü dostlarına -Lili Saffro, Yashar Heyadat, Arnold Poltash ve Theodore Felixson- kısa bir bakış fırlattığında artık kimsenin Ragowski’nin hakaretlerinden zevk alır halde olmadıklarını gördü. “Gördüğüm kadarıyla ölüm, o sivri dilinden bir şey eksilte-memiş,” diye cevapladı. “Lanet olsun! Hadi ama,” dedi Poltash. “En başından beri problem buydu! Yaptığımız ya da yapmadığımız, sahip olduğumuz veya olmadığımız hiçbir şeyin bir önemi yok.” Başını iki yana salladı. “Birbirimizi saf dşı bırakmak adına boşa harcadığımız onca zaman -hep beraber çalışabilme ihtimalimiz varken hem de- ağlamak istememe sebep oluyor.

” “Sen istersen ağlayabilirsin,” dedi Theodore Felixson. “Ben savaşacağım.” “Evet. Lütfen. Bizi gözyaşlarından uzak tut, Amold,” dedi Lili. Sol bacağı olmadığı için diğerlerinin arasında oturan tek kişi oydu. “Hepimiz bir şeyleri değiştirmek için buradayız-” “Lili, tatlım,” diye araya girdi Ragowski, “artık eskisi gibi olmadığını fark etmemem elde değil. Bacağına ne oldu?” “Aslında,” diye yanıtladı Lili, “şanslıydım. Beni neredeyse ele geçiriyordu, Joseph.” “Nasıl, o mu? Bana onun hâlâ durdurulmadığını mı söylüyorsun?” “Biz nesli tükenen bir soyuz, Joseph,” dedi Poltash. “Türümüz tehlikede.” “Çember’den geriye kaç kişi kaldı?” diye sordu Joseph, sesindeki panik çok net hissediliyordu. Beşi birbirine tereddütlü bakışlar fırlatırken bir sessizlik oldu. Sessizliği bozan Kottlove’dı. “Kalan herkes burada,” dedi kaymaktaşından yapılmış taslardan birine ve içindeki kanlı karışıma bakarken.

“Siz mi? Beş kişi? Olamaz.” Sesindeki ve davranışındaki tüm o iğneleme ve küçük kelime oyunları yok olmuştu. Mum-yalayıcının parlak boyaları bile Ragowski’nin yüzündeki korku dolu ifadeyi hafifletememişti. “Ne kadar zamandır ölüyüm?” “Üç yıldır,” dedi Kottlove. “Şaka yapıyor olmalısınız. Bu nasıl mümkün olabilir?” dedi Ragowski. “Tek başına Yüksek Çember’de bile iki yüz yetmiş bir kişi vardı!” “Evet,” dedi Heyadat. “Hatta o sayı, aramızda sadece bilinmek isteyenleri temsil ediyor. Çember’lerin dışında kaç kişi kaldığının bir kaydı bile yok. Yüzlerce? Binlerce belki?” “Gidenlerin sahip olduklarıyla ilgili de hiçbir bilgi yok,” dedi Lili. “Elimizde bir liste vardı ve-” “O liste bile tam değildi ki,” dedi Poltash. “Hepimizin gizli tuttuğu malı mülkü var. Onların da olduğundan eminim.” “Ah… Çok doğru,” dedi Felixson. “Beş… ” dedi Ragowski başını sallayarak.

“Neden kafa kafaya verip onu durduracak bir yol bulamadınız ki?” “Seni geri getirmede bunca sorun yaşamamızın sebebi de bu,” dedi Heyadat. “İnan bana, hiçbirimiz bunu isteyerek yapmadık. O piçi yakalamaya uğraşmadığımızı mı sanıyorsun? Öyle bir uğraştık ki… Ama lanet şeytanın zekâsı-” “Her seferinde zekâsını ikiye katlıyor,” diye devam etti Kottlove. “Bir bakıma gururunun okşanması lazım. Seni erken aldı çünkü dersine iyi çalışmıştı. Hepimizi onun karşısında birleştirecek tek kişinin sen olduğunun çok iyi farkındaydı.” “Öldüğünde, kavga eden küçük çocuklar gibi tartışıp birbirimizi suçladık,” diyerek iç çekti Poltash. “Her birimizi teker teker alıp götürdü, dünyanın herhangi bir yerinde aniden beliriveriyor, bir sonraki darbenin nereden geleceğini tahmin etmemize imkân tanımıyordu. Bir sürü insan, kimsenin ruhu duymadan ortadan yok oldu. Genellikle olanları birkaç ay sonrasında duyabiliyorduk. Hatta bazen bir yılı bulabiliyordu. Kayıplar şans eseri fark ediliyordu. Birisiyle bağlantıya geçmeye çalışıyorsun, bir bakıyorsun ki evi satılmış, yakılıp yıkılmış ya da öylece çürümeye bırakılmış. Bizzat kendim bu şekilde birkaç yer ziyaret ettim. Brander’ın Bali’deki evini hatırladın mı? Oraya gittim.

Peki ya Doktor Biganzoli’nin Roma’nın dışındaki mekânını? Oraya da gittim. Yağmaya dair hiçbir işaret yoktu. Bölge halkı, evlerde oturanlar hakkında duydukları şeylerden dolayı evler boş olsa dahi, iki eve de adım atmayacak kadar korkmuşlardı.” “Ne buldun peki?” dedi Ragowski. Poltash devam ederken bir sigara çıkarıp yaktı. Elleri titriyordu, çakmağı tuttuğu elini sabitlemesi için Kottlove’ın yardımı gerekti. “Büyü değerine sahip her şey ortadan kaybolmuştu. Bran-der ’ın müzik kitapları, Biganzoli’nin Vatikan Şüpheli Metinleri. En gereksiz din karşıtı kitapçıklar bile uçup gitmişti. Raflar çırılçıplaktı. Brander’ın karşı koymaya çalıştığı aşikârdı; mutfakta, her yerde kan izleri-” “Tüm bunları tekrar hatırlamamıza şu an gerek var mı?” dedi Heyadat. “Tüm bu hikâyelerin nasıl bittiğini hepimiz biliyoruz.” “Oldukça hoş karşılanan bir ölümden ruhlarınızı kurtarayım diye uyandırıldım,” dedi Ragowski. “En azından gerçekleri duymaya hakkım olduğunu düşünüyorum. Arnold, devam et.

” “Pekâlâ, kan taze değildi. Oldukça fazlaydı, evet ama ben gitmeden birkaç ay önce kuruduğu belliydi.” “Biganzoli’de de durum aynı mıydı peki?” diye sordu Ra-gowski. “Biganzoli’nin evi ben gittiğimde hâlâ mühürlüydü. Uzun bir tatile çıkmış gibi kepenkleri kapalı, kapıları kilitli olmasına rağmen kendisi hâlâ içerideydi. Çalışma odasında buldum onu. O -Tanrım, Joseph, tavana zincirlenmiş sallanıyordu. Zincirlerin ucunda etine geçmiş kancalar vardı. O kadar sıcaktı ki… Tahminimce, o kuru sıcakta en kötü altı ay boyunca o şekilde beklemişti. Vücudu artık bembeyaz olmuş, adeta pörsümüştü. Fakat yüzündeki o ifade, ancak ceset kururken ağzının çevresindeki etin geriye çekilmesiyle oluşabilirdi, ah Tanrım, çığlıklar içinde ölmüş gibi bir hali vardı.” Ragowski önünde duran yüzleri inceledi. “Yani, siz kendi dava kavganızı sürdürürken şeytan, yüzlerce hayatı sonlandırıp gezegendeki en önemli büyücülerin zihinlerini yağmaladı, öyle mi?” “Özet olarak mı?” diye sordu Poltash. “Aynen.” “Neden? Amacı ne ki? Onu öğrenebildiniz mi bari?” “Bizimkiyle aynı olduğunu düşünüyorum,” dedi Felixson.

“Güce sahip olup onu elde tutmak. Sadece antlaşmalarımızı, kara büyü kitaplarımızı, parşömen tomarlarımızı almamış. Cüppeler, tılsımlarımız, muskalarımız, hepsi-” “Şşş,” dedi Ragowski aniden. “Dinleyin.” Önce, herkes susunca derin bir sessizlik oldu, hemen ardından uzaktan kasvetli bir zil sesi kulaklara çalınmaya başladı. “İsa aşkına,” dedi Lili. “Bu onun zili.” Ölü adam güldü. “İşte, buldu sizi.” Çoktan ölmüş olan Ragowski dışında tüm grup, hiçbiri aynı dilde olmayan onca duayı, karşı çıkışı, yalvarışı dudaklarından sel gibi akıtmaya başladı. “Bana hediye ettiğiniz bu ikinci hayat için çok sağ olun dostlar,” dedi Ragowski. “İki kere ölmenin zevkini çok az insan yaşayabilir, özellikle de cellâdı yine aynı kişi olacaksa.” Ragowski tabutundan dışarı çıktı. Kaymaktaşı taslardan bir tanesini tekmeleyip devirdikten sonra büyülü dairenin etrafında saat yönünün tersine doğru yürümeye başladı. Kırılmış yumurtalar, âdet kanı ve her biri hayati değer taşıyan N’gui-ze büyüsünün bileşen bileşen maddeleriyle dolu tüm karışım yerdeydi.

Taslardan biri yuvarlanıp anıt mezarın duvarlarından birine şiddetle çarpana kadar hareketine devam etti. “Bu son yaptığın oldukça çocukcaydı,” dedi Kottlove. “İsa aşkına,” dedi Poltash. “Çan sesi gittikçe yaklaşıyor.” “Bize yardım edip hepimizi koruman için her birimiz aramızdaki kavgayı bitirdik,” diye bağırdı Felixson. “Tek seçeneğimiz teslimiyet olmamalı! Böyle bir şeyi kabul etmiyorum.” “O barışma işini oldukça geç halletmişsiniz,” dedi Ragows-ki ayağıyla yerdeki kırık kapları toz haline getirirken. “Burada bilgilerini birbiriyle paylaşacak yaklaşık elli kişi olsaydı eğer, o zaman tutunacak bir umut dalımız kalırdı belki. Fakat mevcut durumun gösterdiği üzere, sayınız çok yetersiz.” “Yetersiz mi? Yanında yardımcıları da mı var demek istiyorsun?” diye sordu Heyadat. “Ah, Tanrım! Ölümün donukluğundan mı, yoksa geçen bunca yılın etkisiden mi bilemiyorum ama ciddi anlamda bu kadar aptal olduğunuzu hatırlamıyorum. Bu iblis, sayısız zihnin erdemini çekip içine hapsetmiş. Desteğe falan ihtiyacı yok. Var olan hiçbir büyü onu durduramaz lafının nesini anlamıyordunuz?” “Hayır, bu doğru olamaz!” diye çığlık attı Felixson. “Bu umutsuz gerçeği üç sene öncesinde de söylemiş olabilirdim fakat tabii o dönem, zamansız vefatımın gerçekleşmediği zamanlardandı, Kardeş Theodore.

” “Dağılmamız lazım!” dedi Heyadat. “Herkes ayrı bir yöne gitmeli. Ben Paris’e-” “Dinlemiyorsun Yashar. Artık çok geç,” dedi Rakowski. “Ondan saklanmanın bir yolu yok. Kanıtı benim.” “Haklısın,” dedi Heyadat. “Paris fazla göz önünde. Daha uzak bir yer olmalı, mesela-” Heyadat panik içinde planlarını sıralarken Elizabeth Kottlo-ve kendi durumunu kabullenmiş, kalan zamanı Ragowski’yle sohbet tadında bir konuşma yaparak geçirmeye karar vermişti. “Cesedini Phemestrion Tapınağı’nda bulduklarını söylemişlerdi. Senin gidebileceğin bir yer gibi gelmemişti bana, Jo-seph. Seni oraya götüren o muydu?” Ragowski durup ona baktı ve ardından, “Hayır. Orası benim saklanmak için seçtiğim bir yerdi aslında. Sunağın arkasında bir oda vardı. Küçük.

Karanlık. Ben… kendime göre oldukça güvendeydim,” dedi. “Tabii yine de seni bulmayı başardı.” Ragowski başıyla onayladı. Ardından ses tonundaki laubaliliği ve küstahlığı korumaya çalışarak şunu sordu: “Nasıl görünüyordum?” “Ben orada değildim fakat herkesin dediğine göre dehşet verici bir durumdaymışsın. O minik, saklambaç köşende bırakmayı tercih etmiş seni, kancaları hâlâ üzerindeymiş.” “El yazması müsveddelerinin yerlerini söyledin mi ona peki?” diye sordu Poltash. “Makat deliğime saplanmış o kanca, midemi bağırsaklarıma doğru çekerken mi? Evet, Arnold, söyledim. Kapana kısılmış bir sıçan gibi cırlıyordum. Ardından kancanın bağlı olduğu zincir, bağırsaklarımı dışarı dökerken o, evime kadar gitti ve saklı olan her şeyi bulup geri döndü. O süre zarfında ölmeyi o kadar fazla istemiştim ki, canımı alması için ona kalan tüm gücümle yalvardığımı hâlâ hatırlıyorum. Benden istemediği bilgileri bile ayaklarına serdim. Ölüm tek istediğim şeydi, onca işkenceden sonra ne mutlu ki gelebildi. Hayatımda gerçekleştiğine daha fazla minnettar olduğum başka bir şey olmamıştı.” “Hadi be!” diye bağırdı F elixson.

“Şu saçmalıkları dinler-kenki halinize bir bakın! Bu orospu çocuğunu belli cevapları alabilmek için dirilttik, kahrolası korkuhikâyelerini onunla beraber hatırlamak için değil.” “Cevap mı istiyorsun?!” diye patladı Ragowski. “Al bakalım. Bir parça kâğıt bul ve sahip olduğun bütün kara büyü kitaplarının, el kitapçıklarının, büyülü eşyalarının yerlerini bir bir yazmaya başla. İstediği bilgiyi er ya da geç alacak. Sen, Lili -Sanderegger’in Zulümleri’nin tek bilinen kopyası sendeydi, değil mi?” “Olabilir-” “Lanet olsun, kadın!” dedi Poltash. “Adam yardım etmeye çalışıyor.” “Evet. Bende,” diye cevapladı Lili Saffro. “Annemin tabutunun altında gömülü, güvende.” “Yaz o zaman. Mezarlığın adresi. Haritadaki yeri. Elinden geliyorsa detaylı, lanet olası mavi bir kopya çiz. Bulmasını kolaylaştır işte.

Umalım da bunun karşılığını versin.” “Kâğıdım yok,” dedi Heyadat, gittikçe tizleşerek çocuksu bir ton alan korku dolu sesiyle. “Biri bana bir parça kâğıt versin!” “Al,” dedi Elizabeth, cebinden çıkardığı adres defterinden bir parça kopartarak. Poltash, anıt mezarın mermer duvarlarını altında masa olarak kullandığı bir zarfın üzerine bir şeyler yazmaktaydı. “Bu yaptığımız işlemin, beyinlerimizin suyunu sıkılmasından bizi nasıl kurtaracağını aklım almıyor,” dedi öfke içinde kâğıda çiziktirmeye devam ederken. “Kurtarmayacak, Amold. Bu yaptığınız bir teslim olma jesti diyelim. Hiçbirimizin hayatlarında pek de alışkın olduğu bir şey değil yani. Fakat yine de -ki buna bir garanti vermediğimi belirteyim- bir ihtimal işe yarayabilir.” “Tanrı aşkına!” dedi Heyadat. “Çatlakların arasından bir ışık görüyorum.” Büyücüler, üstünde uğraştıkları kâğıtlardan başlarını kaldırarak ne demek istediğini görmeye çalıştılar. Anıt mezarın diğer ucunda, mermer blokların arasındaki çatlakları delip geçen soğuk, mavi bir ışık görünmekteydi. “Ziyaretçimizin eli kulağında,” dedi Ragowski. “Elizabeth, tatlım?” “Joseph?” dedi kadın, hararetle devam ettiği yazısından başını kaldırmadan.

“Beni serbest bırakabilir misin lütfen?” “Bir dakika. Yazdıklarımı bitirmeme izin verir misin?” “Serbest bırak beni lanet kadın!” diye bağırdı. “Geldiğinde burada olmak istemiyorum. O dehşet yüzünü bir kere daha görmek istemiyorum!” “Sabret, Joseph,” dedi Poltash. “Verdiğin nasihatı uyguluyoruz burada.” “Biri bana ölümümü geri verecek mi! Bunu bir kez daha yaşayamam! Dünyanın en kötü insanı bile bunu hak etmiyor!” Ortalama bir insan boyundaki devasa mermer bloklardan birisi duvardan ayrılarak öne doğra ilerlerken gittikçe büyüyen ışık huzmesine sağır edici bir ses de eklenmişti. İlk blok duvardan tahminen otuz santim ayrıklıktan sonra, bu sefer de sol altındaki ikinci blok hareket etmeye başladı. Yine ilkinin sağ üstündeki taş birkaç saniye içinde diğerlerinin ardından kendi vardiyasına başladı. Bu çözülmeyi başlatan gümüş-mavi ışık huzmeleri, girebilecekleri küçücük bir çatlağı bile affetmiyordu. Kendisini hayata döndürenlerin şimdi kıllarını kıpırdatmamalarına öfkeden kuduran Ragowski, Kottlove’ın büyüsünün kalanını tek başına devam ettirmeye karar verdi. Kaymaktaşı tasları kapıp dağılmakta olan duvara doğru fırlattı. Ardından, içinde gömüldüğü ceketi üzerinden çıkartıp diz üstü çöktü ve Kottlove’ın kusursuz bir spiral oluşturarak yazdığı sayıları ceketiyle silmeye başladı. Ölü olmasına rağmen yaptığı işin verdiği hararetle kaşlarının üzerinde küçük damlacıklar oluşuyordu. Kendi ölü bedeninin sıvılarıyla karışmış mumyalama ilacının yarattığı koyu, yoğun sıvı, alnından akıp yere damlıyordu. Fakat diriltmeyi tersine döndürmeye çalışmasının bedelini ödeyecekti.

Parmak uçlarından başlayan sıcak uyuşma hissi, kollarına ve bacaklarına yayılmaya başladı, gözlerinin ve sinüslerinin arkasına doğru ilerleyen ağırlık artarken kafatasının yarı erimiş sıvıları, yer çekiminin hükmüne itaat ediyordu. Yapmaya çalıştığı işten kafasını kaldırıp şöyle bir etrafına baktığında beş büyücüyü birden, zil çalmadan önce hayati önem taşıyan sınavlarını yetiştirmeye çalışan okul öğrencileri gibi hararetle yazmaya devam ederken gördü. Tabii aradaki fark şuydu: Yenilginin bedeli, kötü nottan çok daha ağır olacaktı. Ragowski’nin gözleri, çırpınan beş kişinin bulunduğu bölgeden duvara doğru kaydı. Artık altı blok da hareket halindeydi. Bu altı bloktan ilki, duvarın ardından gelen basınca dayanamayarak sonunda yere düştü. Soğuk ışık demeti, yere düşen mermer bloğun havada asılı kalan çimento tozunu delip geçerek karşı duvara kadar ulaştı. İkinci bloksa öngörülebileceği gibi ondan birkaç saniye sonra yerdeydi. Theodore Felixson bir yandan bir şeyler yazıp diğer yandan yüksek sesle dua ediyor olsa da dualarının bir yere ulaşıp ulaşmadığı muallaktaydı. “Güç şenindir, Karar senin. Al ruhumu Tanrım. Şekillendir ve kullan, bu ruh senin. Zayıfım ben, Tanrım. Korku dolu-” “Şu an ihtiyacımız olan şey, bir başka ‘Tanrı’ değil,” dedi Eli-zabeth. “Tanrıça daha iyi olur.

” Bu sözlerin ardından kendi yakarışı başladı. “Göğüslerinde bal taşıyan ulu Neetha, Kızın gör beni, ki ben de emzireyim-” Bu esnada Felixson kendi duasına devam etmekteydi: “Kurtar beni Tanrım, Korku ve karanlıktan. Bastır beni hızla Kalbine, Tanrım-” Heyadat, bu yalvarma yarışına sadece kendi boyutlarındaki başka bir adamın çıkarabileceği bir sesle kükreyerek ara verdi. “Hayatımda çıplaklığını bu derece gözler önüne seren bir riyakârlık görmedim. Siz ikiniz, kendi aç gözlülüğünüz dışında başka neye böyle büyük bir inanç gösterdiniz ki bugüne kadar? Eğer iblis sizi şu an duyuyorsa eminim ki kahkahalara boğulmaktan içeri giremiyordur.” “Yanılıyorsun,” dedi ışığın geldiği yönden duyulan bir ses. Kendi içinde önemsiz gibi gelen bu kelime, duvarın şartlı teslimiyetini hızladırmıştı. Aynı anda yerdeki enkaza karışan iki bloğun ardından, üç blok daha yerlerinden oynamaya başladı. Gizemli konuşmacı, büyücülere seslenmeye devam etti. Soğuk bir ciddiyet taşıyan o ses, o buz gibi güçlü ışık demetine bile tropikal bir hava vermişti. “Çürüyen etlerin kokusunu alıyorum,” dedi iblis. “Telaşın kokusuna karışmışlar. Birileri ölü diriltmeye girişmiş.” Artık o kadar fazla blok yere düşmüştü ki, duvarda ortalama boyutta bir insanın geçebileceği kadar yer açılmıştı; deliğin üçte birini kapatan birikmiş enkazı saymazsak tabii. Ne var ki girişini yapmak üzere olan şey için bu tür problemler devede kulaktı.

“Ovat Porak,” der demez emri yerine getirildi. Söyleneni ikiletmeyen “enkaz”, tek bir kalp atış süresinde ortadan ikiye ayrıldı. Havadaki çimento tozu bile onun için temizlenerek kendisine yol açmıştı. Böylece, önünde hiçbir engel kalmayan Senobit, altı büyücünün huzuruna çıktı. Uzundu, büyücülerin bir zayıflık bulmak adına ciltledikleri, bilinen iblislerin resimlenip anlatıldığı kitaplardaki haline oldukça benziyordu. Tek bir zayıflığını dahi bulamamış oldukları Senobit, işte tam karşılarındaydı. Onu bu hale getiren korkunç büyüler, kendisini değiştirmeden önce olduğu adamın izlerini bariz bir şekilde taşıyordu, görüntüsünde kolayca fark edilebilecek insani izler mevcuttu. Eti neredeyse tamamen beyaz, saçsız kafatası enine ve boyuna derin, ri-tüalistik çiziklerle çevriliydi ve izlerin birleşme noktalarında kansız etini geçerek kafatasına saplanmış birer çivi bulunuyordu. Çiviler bir zamanlar parlak ve sağlıklı olabilirdi belki fakat yılların etkisiyle cansızlaşmıştı. Çivilerin kendilerine has bir zarafeti kalmamıştı artık belki, fakat iblisin başının duruş şekli, dünyaya bıkkın bir küçümsemeyle bakıyorcasına mağrurdu. Geriye kalan kurbanlar için ne tür bir işkence yöntemi düşündüyse de -ki kendisinin acı üzerine olan bilgisi, üstüne üstlük bu bilgiyi kullanım yöntemleri, Engizisyon Mahkemesi üyelerini bile okul bahçesi kabadayılarından daha sert gösteremezdi- içlerinden herhangi birinin uzun süredir duyulmamış Pinhead 1 takma adını ağzından kaçırma durumunda bu yöntemin daha da ağır bir hal alacağı kesindi. Dış görünüşünün devamına gelince, bin yıldır ağaçlara ve daha bir çok yere kazınıp durulan o şeytani kayıtlardaki resmedilmiş suretine oldukça benzemekteydi: Eteği yerleri süpüren siyah bir cüppe, boncuk boncuk kan damlalarını sergileyen kaslarının arasından çıktığı yüzülmüş deri parçaları ve cüppenin kumaşıyla beraber dokunmuş derisi. Bu lanetlenmiş ruhla ilgili çeşitli tartışmalar mevcuttu. Bazıları onun birçok insan hayatı süresi boyunca yaşamış tek bir adam olduğuna inanıyor, bazıları ise şeytana yöneliş aşamasında ruhları taşıyamayacak kadar yorulan taşıyıcının, her pes edişinde yaraların ve çivilerin başka bir ruha geçtiğini iddia ediyordu. Önlerindeki iblise baktıklarında, her iki inanışın da kanıtlarını görebiliyorlardı.

Çok uzun süredir yaşıyor gibi görünüyordu, iki adet mor ve damarlı göletin içine yerleşmiş gibi duran gözleri, istikrarlı, fakat ağır yürüyüşü… Kemerinden sarkan o eşyalar -bir adet ampütasyon testeresi, cerrahi matkap, minik bir heykeltıraş kalemi ve üç adet gümüş şırınga- bir mezbaha işçisinin zincirden zırhı gibi görünüyordu, eşyaların her biri kan içindeydi: Yorgunluğunun onu acı vermekten alıkoyamadığının somut bir teyidi gibiydi bu manzara. Kendisiyle beraber sinekleri de getirmişti. Binlerce şişman, karasineğin birçoğu, bel kısmının etrafında duran aletlere konup konup uçuyordu. İnsan eti festivalinden paylarını almayı bekliyor gibiydiler. Dünyadaki sineklerin en az dört-beş katı büyüklerdi ve vızıltıları anıt mezarın her bir köşesine yayılmıştı. İblis duraksayarak merak dolu bakışlarıyla Ragowski’yi süzdü. “Joseph Ragowski,” dedi Senobit. “Senin can çekişmen oldukça tatlıydı. Fakat oldukça erken ölmüştün. Seni burada ayakta görmek ne büyük bir zevk.” Ragovvski kaskatı kesikli. “Yapabileceğinin en iyisini yap, iblis.” “»enin beynini ikinci kez yağmalamaya ihtiyacım yok.” Kafasını çevirip tir tir titreyen beş büyücüye baktı. “Bir şeylerin öcünü almaktansa kapanışı yeğlerim.

Tüm büyüleri enine boyuna biliyorum. En uç noktalarına kadar araştırdım ve gerçek bir düşünürün beynini kazabilme eylemine nadiren – fazlasıyla nadiren- erişebildim. Eğer Whitehead’in dediği gibi, bütün felsefe Plato’nun dipnotlarına dayanıyorsa bütün büyüler de on iki büyük metninkine dayanıyor. Artık benim olan metinlere.” İblisin konuşmasını dağıtacak kadar hızlı nefes alıp vermeye başlayan Lili Saffro, içi karmakarışık olan çantasında, delirmiş gibi bir şeyler aramaya başladı. “İlaçlarım. Ah, İsa aşkına, Tanrım -ilaçlarım nerede?” Korkuyla hareket ederken elindeki çantayı yere düşürdü ve içindeki her şey dört bir köşeye dağılıverdi. Dizlerinin üzerine eğilip şişeyi bulduğunda, etrafında olan biten her şeyi unutmuşçasına içinden aldıklarını ağzına tıkıştırmaya başladı. Koca beyaz tabletleri şeker gibi çiğneyerek yutarken eğildiği yerde bir eliyle sıkı sıkı çantasına yapışmış, diğeriyle kalbini tutarak derin nefesler alıyordu. Felixson, onun bu panik patlamasını göz ardı ederek konuştu. “Bende dört adet kasa var,” dedi iblise. “Nerede olduklarını ve şifrelerini bir kâğıda yazdım. Eğer yorulmak istemezsen senin için gidip getirebilirim. İstersen benimle de gelebilirsin. Büyük bir ev.

Hoşuna gidebilir. Bana on sekiz milyon dolara patlamıştı. Erkek kardeşlerin de dahil hepinize kapım sonuna kadar açık.” “Erkek kardeşlerim mi?” diye sordu Senobit. “Özür dilerim. Senin türünden olan kız kardeşlerin de vardı tabii. Onu unutmuşum. Her neyse, hepinize yetecek kadar şeyim olduğundan eminim. Büyülü metinlerin hepsine sahip olduğunu söylediğini biliyorum fakat bende birkaç tane, çok iyi durumda, ilk baskılardan var. Çoğu neredeyse mükemmel durumda.” İblis buna cevap veremeden Heyadat araya girdi. “Lord hazretleri. Ya da ‘Majesteleri’ mi demeliyim? Kutsal Varlık-” “Efendiniz.” “Bir… bir köpek gibi mi?” dedi Heyadat. “Aynen,” dedi Felixson, iblisi memnun etmeyi umutsuzca dileyerek.

“Eğer köpek olduğumuzu söylüyorsa köpeğizdir.” “Güzel başlangıç,” dedi iblis. “Fakat bunları söylemesi kolay. Eğil, köpek.” Felixson bu sözlerin lafta olduğunu umarak bir süre beklese de öyle değildi. “Eğil dedim,” diye uyardı Senobit. Felixson diz çökerken iblis devam etti. “Ve soyun. Köpeklerin giysileri yoktur.” “Ah … Doğru. Tabii ya. Soyunayım.” Felixson soyunmaya başladı. “Ve sen,” dedi şeytan, solgun parmağını Kottlove’a yönelterek. “Onun kevaşesi ol.

Soyunup ellerinin ve dizlerinin üzerine çöküyorsun, hadi hızlı.” Kadın, ikinci bir telkine gerek kalmadan bluzunun düğmelerini açmaya başlamıştı ki, “Dur,” dedi iblis ve aletlerdeki sinekler kanlarla kaplı akşam yemeklerini bırakıp onunla beraber uçuşurken kadına doğru yürümeye başladı. Elizabeth kaçmaya çalışsa da iblisin uzanıp elini kadının göbeğine koyması onu zorlamamıştı. “Kaç kürtaj geçirdin sen böyle kadın? Ben on bir tane sayıyorum.” “Do-doğru söylüyorsunuz,” diye kekeledi. “Çoğu rahim böyle bir kabalıktan sağ çıkamaz.” O yumruğunu sıkarken Elizabeth zar zor duyulabilecek bir nefes verdi. “Yine de senin bu yaşına rağmen, hırpalanmış rahminin gerçek görevini yerine getirmesini sağlayabilirim diye-” “Hayır,” dedi Elizabeth reddetmekten daha çok inanamı-yormuş gibi bir tonla. “Yapamazsın.” “Çocuk yakın zamanda burada olur.” Elizabeth’in dili tutulmuştu. Sanki iblisin kendisine acımasını sağlayabilirmiş gibi dik dik kendisine bakmaktan başka bir şey yapamıyordu. “Şimdi,” dedi iblis, “iyi bir kahpe ol ve dört ayağının üzerine çök.” “Bir şey söyleyebilir miyim?” dedi Poltash. “Deneyebilirsin.

” “Ben… ben oldukça işine yarayabilirim. Demek istediğim, etki çemberim buradan New York’a kadar uzanıyor.” “Önerini duyayım?” “Şunu diyorum, yüksek makamlardaki pozisyonlarını bana borçlu olan birçok kişi tanıyorum. Tek bir telefon görüşmesiyle adamları senin emrine sunabilirim. Büyü gücüyle ilgili bir şey değil, biliyorum ama onunla ilgili ihtiyacın olan her şeye sahipsin zaten.” “Karşılığında ne talep ediyorsun?” “Yalnızca hayatımı. Washington’dan buraya emrine istediğin isimleri say ve olmuş bil.” Senobit cevap vermedi. İlgisi, iç çamaşırlarıyla kalan Fe-lixson’un ve onun yanında utancını henüz yenememiş olan Elizabeth’in üzerindeydi hâlâ. “Soyun dedim!” diye çıkıştı iblis. “İkiniz de soyunun. Şu göbeğe bir bak, Elizabeth. Nasıl da sarkmış! O yorgun göğüslere ne demeli? Şimdi nasıl görünüyorlardır acaba?” Bluzundan arda kalanları, ardından da altındaki sütyeni çekip çıkardı. Göğüslerinin kuru keseleri gerçekten de yavaş yavaş doluyordu. “Bir doğum daha yapacaksın.

Bu seferki bebeğin, rahminden kazınarak çıkartılmayacak.” “Benim teklifim hakkında ne düşünüyorsun?” diye yineledi Poltash, iblisin ilgisi için adeta bir rekabet içme girmişti. Ancak iblisin cevabı henüz ağzından çıkmadan Heyadat araya girdi. “O bir yalancı,” diye çıkıştı. “Bir danışman olmaktan çok uzak biri, el falcısından öteye gidecek bir vizyonu yok.” “Kapa şu lanet çeneni, Heyadat!” dedi Poltash. Heyadat devam etti. “Aslına bakarsanız Washington’un, Si-dikaro adındaki o kadını tercih ettiğini biliyorum.” “Ah, evet. O kadından birkaç şey almıştım,” dedi iblis parmaklarıyla şakağına tıklatırken. “Aldığın şeyleri kendi türüne teslim ediyorsun, doğru mu?” diye sonlu Heyadat. “Acaba?” “Öyle olmalı, türünün diğer üyeleri-” “Benimle değiller.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir