Brigitte Riebe – Mavi Yunuslar Sarayı

Kara yanardağ uzun süredir uyuyordu. Dev krater kahverengi sonbahar tarlalarının ve gümüş yeşili zeytinliklerin üstünde yükselmekteydi. Havada en ufak bir kıpırtı bile yoktu, her şey göz kamaştırıcı bir ışığa boğulmuştu. Tüm ada derin bir sessizlik içindeydi, cırcır böcekleri ve ağustos böcekleri bile susmuştu. Arada sırada, denizden çok hafif bir rüzgâr estiği zaman, ağaç tepelerinin uğultusu işitiliyordu. Hepsi o kadar. İnsanlar evlerinin serinliğine sığınmışlardı. İç avlulardaki kap- kaçak gürültüleri ve çocuk sesleri yavaş yavaş sönmekteydi. Öğle sessizliğini sadece evlerin kapılarının önündeki örme sepetlerde bulunan kumruların kuğurdamaları ile karşıdaki kumtaşıyla kaplanmış olan yolun üzerindeki iki tahta arabanın gıcırtıları bozuyordu. Aniden yeraltının derinliklerindeki ateş tanrıçası uyandı ve yanardağın kraterinden alevler püskürttü. İnleyen ıslıklar sessizliği parçalamıştı, kaba dokunmuş kumaşın yırtılmasını andıran garip sesler yükseliyordu dağın içinden. Tekrar sessizlik. Az sonra boğuk, tehditkâr gürlemeler havayı doldurdu. Sonra tüm ada bir kez daha sessizliğe büründü. Tehlikeyi ilk olarak hayvanlar hissetti.


Yılanlar ve kelerler taşlaşmış lav akıntılarının yarık ve çatlaklarını terk ederek, yerleşim yerlerine akın ettiler. Serçeler ve kestane kargaları dört bir yana uçuştular. Çekirgeler uzun, yeşil katarlar oluşturarak kumsala doğru akmaya başladılar. Balık sürüleri korunmak istercesine deniz tabanına yaklaştılar. Otlaklarda ise köpek havlamalarına korku dolu melemeler karışıyordu. 11 Ve yeraltından gelen o gürleme tekrar işitildi, şiddetli bir fokurdamadan sonra yerin derinliklerinden cam kırılmasına benzer uğursuz şangırtılar yükselmeye başladı. İlk darbeler. Evler sarsıldı ve duvarlarda başparmak büyüklüğünde, çirkin yaralara benzer çatlaklar belirdi. Vazolar ve heykelcikler tas ceminin çatlayan kaplamalarının üzerine düştü. Kapılar kasalarından fırladı. Birçok ahırda domuzlar cıyaklayarak birbirlerini ısırıyordu. Dağ! Ateş dağı! Yeri göğü inleten gümbürtüler ile uyanan insanlar, açık alanlara doğru kaçmaya başladılar. Kraterden yükselen yoğun duman, yüksek bir sütuna dönüştü. Kara dağ tehdit dolu bir ifadeyle pusuda bekliyordu. Duman sütunu yavaş yavaş dağılmaya yüz tuttuğunda, tas dev öfkeli bir sesle uzun uzun gürledi.

Püskürttüğü alev dilleri gökyüzünü kan kırmızısına boyamıştı. Kara, gözenekli bir köpüğe benzeyen kül bulutları bir anda tüm adanın üzerini örttü. Toprak, erimiş kızıl kor kayalar fışkırtan ateş çeşmesinin ışıkları altında, birbiri ardına gelen kısa ve sert darbelerle dalgalanmaya başladı. Evler çatırdayarak yıkılmaya başladı ve yerde derin yarıklar oluştu. Yağmur gibi yağan küller her tarafı kaplamıştı. Aniden bastıran karanlığı az da olsa aydınlatmaya çalışan yağ kandillerinin ve meşalelerin ışığı altında çocuklar ağlamaya başlamıştı. Umutsuz yakarışlar ve yüksek sesli ağıtlar işitiliyordu her taraftan. Sokaklarda korkunç bir kalabalık vardı. Yüzlerce insan, yanan çatıların, gemi azıya almış atların ve köpeklerin arasında, çılgınca kaçmaya çalışıyordu. Ellerine geçirdikleri ilk kumaş parçasını veya yastığı örtmüşlerdi baslarına. Etrafı kaplayan duman gözlerini ve boğazlarını yakmaya başlamıştı. İhtiyarlar ve gençler, bir yandan ağlayarak ve inleyerek birbirlerini itip kakarken, diğer yandan da değerli eşyalarını kurtarmaya çalışıyordu. Sokaklar insanların kaçarken düşürdüğü bronz şamdanlar, metal kutular ve vazo kırıklarıyla dolmuştu. Cesetlere ve hayvan leşlerine takılarak yere düsen talihsizler, ya ayaklar altında çiğne- ri niyor ya da duman ve kül tabakasının altında kalarak korkunç bir şekilde can veriyordu. Sadece güçlü kuvvetli gençler kendilerinden yaşlıları ezip geçerek ve kadınların yalvaran gözlerle uzattıkları çocukları itekleyerek kendilerine yol açmayı başarıyordu.

İnsanlar çıldırmış bir kalabalık halinde limana doğru akıyordu, fakat kendilerini beklediğini sandıkları gemiler çoktan alev alev yanan meşalelere dönüşmüştü bile… Kaçıp kurtulma imkânı kalmamıştı. Zehirli gaz bulutları küllerle birlikte şehrin üzerine çökmeye başlamıştı. Dolu gibi yağan kor halindeki küçük taşlar, uçan kuşları bile cansız olarak yere düşürüyordu. Bu arada dev bir çamur deryası önüne çıkan her şeyi yutarak dağdan aşağı akmaya başlamıştı. Şehre ulaştığı zaman birçok kola ayrılarak sokakları doldurdu ve seviyesi giderek yükselmeye başladı. Ardı ardına gelen birçok çamur dalgası ile daha da güçlenerek çatıların ve tapınakların üzerine çıktı, insanları ve yaşayan her şeyi kirli-gri renkte bir kefen gibi sarıp sarmaladı. Şimdi de kraterden aşağı bir lav ırmağı akmaya başlamıştı. Bir süre sonra denize ulaştı; hava ve suyla birleşen erimiş kayalar korkunç tıslamalarla katılaşmaya ve anında parçalanmaya başladı. Dev dalgalar, köpükler, girdaplar, patlamalar… bir ateş denizi! Bütün sahil yanmakta olan yıkıntılarla kaplanmıştı. Ağaç ve bitkilerin tümü de yanıyordu. Her taraf kömürleşmiş cesetlerle dolmuştu. Harap olmuş toprak bir an için soluğunu tuttu, sonra da büyük bir patlamayla kor halinde binlerce parçaya ayrıldı. Yanardağ bir kez daha kükredi ve denizin köpüklü suları karanın içlerine hücum etti. Koca dağ inanılmaz bir şekilde gökyüzüne fırlayarak havada parçalandı. Toprak ince bir buz tabakası gibi kırılarak ikiye ayrıldı.

Bir zamanlar yuvarlak olan adadan geriye ince bir orak kalmıştı. Kül bulutları gökyüzünü kararttı ve eski kıtanın üzerine uzun, karanlık geceler çöktü… Büyük Ana’nın rahibi Çift Ağızlı Balta tapınağında diz çökmüştü. Önünde kireç taşından yapılma iki tören boynuzu ve yılan tanrıçanın küçük bir heykeli vardı. Sol elinde kutsal yağla dolu kulplu bir 13 testi tutuyordu, suratını ise deri bir boğa maskesi örtmekteydi. Ellerini yukarı kaldırdı ve duyulur duyulmaz bir sesle yakarmaya başladı. Girit’in üzerindeki gökyüzü kararmaya başlamıştı bile. Kor halindeki sünger taşları adanın üzerine sağanak gibi yağıyordu. Denizin üzerini dolduran yüzen kaya parçaları, gitgide artan bir süratle birleşip yanan setler oluşturuyordu. Kabaran sular önlerinde oluşan bu doğal engele balyoz gibi darbeler indirmeye başlamıştı bile. Uğultuları yeri göğü dolduruyordu. Devasa su sütunları yıldırımlar eşliğinde fışkırmaya başlamıştı. Sel baskını, büyük sel baskını! Geliyor! Suların sınırsız kuvvetini damarlarında hissetmeye başlamıştı. Tuzlu suyun karanın ta içlerine hücum edişini görebiliyordu. Evlerin, ahırların, tarlaların ve bedenlerin üstünü hiçbir ayrım gözetmeden kaplıyordu. Gökten kapkara bir yağmur boşanı-yordu.

Toprak gürlüyor ve kısa, sert darbelerle sarsılıyordu. Önündeki duvar çatlayarak ikiye ayrıldı. Salon bir anda duman ve kükürt buharıyla doldu. Deri maskenin altından nefes alamıyordu. İnce ağız ve burun boşluklarından içeri kül zerreleri sızmaya başlamıştı. Öksürerek soluk almaya çalıştı. Sağ elini kullanarak aceleyle maskenin başında durmasını sağlayan deri kayışı çözdü ve derin derin soludu. Tekrar önünde duran mahfazaya döndü ve yakarmaya devam etti… Fakat bunlar benim gözlerim… benim suratım… o, benim… ben, oyum… ben… ben… Karanlık, zifiri karanlık. Uyandığı zaman ter içinde kalmıştı ve damağında hâlâ küllerin acımtırak tadını hissediyordu. İlk anda nerede olduğunu anlayamadı. Yatağında doğrularak alnındaki ıslak saçları geriye itti. Odanın içi çok sessizdi, sadece kalbinin hızlı atışlarını ve cırcır böceklerinin açık pencereden içeri giren müziğini işitiyordu. Ellerini bedeninde gezdirdi önce yavaş yavaş, sonra da yatağında… 14 Bir çobanın sert döşeği değildi bu! Bir anda kendine geldi ve nerede olduğunu anımsadı: Mavi Yunuslar Sarayında bulunuyordu. Kendisi de çoban Astro değildi artık. Asterios deniliyordu adına; kraliçenin gayri meşru çocuğu.

Ve boğa maskesini taşıyan, ta kendisiydi… 15 t •»A Düşler Kervanı Sabah denizinin üzerinde kayarcasına Mısır’a doğru ilerleyen gemiyi çam, sedir ve servi ağaçlarının kokusu doldurmuştu. Yolculuğun başından bu yana esmeyerek mürettebatın küreklere asılmasına ve kaptanın küfretmesine neden olan rüzgâr, nihayet biraz şiddetlenerek kuzeybatı yönünden kendisini hissettirmeye başlamıştı. Birkaç adam aceleyle tahta direği güvertedeki yuvasından çıkararak yerine dikti. Esparto otundan dokunmuş yelken çatırdayarak şişti ve gemi ileri atıldı. Sarp kayalıklar hâlâ sislerin ardındaydı. Dağların rengi gayet yavaş bir şekilde değişmişti; adanın batısındaki kireç taşları yerlerini duman rengi, neredeyse mavi parıltılar saçan kayalara terk etmişti. Her an adanın güneyindeki korunaklı limanın girişini işaret eden ateşleri görmeleri gerekiyordu. Fakat güvertedeki koyu renkli pelerine bürünmüş olan kadının huzursuzluğu, şafağın ilk ışıklarıyla birlikte daha da artmıştı. Artık yuvası olarak kabullendiği Beyaz Dağları düşünüyordu hâlâ. Kudretli Knossos sarayından çok uzakta bulunan açık renkli kireç taşı kütlesinde uzun yıllar güvenli bir yaşam sürmüştü. Oğlanı da orada gözetimi altında büyütmüştü. Çocuk yıllar boyunca sık meşe ormanlarının içinde yaşamış, fundalıklar ve çalılarla kaplı derin vadileri, kötü havalarda hayvanlarının sığındığı mağaraları, doğanın tüm harika yerlerini avcunun içi gibi öğrenmişti. Acaba bir kez daha hayat ağacının mavi salkımlarını görebilecek, evlerinin önündeki mür ağaçlarının kokusunu içine çekebilecek miydi? içini çekerek gözleriyle oğlanı aradı. Astro geminin burnunun en uç noktasından denizi seyretmekteydi. “Orada bir şey yüzüyor” diye bağırdı ve gözleri heyecanla 19 parlamaya başladı.

“Şuraya bak anne! Geminin yanında bir şey var! Bir hayvan mı yoksa? Ama hiç kımıldamıyor.” Merope’nin aniden keyfi kaçmıştı. Yavaş adımlarla çocuğun durduğu yere giderek ona iyice yaklaştı. Genç bedenin sıcaklığını hissediyordu. Neden sonra suyun üstünde yüzen cansız yunusu fark etti. Gümüş renkli karnında derin bir yara vardı. Korkusunu gizleyebilmek için hemen arkasını döndü. Yüce Tanrıça, ölü bir yunus! Hem de hedefe bu kadar yaklaşmışken. Ne kadar uğursuz bir alamet! Oysa kraliçeye yunus yüzüğünü geri götürmek için yola çıkmıştı – ve ölü sandığı oğlunu. Astro’nun bağırışları birkaç adamın daha ilgisini çekmişti, onlar da küpeşteden aşağı bakıyordu şimdi. Merope adamların alçak sesle küfrettiklerini ve bazılarının da bölük pörçük bir dua okuduğunu işitti. Denizciler yunusların geminin peşinden gelmelerini uğur getiren bir alamet olarak kabul ederdi. Oysa aşağıda karnı deşilmiş bir leş vardı! Merope tüm gücüyle kalbinin çarpıntısını kontrol altına almaya çalıştı. Kesinlikle heyecanını belli etmemeliydi! Üstlendiği görevi yerine getirmesini hiçbir kuvvet engelleyemezdi. Kaptan kaba bir tavırla onu sorguya çekmeye çalıştı; suratında gerçek bir endişe ve güvensizlik okunuyordu.

Merope onun kendisinden bir açıklama beklediğini fark etti. Bir şeyler söylemeliydi, fakat çok fazla şey ifşa etmeden nasıl başaracaktı bunu? Limanda ilk kez karşılaştıklarında, güneş kurslu altın çift boynuzu gören kaptan Büyük Ana’nın rahibesi önünde saygıyla eğilmiş, ondan gemisini ve mürettebatını kutsamasını istemişti. Sonra da saygılı bir ifadeyle ondan ve oğlandan yolculuk ücreti almamayı teklif etmişti. Ve kadının bu genç çobanı neden tam da ilkbahar fırtınaları mevsiminde doğuya götürmek istediği konusunda bir tek soru bile sormamıştı. Merope, yolculuğun kolay geçmesi için derinliklerin tanrıçasına sahilde hediyeler sunmuştu: deniz kabukları, parlak kırmızı renkli birkaç balık, bir testi şarap ve yağ. “Hediyelerin pek bir işe yaramadı galiba rahibe?” dedi ona kaptan ve saçsız alnını sıvazladı. “Bu kötü alamet de neyin nesi? Denizcilerin ne kadar batıl inançlı olduğunu biliyorsun değil mi? Bu ölü hayvan akıllarına kim bilir neler getirecek!” Dudağını öf- 20 keyle büktü. “Ya senin veya oğlanın üstünde bir lanet varsa? Keşke gemiye binmenize izin vermeseydim…” “Saçmalamayı kes artık!” diye kaptanın lafını ağzına tıktı Me-rope. “Sahilde sunduğum hediyelerin tanrıça tarafından kabul edildiğini sen de pekâlâ biliyorsun! Daha önce bu mevsimde fırtınasız bir yolculuk yapmış miydin hiç?” Başını kaldırmış, dimdik kaptanın gözlerinin içine bakıyordu. Adam, sıradan bir yün pelerine bürünmüş bu kadından karşı konulmaz bir güç yayıldığını hissetti. Gözleri çakmak çakmaktı, rüzgârın dağıttığı gümüş renkli saçları yüzüne genç bir ifade veriyordu. “Haklısın galiba” diye homurdandı kaptan isteksizce. “Yolculuk gerçekten de çok sakindi, en azından az öncesine kadar. Bu cansız yunusun anlamı nedir peki?” “Sen bir erkek misin, yoksa korkak bir çocuk mu?” diye karşılık verdi Merope ve elbisesinin cebindeki çift boynuzun sivri uçlarını yokladı. “Can alıp can veren denizler tanrıçasının yaptıklarını tenkit etmeye mi niyetin var yoksa?” Bu yaşama günahkâr bir insan eli son vermiş zaten, diye içinden kendi kendine konuştu.

Çünkü ölümcül yaranın yeni bilenmiş bir zıpkın tarafından açılmış olduğu apaçık belliydi. “Tek kelime etme artık!” diye konuşmaya devam etti ve adamın gözlerinin içine baktı. “Yoksa sen de batıl inançlı bir tayfa mısın? Gör bak, mürettebatını şimdi nasıl yola getireceğim!” Kararlı adımlarla birkaç parça eşyasının bulunduğu kıç güvertesine doğru yürüdü. Deri bir torbayı açtı ve içine uzanarak küçük bir nesne çıkardı. Bu arada adamların birçoğu onu takip etmiş ve etrafında bir yarım daire oluşturmuştu. “Buraya bakın!” Merope sesine her zamanki sert tonu vermeye çalışıyordu. “Tanrıça bize uyarıcı bir alamet gönderdi. Bize deniz yaratıklarına dikkat etmemizi ihtar ediyor. Kana susamışlığımı-zı dindirmek için öldürmemeliyiz. Tanrıça sadece karnımızı doyurmak için avlanmamıza izin veriyor.” Artık çoktan unutulmuş olan saray yaşantısı zamanından kalma gümüş bir skarabe parlıyordu elinde. “Büyük Ana, ölümün ve yeniden doğuşun simgesini kabul et. 21 Bize hayırlı bir yolculuk ihsan eyle!” Gümüş tılsımı hafif çarpıntılı denize fırlattı. Tayfalar yavaş yavaş dağılmaya başlayınca, kaptan da homurdanarak görev yerine döndü. Merope çocuğun kendisine yaklaştığını hissetti.

“Yolculuğumuz çok uzun sürecek mi daha?” diye sordu sonunda. “Hayır, oğlum. Limana varmamıza az kaldı.” Sonra da dağlara çıkan yolda ilerleyeceğiz diye düşündü, o eski mağaraya doğru. O yol seni yeni bir yaşama götürecek… Oğlanın bir soru sormak istediğini, fakat bunu yapmakla yapmamak arasında kıvranıp durduğunu fark etti. “Çekinme, ne demek istiyorsan söyle” diye yardımcı oldu ona şefkatli bir sesle. Oğlanın yeşil-sarı benekli gözlerinde korku dolu bir belirsizlik okunuyordu. “Sadece ölü yunus değil, her şey bir anda o kadar acayipleşti ki” sözleri döküldü ağzından aniden. “Neden tüm yolculuk boyunca esrarengiz tavırlar takındın? Halbuki bu bahar ilk defa kendi sürüme sahip olacaktım! Yeni doğan oğlaklar ne olacak peki?” Yardım dileyen gözlerle kadına baktı. “Astro! Zamanı geldiğinde tüm delikanlıların kutsal mağarada birkaç gün geçirdiğini biliyorsun. Sonra da karanlığı bir erkek olarak terk ederler.” Oğlan çocuksu bir ifadeyle suratını astı. “Tabii ki biliyorum bunu!” diye çıkıştı kadına. “Erkekler ne adet görebilir, ne de doğurabilirler. Bu yüzden Büyük Ana’nın rahmi onları kabul eder ve bir kez daha dünyaya getirir.

Geçen yıl arkadaşım Tiyo’yu da mağaraya götürmüşlerdi. Fakat kendi dağlarımız da mağaralarla dolu; bu uzun yolculuk niye?” Çünkü sen sıradan bir köylü değil, kraliçenin oğlusun, diye geçirdi içinden Merope. Çok yakında bunu kendin de öğreneceksin nasıl olsa. “Sana bunu şimdiye kadar birçok kez söylemiştim, oğlum” diye karşılık verdi bunun yerine, “her şey herkes için aynı değildir ve olamaz da. Tiyo kendisi için belirlenmiş olan mağarada kutsandı ve Büyük Ana senin için başka bir mağara belirledi. Bu kadar sabırsız olma” diye gülümsedi oğlanın başka itirazlarda bu- 22 lunmasına fırsat vermeden. “Hemen hemen geldik zaten. Yakında demir atarız.” Evet, hedeflerine hemen hemen ulaşmışlardı. Merope, dağlara giden yola kolaylıkla ulaşabilmeleri için güneydeki bu küçük limanı özellikle seçmişti. Gereğinden fazla ihtiyatlıydı. Yaşlı bir kadınla genç bir oğlana kimin ne kötülüğü dokunabilirdi ki? Fakat yine de tedbiri elden bırakmamalıydı! Her ne kadar yirmi yıldan bu yana sarayla her türlü ilişkisini kesmişse de, kötü niyetli gözler ve dedikoducu ağızlar her yerde bulunuyordu. Kraliçenin oğlu eve dönmüştü! Bu arada gemi rotasını değiştirmiş ve doğruca kıyıya yönelmişti. Hilal biçimli koydaki küçük evler seçilmeye başlamıştı. Kumsal, iki tarafındaki kayalıklar boyunca uzayıp gidiyordu.

Gemiciler yelkeni indirerek kırmızı porfirden yapılma bir piramit olan çapayı denize bıraktılar. Güneş gökyüzünde iyice yükselmişti ve olanca sıcaklığıyla parlıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir