Brian Herbert – Dune Corrin Savasi

Makineler tahrip etmez. Yaratır, ama her zaman için kontrol edici elin ona hâkim olacak kadar güçlü olması gerekir. — RİVEGO Eski Yerküreli bir duvar resmi ustası Erasmus ölmekte olan ve umutsuz insanlar arasındaki ast üst düzenini büyüleyici, hatta eğlenceli buluyordu. Onların tepkileri deneysel sürecin bir parçasıydı ve ulaştığı sonuçların harcanan çabaya değdiğini düşünüyordu. Robot, gösterişli kızıl kaftanını savurarak Corrin’deki titizlikle organize edilmiş laboratuvarının koridorlarında dolaşıyordu. Bu giysi, kendisine daha fazla muhteşem ve asil bir görünüm vermek için geliştirdiği bir özentiden başka bir şey değildi. Ama ne yazık ki, kilitli hücrelerin içindeki kurbanlar onun bu inceliğine hiç önem vermiyor, yalnızca kendi acılarıyla uğraşıyorlardı. Bu konuda hiçbir şey yapılamazdı, çünkü dikkati kolayca dağılabilen insanoğlu, kendisini doğrudan etkilemeyen konulara yoğunlaşmakta hep zorluk çekerdi. Onlarca yıl önce oldukça verimli çalışan inşaat robotu ekipleri, yüksek kubbeli bu tesisi onun verdiği kesin talimatlara göre inşa etmişlerdi. İyi bir şekilde donatılmış sayısız oda -her biri tamamen yalıtılmış ve sterildi- Erasmus’un deneyleri için gereksinim duyduğu her şeyi içeriyordu. Bağımsız robot düzenli denetleme turlarını sürdürürken baş belası test deneklerinin yataklarına bağlanmış şekilde yattığı kilitli odaların pencerelerini geçti. Bazı türler retrovirüsün belirtilerini göstererek şimdiden paranoyak olup hezeyan geçirmeye başlamıştı, diğerleriyse iyiydi ve mantıklı nedenler yüzünden dehşet içindeydiler. Ustaca düzenlenmiş bu salgın hastalık üzerindeki testler artık neredeyse tamamlanmış durumdaydı. Sahip olduğu doğrudan öldürme oranı yüzde kırküçtü – mükemmel değildi, ama yine de bu, insanoğlunun kaydedilmiş tarihi içindeki en ölümcül viral organizmaydı. Gereken amaca hizmet edecekti ve üstelik Omnius daha fazlasını bekleyemezdi.


Kısa süre içinde bir şeylerin yapılması gerekiyordu. İnsanların düşünen makinelere karşı verdiği kutsal sefer, büyük bir tahribat ve dikkat dağınıklığıyla neredeyse yüz yıldır sürüyordu. Cihat Ordusunun sürekli gerçekleştirdiği fanatik saldırılar Senkronize imparatorluğa hesaplanması mümkün olmayan hasarlar vermiş, robot savaş gemilerini çeşitli ebedizihin kopyalarının inşa edebildiği hızla tahrip etmeyi başarmıştı. Omnius’un ilerleyişi bağışlanamayacak şekilde engellenmişti. Sonunda da Omnius bir çözüm istemişti. Doğrudan askeri çatışmalar etkili olmadığı için alternatifler aranmaya başlanmıştı. Örneğin, biyolojik salgın hastalıklar. Simülasyonlara göre, hızlı yayılan bir salgın hastalık muhteşem bir silah olabilir, insan nüfusunun -askeri güçleri de dâhil olmak üzere- silinmesine hizmet ederken, sahip oldukları altyapıları ve kaynaklarını zafer kazanmış düşünen makineler için sağlam bir şekilde bırakabilirdi. Özel bir şekilde tasarlanmış salgın bir hastalık seyrini sürdürürken Omnius da parçaları toplayarak sistemleri yeniden çalıştırabilirdi. Bu taktik konusunda Erasmus’un bazı çekinceleri de vardı, yeterince korkunç bir hastalığın bütün insanları yok etmesinden korkuyordu. Omnius insanların tamamen ortadan kaldırılmasından memnun olabilirdi, ama özerk robot böylesine kesin bir çözüm istemiyordu. Bu yaratıklarla hâlâ çok ilgileniyordu – özellikle de sefil köle ağıllarından alarak evlatlık edindiği Gilbertus Albans ile. Ayrıca tamamen bilimsel bir gözle bakıldığında, Erasmus’un laboratuvarları ve insan doğasıyla ilgili saha çalışmaları için yeterli organik materyale ihtiyacı vardı. Hepsi öldürülemezdi. Yalnızca çoğu.

Ama bu yaratıklar inanılmaz derecede esnektiler. En kötü salgın hastalığın bile türlerini tamamen yok edeceğinden kuşkuluydu. İnsanoğlu felaketlere uyum sağlama ve alışılmışın dışında yöntemler geliştirerek bu felaketlerin üstesinden gelme konusunda ilginç bir yeteneğe sahipti. Keşke düşünen makineler de aynı şeyi yapmayı öğrenebilselerdi. … Platin derili robot, gösterişli kaftanını düzelterek tesisin merkez odasına, dönek Tlulaxa esirinin mükemmel RNA retrovirüsünü ürettiği yere girdi. Düşünen makineler verimli ve kararlıydı, ama Omnius’un gazabını gerçekten yıkıcı bir eylem rotasına yönlendirebilmek için bozulmuş bir insanın hayal gücü gerekmişti. Hiçbir robot ya da bilgisayar, böylesine dehşet verici bir ölümü ve yıkımı tasarlayamazdı: Bu iş için kindar bir insanın hayal gücü gerekirdi. Bir biyoloji mühendisi ve genetikçi olan Rekur Van -ki artık Soylular Birliğinin her yerinde ona öfkeyle küfredilip lanetleniyordu- kolları ve bacakları olmadığı için yaşamdestek sisteminin içinde yalnızca başını oynatabiliyordu. Koruyucu bir soket, genetikçinin bedenini onu besleyip boşaltımını yapan borularına bağlıyordu. Erasmus, yakaladıktan kısa bir süre sonra adamı daha kolay idare edilebilir hale getirmek için uzuvlarını kestirmişti. Bu adam Gilbertus Albans’ın tam tersi olup kesinlikle güvenilmez biriydi. Robot, akışkanmetal yüzüne neşeli bir gülümseme yerleştirdi. “Günaydın, Güdük. Bugün yapacak çok işimiz var. Belki ilk test denemelerimizi bile bitirebiliriz.

” Tlulaxa’nın incecik yüzü her zamankinden daha sıkıntılıydı; birbirine yakın karanlık gözleri tuzağa düşmüş bir hayvanınkiler gibi sağa sola gidip geliyordu. “Buraya gelme zamanın gelmişti. Saatlerdir uyanığım, öylece bakıyorum.” “O halde olağanüstü yeni fikirler üretmek için bol bol zamanın olmuştur. Onları duymak için sabırsızlanıyorum.” Esir karşılık olarak kaba bir hakaret homurdandı. Ardından da sordu: “Sürüngen üretme deneylerin nasıl gidiyor? İlerleme kaydettin mi?” Robot ona doğru yaklaştı ve eğilip Rekur Van’ın yaralı omuzlarından birindeki çıplak deriyi incelemek için biyolojik bir kapağı kaldırdı. “Bir şey var mı?” diye sordu Tlulaxa, endişeyle. Kolundan geriye kalan şeyi görmek için başını garip bir açıyla büktü. “Bu tarafta yok.” Erasmus diğer taraftaki biyolojik kapağı da kontrol etti. “Burada bir şey olabilir. Deride kesinlikle bir büyüme yumrusu var.” Bu iki test bölgesi, kesilen uzuvların yeniden üretilmesini sağlama çabasıyla deriye enjekte edilen birbirinden farklı hücresel katalizörleri içeriyordu. “Verilerine dayanarak bir tahminde bulun, robot.

Kollarım ve bacaklarımın uzamasına ne kadar var?” “Bunu söylemek zor. Birkaç hafta olabilir, aslında çok daha uzun görünüyor.” Robot, metal parmağıyla derideki yumruyu ovuşturdu. “Öte yandan, buradaki büyüme tamamen farklı bir şey de olabilir. Kırmızımsı bir rengi var; belki de yalnızca bir enfeksiyondur.” “Herhangi bir acı hissetmiyorum.” “Kaşımamı ister misin?” “Hayır. Bu işi kendim yapana kadar bekleyeceğim.” “Kabalaşma. Bunun işbirlikçi bir çaba olması gerekiyor.” Sonuçlar umut verici görünmese de bu çalışma robotun birincil önceliği değildi. Aklında çok daha önemli bir şey vardı. Erasmus, damar içi bağlantıların birinde yaptığı küçük bir ayarlamayla adamın incecik yüzündeki memnuniyetsizliği giderdi. Hiç kuşkusuz, Rekur Van, periyodik ruhsal gidiş gelişlerinden birini yaşıyordu. Erasmus onu yakından inceleyip verimli bir şekilde işlemesi için ona ilaç verecekti.

Belki bugün Tlulaxa’nın öfke nöbetlerinden birini geçirmesine engel olabilirdi. Bazı sabahlar herhangi bir şey onun tetiğini çekebiliyordu. Kimi zamanlarda da Erasmus, sırf sonucu görmek için onu kışkırtıyordu. İnsanları kontrol etmek -böylesi iğrenç bir örneği bile- bilim ve sanattı. Bu değersiz esir, kan lekeleri içindeki köle ağılları ve odalarında yaşayan her insan kadar “denek”ti. Tlulaxa iyice çileden çıktığında ve yaşamdestek sistemini yalnızca dişleriyle koparmak için uğraştığında bile Erasmus onu yeniden salgın hastalığın üstünde çalışmaya ikna edebiliyordu. Neyse ki bu adam, Birlik insanlarından şimdi ki makine efendilerinden ettiğinden çok daha fazla nefret ediyordu. Onlarca yıl önce, Soylular Birliğinde yaşanan büyük bir politik ayaklanma sırasında Tlulaxa organ çiftliklerinin karanlık sırrı açığa çıkarak özgür insanlığın dehşet ve tiksintisiyle karşılaşmıştı. Birlik Dünyalarındaki halk fazlasıyla öfkelenmiş ve genetik araştırmaların aleyhinde görüş bildirmişti. Öfkeli kalabalıklar organ çiftliklerini tahrip etmiş, Tlulaxaların çoğunun kaçıp saklanmasına neden olmuş ve bu arada şöhretleri de onarılamaz bir şekilde kararmıştı. Rekur Van da Senkronize uzaya kaçarken, yanında karşı konulmaz bir armağan olduğunu düşündüğü şeyi -Serena Butler’ın mükemmel bir klonunu üretebilecek hücresel materyaligötürmüştü. Esir kadınla yaptığı ilginç tartışmaları hatırlayan Erasmus da bundan büyülenmişti. Umutsuz durumdaki Van, Erasmus’un Serena’yı isteyeceğine emindi – ama ne yazık ki Van’ın geliştirdiği klonlardan hiçbiri Serena’nın ne hatıralarına ne de tutkusuna asla sahip değildi. Onlar yalnızca sığ kopyalardı. Klonların şahsiyetsizliğine rağmen Erasmus, Rekur Van’ı çok ilginç bulmuştu – bu durum da ufak tefek adam için büyük bir korku kaynağıydı.

Bağımsız robot onun arkadaşlığından çok hoşlanıyordu. Sonunda bilimsel dilini konuşan birini, karmaşık insan organizmasının sayısız dallanmaları ve araştırıcı yolları hakkında daha fazla şey anlamasına yardımcı olabilecek bir araştırmacıyı bulmuştu. Erasmus ilk birkaç yılın çok zorlu olduğunu düşünüyordu, hatta Tlulaxanın kollarını ve bacaklarını kestikten sonra bile. Ama en sonunda dikkatli manipülasyonlarla, sabırla uygulanan ödül ve ceza sistemiyle Rekur Van’ı oldukça verimli bir deney nesnesine dönüştürebilmişti. Bu uzuvsuz adamın durumu, Van’ın düzmece organ çiftliklerinde sahip olduğu köle deneklerininkine benzemişti. Erasmus bu durumun kaderin bir cilvesi olduğunu düşünüyordu. “İşimize başlamadan önce küçük bir ikram ister misin?” diye sordu Erasmus. “Belki bir et kurabiyesi?” Van’ın gözleri parladı, çünkü bu onun elinde kalan çok az zevkten bir tanesiydi. İnsan “kalıntıları” da dâhil olmak üzere laboratuvarda üretilen organizmalardan yapılan et kurabiyeleri Tlulaxaların kendi gezegenlerinde lezzetli bir yiyecek olarak kabul ediliyordu. “Beni doyurmalısın, yoksa senin için çalışmayı reddedeceğim.” “Bu tehdidi çok fazla kullanıyorsun, Güdük. Besleyici solüsyon tanklarına bağlısın. Yemeyi reddetsen bile açlıktan ölemezsin.” “Eğer benim işbirliğimi istiyorsan, yalnızca hayatta kalmamı değil – üstelik bana çok az pazarlık payı bıraktın.” Tlulaxa’nın yüzü öfkeyle buruştu.

“Pekâlâ. Et kurabiyeleri!” diye bağırdı Erasmus. “Dört-Kollu, sen getir.” Hilkat garibesi insan yardımcılardan biri içeri girdi, aşılanmış dört koluyla şekerli organik ikramlarla dolu tepsiyi taşıyordu. Tlulaxa bu korkunç yiyeceğe -ve bir zamanlar kendisinin olan fazladan iki kola- bakmak için yaşamdestek sisteminin içinde kıpırdandı. Tlulaxa ırkının kullandığı aşılama işlemini birazcık bilen Erasmus, eski kölecinin kollarını ve bacaklarını iki laboratuvar asistanına nakletmiş, uzuvları normal uzunluğuna getirmek için fazladan et, sinir ve kemik eklemişti. Bu iş yalnızca bir test ve öğrenme deneyimi olmasına rağmen olağanüstü derecede başarılı olmuştu. Dört-Kollu bir şeyleri taşımakta çok verimliydi ve Erasmus bir gün ona hokkabazlık yapmayı öğretmeyi umuyordu; Gilbertus bunu eğlenceli bulabilirdi. Aynı şekilde, DörtBacaklı da açık arazide bir antilop gibi koşabiliyordu. Bu iki asistan ne zaman görüş açısına girse, Tlulaxa umutsuz durumunu hatırlıyordu. Rekur Van’ın elleri olmadığı için Dört-Kollu, et kurabiyelerini açılmış, hevesli ağza tıkıştırmak için kendisininkileri -eskiden esire ait olanları- kullanıyordu. Van, anne kuştan solucan bekleyen aç bir civcive benziyordu. Kahverengimsi sarı kırıntılar çenesinden bedenini kaplayan siyah örtüye dökülürken bazıları da materyalin yeniden dönüştürüleceği besleyici banyoya düştü. Erasmus elini kaldırıp Dört-Kollu’yu durdurdu. “Şimdilik yeter.

Daha fazla yiyeceksin, Güdük, ama önce yapacak işlerimiz var. Bugün birlikte, çeşitli test süreçlerinin ölüm istatistiklerini gözden geçireceğiz.” Ne kadar ilginç, diye düşündü Erasmus. Vorian Atreides de -hain Titan Agamemnon’un oğlurobot kaptan Seurat tarafından farkına varmadan teslim edilen güncelleme kürelerine bir bilgisayar virüsü yerleştirerek benzer yollarla Omnius ebedizihinlerini yok etmeye çalışmıştı. Ama ölümcül enfeksiyona karşı savunmasız olanlar yalnızca makineler değildi. … Rekur Van bir an için surat astıktan sonra dudaklarını yaladı ve sonuçları incelemeye girişti. İncelediği zayiat rakamlarına memnun olmuş görünüyordu. “Ne kadar da lezzetli,” diye mırıldandı. “Bu salgın hastalıklar trilyonlarca insanı öldürmenin kesinlikle en iyi yolu.” Büyüklüğün kendi ödülleri vardır… ve kendi korkunç maliyetlerini taşır. — PRİMERO XAVİER HARKONNEN diktegünlüğe yapılan son kayıttan Başkumandan Vorian Atreides doğaüstü derecede uzun askeri kariyeri sırasında çok şey görmüştü, ama Caladan’dan daha güzel bir dünyayı nadiren ziyaret etmişti. Ona göre bu okyanus gezegeni anılarla dolu bir hazine sandığı ve “normal” hayatın nasıl olması gerektiğine dair – makinesiz, savaşsız- bir fanteziydi. Vor, Caladan’da gittiği her yerde Leronica Tergiet ile geçirdiği altın zamanları anımsatan şeyler görüyordu. O, ikiz oğullarının annesiydi ve resmen biç evlenmemiş olmalarına rağmen, yetmiş yıldan uzun süredir sevgili eşi olan kadındı. Leronica, Salusa Secundus’taki evlerindeydi.

Artık doksanlı yaşların başlarında olmasına rağmen Vorian onu her zamankinden daha fazla seviyordu. Gençliğini daha uzun sürdürmek adına, zengin soyluların arasında çok popüler olan gençleştirici baharat melanjından düzenli dozlarda alabilirdi, ama o, bunu doğal olmayan bir destek olarak gördüğü için reddetmişti. Bu da ona çok uygun bir davranıştı! Simek babasının kendisine zorla yaptığı ölümsüzlük tedavisi yüzünden Vor bâlâ genç bir erkek, hatta onun torunu gibi görünüyordu. Birbirlerine uyumsuz görünmemeleri için Vor düzenli bir şekilde saçlarına gri çizgiler atıyordu. Şu anda yaptığı gezisinde tanıştıkları yere onu da getirmiş olmayı isterdi. Sakin Caladan denizlerini seyreden Vor, kelp hasatına ve şişko yağlıbalık avına çıkmış balıkçı teknelerinin günlük seferlerinden dönüşünü izlerken, hevesli genç yardımcısı Abulurd Butler’la – Quentin Vigar ve Wandra Butler’ın en küçük oğulları- birlikte oturuyordu. Abulurd aynı zamanda Vor’un yakın arkadaşının da torunuydu … ama Xavier Harkonnen’in adı nadiren anılırdı, çünkü insanlık adına, geri dönüşü olmayan bir şekilde korkak ve hain olarak damgalanmıştı. Ona yapılan bu haksızlığı düşünmek, Vor’un boğazına dikenli bir meyve gibi takılıyor, ama bu konuda bir şey yapamıyordu. Aradan neredeyse altmış yıl geçip gitmişken bile. O ve Abulurd, müşterilerine sürekli değişen sahil ve deniz manzarası sunmak için Caladan kıyısı boyunca yavaş yavaş hareket eden yeni bir süspansörlü yamaç restoranında bir masada oturuyorlardı. Asker şapkaları geniş bir pencere pervazında duruyordu. Dalgalar kıyının hemen dışındaki büyük kayalara çarpıyor ve yüzeylerinde beyaz danteller gibi kayan minik derecikler bırakıyordu. Öğleden sonranın bu ilerlemiş saatlerinde güneş dalgalardan yansıyordu. Yeşil ve kırmızı renkli üniformaları içindeki iki adam gelen dalgalara bakarak şaraplarını içiyor, bitmek bilmeyen Cihat sırasında ulaştıkları bu kısacık molanın tadını çıkarıyorlardı. Vor üniformasını bütün o dikkat dağıtıcı madalyaları olmaksızın rahat bir şekilde taşıyorken, Abulurd ise pantolonundaki çizgiler kadar sert görünüyordu.

Tıpkı büyükbabası gibi. Vor genç adamı kanatlarının altına almıştı; onu kolluyor ve yardımcı oluyordu. Abulurd, kendisini doğurduktan sonra ciddi bir felç geçiren ve katatoni durumunda kalan annesini -Xavier’in en küçük kızını- hiç tanımamıştı. Şimdi onsekiz yaşına giren genç adam Cihat Ordusuna katılmıştı. Babası ve ağabeyleri saygınlık ve pek çok madalya kazanmışlardı. Quentin Butler’ın en küçük oğlu da sonunda kendini gösterecekti. Harkonnen adına sürülen lekeden kurtulmak isteyen Abulurd’un babası, Serena Butler’ın soyunu gururla talep ederek, kendi soyadını gelecek vaat eden anne tarafından almıştı. Savaş kahramanı Quentin kırkiki yıl önce ünlü aileye damat olduğu zaman bu adın getirdiği ironiyi şöyle ifade etmişti. “Bir butler 1 bir zamanlar efendisinin emirlerini sessizce yerine getiren uşaktı. Ama ben yeni bir aile sloganı ilan ediyorum: ‘Biz Butler’lar kimsenin uşağı değiliz!” En büyük oğullarından ikisi olan Faykan ve Rikov, hayatlarının ilk dönemlerini Cihat için savaşmaya adarken moda olan bu sözü benimsemişlerdi. 1 Butler: Baş uşak, kâhya, erkek hizmetkâr, (ç.n.) Bir isimde ne kadar çok tarih var, diye düşündü Vor. Ve ne kadar da ağır bir yük. Uzun bir nefes alıp restoranın içini taradı.

Duvarların birinde, üzerinde Üç Şehit’in resimlerinin bulunduğu bir sancak asılıydı: Serena Butler, onun masum çocuğu Manion ve Yüce Patrik Ginjo. Düşünen makineler kadar acımasız bir düşmanla karşı karşıya gelen insanlar Tanrıdan veya O’nun temsilcilerinden yardım bekliyorlardı. Bütün dinsel eylemler gibi “Şehitçiler” de ölen üçlüye saygı göstermek için katı uygulamalarda bulunan aşırı hevesli, fanatik üyelere sahipti. Vor bu tür inançlara bağlı değildi ve Omnius’u yenmek için askeri kurnazlığa güvenmeyi tercih ediyordu; ama insanoğlunun sahip olduğunu doğanın, buna fanatizm de dâhildi, onun planları üzerinde etkisi vardı. Birlik adına savaşmak istemeyen kalabalıklar, bunu Serena’nın ya da bebeğinin adına yapmaları istendiğinde kendilerini düşmanın üstüne atarlardı. Bununla birlikte Şehitçiler Cihat davasına yardımcı olsalar da, genellikle yalnızca engel oluyorlardı. … Vor, uzayan sessizliğini sürdürürken ellerini kucağında birleştirip etrafına bakındı. Kısa süre önce eklenen süspansör mekanizmalarına rağmen, mekân onlarca yıl önce göründüğü gibi görünüyordu. Vor, orayı çok iyi hatırlıyordu. Klasik stildeki sandalyeleri belki de hâlâ aynıydı, ama yıpranmış mobilyaların çoktan değiştirildiğini düşünüyordu. Sessizce şarabını yudumlayan Vor, bir zamanlar burada çalışan bir garsonu hatırlıyordu. Birliklerinin Peridot Kolonisinden kurtardığı genç bir göçmen kadındı bu. Düşünen makineler gezegendeki insan yapısı bütün binaları yerle bir ederken bütün ailesini kaybetmişti ve daha sonra Vor’un kendisine şahsen verdiği “hayatta kalanlar” madalyasını takmıştı. Vor, onun Caladan’da kendisi için iyi bir hayat kurmuş olmasını diliyordu. Uzun zaman önceydi bu … belki de kadın şimdiye kadar ölmüştü ya da artık torunları olan yaşlı bir kadındı.

Vor geçen yıllar içinde Caladan’ı pek çok kereler ziyaret etmişti. Bu ziyaretlerin görünüşteki nedeni, ekibinin neredeyse yetmiş yıl önce diktiği dinleme karakolu ve gözlem istasyonunu teftiş etmekti. Hâlâ da mümkün olabildiği her zaman bu su dünyasına geliyordu. Uzun zaman önce, Estes ve Kagin çocukken iyi bir şey yaptığını düşünerek Leronica ve iki oğlunu alıp Birliğin başgezegenine götürmüştü; anneleri bütün o harika şeylerin arasında çok başarılı olmuştu; ama ikizler Salusa’yı pek sevmemişlerdi. Daha sonrasında Vor’un çocukları -çocukları mı? Şimdi altmış yaşındaydılar!- Salusa Secundus’un telaşına, Birlik politikalarına veya Cihat Ordusuna hiç ısınamayarak Caladan’a dönmeye karar vermişlerdi. Sürekli askeri görevlerde olan Vor nadiren evde bulunuyordu ve ikizler de rüştlerini ispat edince kendi evlerini ve ailelerini kurmak üzere okyanus dünyasına geri dönmüşlerdi … hatta şimdi onların torunları bile vardı. Aradan geçen bunca zaman ve nadiren kurulan bağlantılar yüzünden Estes ve Kagin artık onun için birer yabancıydı. Vor, daha dün, askeri grubuyla birlikte gezegene inince, hemen onları ziyarete gitmişti, ama bir hafta önce yaşlı anneleriyle birkaç ay geçirme niyetiyle toplanıp Salusa’ya gittiklerini öğrenmişti. Bunu bilmiyordu bile! Kaçırdığı fırsatlardan biriydi bu da. Ama daha önceki yıllarda yaptığı ziyaretler de hiçbir zaman pek fazla eğlenceli olmamıştı, ikizler her seferinde sosyal kurallara uymuş ve kısa bir akşam yemeği için babalarıyla birlikte oturmuşlardı, ama ne konuşacaklarını sanki bilmiyor gibiydiler. Kısa bir süre sonra da yapacak işleri olduğunu söyleyerek ayrılırlardı. Kendisini biraz garip hisseden Vor ise onların ellerini sıkıp iyi dileklerde bulunduktan sonra büyük bir hevesle askeri görevlerine geri dönerdi. … “Geçmişi düşünüyorsunuz, değil mi, komutanım?” Abulurd uzun süre sessiz kalıp komutanını seyretmiş, ama sonunda sabrını yitirmişti. “Düşünmeden edemiyorum. Öyle görünmüyor olabilirim, ama unutma ki ben yaşlı bir adamım.

Burada bir sürü bağım var.” Vor’un alnı, en popüler Caladan şaraplarından biri olan Zincal’inden bir yudum alırken kırıştı. Bu gezegene ilk kez geldiğinde, Leronica ve babasının sahip olduğu rıhtım tavernasında yalnızca sert ve acı bir kelp birası içmişti. … “Geçmiş önemlidir, Abulurd… ve gerçek de öyle.” Vor, yardımcısına bakmak için başını okyanus manzarasından çevirdi. “Sana söylemek istediğim bir şey var, ama sen yeterince büyüyene kadar beklemek zorundaydım. Belki de hiçbir zaman yeterince büyümeyeceksin.” Abulurd bir elini koyu kahverengi saçlarından geçirip büyük-babasınınkilere benzer kırmızımsı tarçın rengi tonları ortaya çıkardı. Genç adamın, Xavier’inki gibi bulaşıcı görünen bir gülümsemesi ve insanları etkisiz hale getiren bir bakışı da vardı. “Bana öğreteceğiniz şeylerle her zaman için ilgilenmişimdir, Başkumandan.” “Bazı şeyleri öğrenmek hiç kolay değildir. Ama sen bilmeyi hak ediyorsun. Daha sonrasında, bu konuda ne yapacağın seni ilgilendirir.” Şaşıran Abulurd gözlerini kıstı. Süspansörlü restoran artık yanal hareketini bırakmış ve suyla kararmış bir yamacın yüzeyine doğru inmeye başlamıştı, kıyıya çarpan dalgalara ve denize yaklaşıyordu.

“Bu çok zor,” dedi Vor uzun bir iç çekişin ardından. “Şarabımızı bitirsek iyi olacak.” Güçlü kırmızı şaraptan kocaman bir yudum alıp ayağa kalktı ve pencerenin pervazındaki askeri şapkasını aldı. Abulurd da itaatkâr bir şekilde onu takip edip kendi şapkasını alırken kadehini yarı dolu bırakıyordu. Restorandan çıktıktan sonra, kıvrılarak yamacın tepesine yükselen taş döşeli bir patikayı tırmandılar; rüzgârın biçimlendirdiği çalıların ve beyaz çiçeklerin arasında durdular. Tuzlu rüzgâr hızlanırken adamlar şapkalarını tuttular. Vor, koruyucu yüksek çalılarla çevrili bir bankı işaret etti. Gökyüzü ve açık hava çok geniş görünüyordu, ama Vor bu özel yerde bir mahremiyet ve önem hissi duyuyordu. “Artık büyükbabana gerçekte ne olduğunu öğrenmenin zamanı geldi,” dedi Vor. Bu genç adamın açıklamalarını yüreğinde hissedeceğini içtenlikle umut ediyordu, çünkü ağabeyleri bunu hiç yapmamış, rahatsız edici gerçek yerine resmi kurguyu tercih etmişlerdi. Abulurd zorlukla yutkundu. “Dosyaları okudum. Ailemin utanç kaynağı olduğunu biliyorum.” Vor kaşlarını çattı. “Xavier iyi bir adamdı ve benim yakın arkadaşımdı.

Zaman zaman, bildiğini sandığın tarih, yönlendirilmiş bir propagandadan başka bir şey değildir.” Buruk bir kahkaha attı. “Ah, benim babamın anılarını bir okumalıydın.” Abulurd şaşırmış görünüyordu. “Harkonnen adına tükürmeyen tek kişi sizsiniz. Ben … ben onun o kadar korkunç biri olabileceğine asla inanmadım. Ayrıca o ne de olsa Masum Manion’un babasıydı.” “Xavier bize ihanet etmedi. Hiç kimseye ihanet etmedi. Kötü olan kişi İblis Ginjo’ydu ve Xavier, daha fazla zarar vermeden onu yok etmek için kendini feda etti. Serena’nın ölümüne, Fildişi Kulesi Cogitorlarının delice barış planının yanı sıra Yüce Patriğin kendi hareketleri neden oldu.” Vor’un elleri öfkeli yumruklara dönüştü. “Xavier Harkonnen başka hiç kimsenin istemediği bir şeyi yaptı – ve başka bir şey olmasa bile ruhlarımızı kurtardı. Üzerine yığılan bu utancı asla hak etmiyor. Ama Xavier, Cihat aşkına her türlü kaderi kabul etmeye razıydı, sırtına yediği tarihin bu bıçağı da dâhil olmak üzere.

Böylesine büyük bir çürüme ve ihanet, Cihadın ortasında açıklansaydı, kutsal seferin skandallar ve suçlamalara dönüşeceğini biliyordu. İşte o zaman gerçek düşmanımızın üzerine yoğunlaşmamızı kaybederdik.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Teşekkür ederim