Kat Martin, Basak Yaman Eroglu – Seytanin Kolyesi

Buluşma saatine çok az kalmıştı. Yatak odasına girip titreyen elleriyle kapıyı sessizce kapatırken Grace’in kalbi endişeyle atıyordu. Alt kattaki kabul salonundan, yaylı çalgılar dörtlüsünün oluşturduğu orkestradan çıkan müziğin sesi geliyordu. Küçük bir servet harcanan bu ev partisi annesinin, Grace’i sosyetenin yaşlı aristokratlarının gözüne sokmak için düzenlediği sayısız etkinlikten biriydi. Dayanabildiği kadar orada durmaya çalıştı. Annesinin misafirleriyle iç karartıcı sohbetler etmek için kendini zorladı ve sonra baş ağrısı bahanesiyle yukarı çıktı. Bu gece halletmesi gereken çok önemli bir iş vardı. Camın diğer tarafında kış rüzgârlarıyla savrulan yapraksız dallar pervaza çarparken, Grace uzun, beyaz eldivenlerini çıkardı. Avuçları terliyordu. Kararsızlık bir yılan gibi midesinde dolanıyordu ancak kendisine bir yol çizmişti ve şimdi geri dönmeyi reddediyordu. Bebek cildi yumuşaklığındaki terliklerini ayağından fırlattı ve aceleyle zili çalarak özel hizmetlisini çağırdı. Daha sonra boynundaki elmas ve inci karışımı kolyesinin klipsine uzandı. Elleri bir süre orada oyalandı, parmakları incilerin pürüzsüzlüğüyle elmasların keskin yüzeyinde tek tek dolaştı. Kolye, en yakın arkadaşı olan Bran Kontesi Victoria Baston’ın hediyesiydi. Grace’in sahip olduğu en değerli şeydi.


“Beni mi çağırdınız efendim?” diye sordu Phoebe Blo-om. Biraz sersem olsa da çok iyi bir kalbe sahipti. Önce kapıdan siyah saçlı başını uzattı, sonra aceleyle içeri girdi. “Biraz yardıma ihtiyacım var Phoebe, sen de istersen tabii.” “Tabii ki, hanımefendi.” Elbisesini çıkarması uzun sürmedi. Grace genç kızı gergin gülücükleriyle idare etti, kapitone sabahlığını giydi ve Phoebe’ye gecenin kalanı için izin verdi. Müzik sesleri gelmeye devam ediyordu. Görevini tamamlayıp eve dönene kadar yokluğunu kimsenin fark etmemesi için dua etti. Phoebe kapıyı kapatır kapatmaz Grace sabahlığının kuşağını çözdü ve gri yünden basit bir elbise giydi. Biri şifonyerin üstünde, diğeri yatağın yanında olan lambayı söndürüp odayı karanlıkta bıraktı. Annesinin şans eseri odaya gelip kendisini kontrol etme ihtimaline karşılık örtünün altını yastıkla doldurdu, pelerinini kaptığı gibi omuzlarına geçirdi. Kapıya doğru yönelirken çantasını aldı. Büyük teyzesi Matilda Crenshaw’dan -kendisi aynı zamanda Barones Humphrey olur- ödünç aldığı paradan dolayı çanta bayağı ağırdı. Parayla birlikte hafta sonunda kuzeye doğru hareket edecek posta vapuru için alınmış bir bilet de vardı.

Grace kestane rengi saçlarını gizlemek için pelerininin başlığını kafasına geçirdi; koridoru, ıssız olduğundan emin olmak için kontrol etti ve daha sonra hizmetkârların merdivenlerinden sıvışarak bahçeye açılan arka kapıdan evi terk etti. Brook Caddesi’ne ulaşıp, yolcu arabalarından birini durdurup koltuğa oturduğunda kalbi gümbür gümbür atıyordu; sinirleriyse kopma noktasına gelmişti. “The Hare andFox Meyhanesi’ne gidelim lütfen,” dedi sürücüye, sesindeki titremeyi duymadığını umarak. “Covent Garden civarında olmalıydı, değil mi hanımefendi?” “Evet, orada.” İhtiyacı olan bilgileri elde etmek için tuttuğu adamın söylediğine göre, küçük ve ayakaltmda olmayan bir yerdi. Araba karanlık Londra caddelerinde yol alır, atın toynak sesleri Arnavut kaldırımlarda yankılanırken, yolculuk hiç bitmeyecek gibi gelse de, nihayet hanın tabelası göründü. “Burada beklemenizi istiyorum,” dedi Grace, arabacının avucuna bir miktar bozukluk bırakırken. “İçeride çok uzun kalmayacağım.” Uzun, gri sakallan olan kır saçlı sürücü başım salladı. “Öyle görünüyor, hanımefendi.” Grace, bir yandan pelerininin başlığının açılmamasına dikkat ediyor, bir yandan da içinden, umarım adam ben dönünceye kadar gitmez, diye dua ediyordu. Kendisine söylendiği gibi meyhanenin arka tarafından dolandı ve gıcırtılı tahta kapıyı açarak loş meyhaneye girdi. Mekânın alçak bir tavanı, büyük oymalı kirişleri ve harap olmuş tahta masaları vardı. İçeriye dumanlı bir hava hâkimdi. Kapkara olmuş şömineden kıvılcımlar yükseliyordu ve yakın bir masada sert görünümlü adamlar oturuyordu.

Odanın arka taraflarında uzun boylu ve iri kemikli başka bir adam daha vardı. Kalın bir pardösü giymişti ve geniş kenarlı fötr bir şapka takmıştı. Grace oraya doğru yürürken adam ayağa kalktı ve kendisine eşlik etmesini işaret etti. Genç kız yutkundu, cesaret verici derin bir nefes aldı ve meyhanedeki diğer adamların meraklı bakışlarını görmezden gelerek adamın teklif ettiği siyah deri sandalyeye oturdu. “Bu işi yapabileceğine emin misin?” diye sordu Grace. Adam sanki hakarete uğramış gibi yerinden doğruldu. “Jack Moody bir söz verdi mi ona güven. Ne için ödeme yaptıysan onu alacaksın.” Çantasının içindeki keseyi çıkarıp Jack Moody isimli adama uzatırken Grace’in eli titriyordu. İnce dudakları karanlık bir gülümsemeyle kıvrılan adam avucuna altın şilinleri boşalttı. “Kesenin içinde istediğin miktar var,” dedi Grace, yan masada oturan adamların cinsellik dolu şakalarını ve iğrenç kahkahalarını görmezden gelmeye çalışarak. Neyse ki çoğu içkilerine ve kendilerini eğlendiren meyhanenin diri kadınlarına odaklanmışlardı. Yağlı koyun eti kokusu Grace’in midesini bulandırdı. Böyle bir şeyi daha önce hiç yapmamıştı ve bir daha asla yapmayacağına yemin etti. Jack Moody paralan saydıktan sonra kesenin içine geri attı.

“Söylediğin gibi, tam da istediğim miktar.” Ayağa kalktı, yüzü kısmen şapkasının oluşturduğu gölgenin altına gizlenmişti. “Her şey planlandığı gibi gidiyor. Söz verdiğim gibi en kısa sürede bitecek. Adamın yarın sabah Londra’dan gitmiş olacak.” “Teşekkür ederim.” Jack keseyi kaldırıp paralan takırdattı. “İhtiyacım olan tek teşekkür bu.” Başıyla kapıyı işaret etti. “Gitsen iyi olur, ne kadar çok kalırsan başın o kadar çok belaya girer.” Grace hiçbir şey demeden ayağa kalktı ve kapıya temkinli bir bakış attı. “Sessizliğini korusan iyi edersin, genç bayan. Ağızlarım sıkı tutması gerekenler konuşunca fazla uzun yaşamıyorlar çünkü.” Bu üstü kapalı tehdit karşısında Grace’in tüm bedeni ürperdi. Jack Moody adını bir daha ağzına dahi almayacaktı.

Belli belirsiz bir baş hareketiyle anladığını belirtti, pelerinine iyice sarınıp kapıya doğru sessizce yürüdü. Dışarı çıktığında dar sokak karanlıktı ve bayat balık gibi kokuyordu. Botlarının altı çamur içinde kalmıştı. Elbisesinin ve pelerininin eteğini kaldırdı ve karanlığın içinde yolunu bulmaya çalıştı. Sürekli arkasından herhangi bir belanın gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Hanın önüne gelip de arabacıyı gördüğünde bedeni büyük bir rahatlamayla gevşedi. Evine yaptığı yolculuk, hana yaptığı yolculuktan daha uzun sürmüş gibi geldi. Bahçeye girdiğinde evin ışıkları hâlâ yanıyordu. Aceleyle hizmetçi merdivenlerini tırmandı, koridordan hızla geçti ve odasına girdi. Orkestra artık çalmıyordu fakat henüz partiyi terk etmemiş konukların kahkahaları yukarı kadar geliyordu. Grace bıkkınlıkla içini çekerken pelerinini çıkardı ve kapının yanındaki askıya astı. Bu haftanın sonunda, tek başına evden çıkacak, daha önce hiç tanışmamış olsalar da Leydi Humphrey’yi ziyaret etmek için Scarborough’a gidecekti. Bu geceki kaçış planı işe yararsa bu uzun yolculuk çok elverişli olacaktı. Ncvvgate Hapishanesi’ndeki vikont Forsythe’yi düşündü. Bvı adam küflü bir hücrede çürüyordu ve şafak vakti gerçekleşecek idamı için saatleri sayıyordu.

Grace suçlu olup olmadığını veya hapse girmeyi hak edip etmediğini bilmiyordu. Kimse aralarındaki ilişkiyi bilmese de vikont onun babasıydı ve ne olursa olsun tek bir gerçek vardı. O adam babasıydı ve kolay kolay onu ölüme terk etmeyi düşünmüyordu. Grace uzun bir süre tavana baktı ve umarım doğru şeyi yapmış imdir, diye Tanrı’ya dua etti. ıo Bir hafta sonra… “Onu gördüm Kaptan! Leydi Anne’i gördüm!” İkinci kaptanı Angus McShane’in yanında duran Kaptan Ethan Sharpe, kullanılmaktan aşınmış, pirinçten yapılma küçük dürbününü Angus’un işaret ettiği yere döndürdü. Zifiri karanlığın içinde olsalar bile dürbünün mercekleri geminin kıç tarafındaki pencerelerden süzülen ışığın parıltısını yakalamayı başarmıştı. Avını gözlemlediği sırada Ethan dürbünü parmakları arasında sıkıca tuttu. Buz gibi rüzgâr güvertede geziniyor, kalın siyah saçlarını dalgalandırıyor ve elmacık kemiklerini saran derisini uyuşturuyordu fakat Ethan hiçbirinin farkında değildi. Nihayet kurbanı görüş alanına girmişti ve hiçbir şey onu elinden alamazdı. “Geminin yönünü değiştirin Bay McShane. Leydi Afine ‘in önünü kesmek için rotayı belirleyin.” “Emredersiniz Kaptan.” Yaşlı İskoç, Ethan ilk gemisini yönettiğinden beri onun çalışanıydı. Ethan’m istediklerini yerine getirirken yaşlı denizci güvertede sal lana sallana ıı yürüyor ve mürettebata hararetle emirler yağdırıyordu. Yelkenler dalgalanmaya başladı ve sonra içine aldığı rüzgârla yeniden kabardı.

Deniz Şeytanı yön değiştirdi, büyük geminin kaburgası gıcırdadı ve nihayet uygun rotaya girip temiz bir şekilde yoluna devam etti. îki direkli yelkenli gemi seksen fit uzunluğunda, gösterişli ve hızlıydı. Denizaslanları geminin suda bıraktığı izi takip ederken Deniz Şeytanı hiç zorlanmadan dalgaların üstünden kayıyordu. Portsmouth’un en iyi tersanesinde, en kaliteli meşe odunundan yapılmıştı. Gulet tamamlandığında satın alacak miktarda parası kalmayan bir tüccar için hazırlanmıştı. Aslında hiç ihtiyacı olmadığı halde Ethan anında müdahale edip gemiyi akıl almaz bir fiyata satın aldı. Henüz kazandığı Belford Markisi unvanının sorumluluklarını üstlenmeden önce yapacağı son özel görevdi bu. Yapıldığını görünceye kadar rahat edemeyeceği son küçük kişisel meseleydi. Ethan’ın çenesi kasıldı. Deniz Şeytanı, sekiz yıl önce deniz kuvvetlerine ilişkin görevini bıraktığı ve İngiliz hükümetinin izniyle korsanlık yapmaya başladığı zamandan beri yönettiği ikinci gemiydi. O zamanlar kaptanlığını yaptığı Deniz Büyücüsü, bir adamın sahip olabileceği en iyi mürettebat tarafından idare ediliyordu. Şu an hiçbiri yoktu. Ya savaşta ölmüşlerdi ya da kokuşmuş Fransız hapishanelerinde. Gemi ise denizin derinliklerinde, buz gibi mezarında yatıyordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir