Şevk Sarayı – Kahire Üçlemesi 2 – Necip Mahfuz

Ahmet Abdülcevat sokak kapısını kapatıp yıldızların solgun ışığı altında uyuşuk adımlarla avluyu geçti. Yorgun bedeniyle abandığı bastonu avlunun sert, tozlu toprağında ahenkli bir ses çıkıyordu. Başında bir ağırlık vardı.Temmuz sıcağında midesi ateş gibi yanıyor; bu cehennemi ortamda bir an olsun ferahlayabilmek için yüzünü, kafasını, boynunu soğuk suyla yıkamaya can atıyordu. Aklına soğuk su gelince sevinip gülümseyerek merdiven sahanlığına açılan kapıdan içeri girdi. Yukarıdan gelen solgun ışık, lambayı tutan elin hareketine uyarak duvar boyunca akıyordu adeta. Bir elinde baston, tırabzana tutuna tutuna merdivenlerden çıkmaya başladı. Bastonunun yere vurdukça çıkardığı sesin o çok özel ritmi, nicedir adamın özelliklerinden biri haline gelmişti. Emine, elinde lamba, merdivenin tepesindeydi. Yanına vardığında nefes nefese kalmıştı adam. Önce durup soluklandı, sonra da her zamanki gibi “İyi akşamlar” dedi karısına. “İyi akşamlar, efendim” dedi Emine ve elinde lamba olduğu halde, kocası önde kendisi arkada yatak odasma doğru yürüdü. Odaya girer girmez kendini kanepeye attı adam. Bastonunu bıraktı, fesini çıkardı, başını arkaya atıp bacaklarını uzattı. Cübbesinin önü açılmış, yeleğinin altından çoraplarına sıkıştırdığı uzun donu yukarı sıyrılmıştı. Gözlerini kapatıp mendiliyle alnını, yanaklarını, boynunu sildi. Emine, lambayı masanın üstüne koyup adamın soyunmasına yardım etmek üzere ayağa kalkmasını beklemeye başladı. Kaygılı bir ifadeyle bakıyordu kocasına. Keşke, ona, geç saatlere kadar dışarıda kalmaması gerektiğini söyleyecek cesareti bulabilseydi. Sağlığı artık aşırılığa el vermiyordu ama Emine de kaygılandığını ifade etmekten acizdi. Kısa süre sonra gözlerini açtı adam. Yeleğine iliştirmiş olduğu altın saatini ve parmağındaki elmas yüzüğü çıkartıp fesin içine attı. Cübbesini ve yeleğini üstünden çıkarmak üzere karısının da yardımıyla ayağa kalktığında, her zamanki gibi güçlü kuvvetli görünüyordu ama şakaklarına ak düşmüştü. Beyaz ev entarisini başından geçirirken, birden gülümsedi. O gece, âlemde, Ali Abdülrahim Bey’in nasıl kustuğu; bu zaafıyeti nasıl da mide bozukluğuyla izah etmeye çalıştığı gelmişti aklına. Artık alkolü kaldıramadığını, sadece bazı özel erkeklerin ömür boyu içki içebileceğini söyleyerek hep birlikte alaya almışlardı onu. Ali Bey, erkekliğinden kuşku duyulduğunu ima eden bu sözlere öfkelenip, nasıl da hararetle savunmuştu kendini. Bazı insanların böylesi şeyleri önemsemeleri, ciddiye almaları ne tuhaftı… İyi de. o zaman neden kendisi bir meyhane dolusu şarabı sarhoş olmaksızın içebileceğini söyleyerek övünmüştü o keyifli şamata ortamı içinde? Ahmet Bey tekrar oturdu ve çoraplannı çıkarmak için yere, ayaklarının dibine çöken karısına ayaklarını uzattı. Bu görevi yerine getirdikten sonra, gidip bir leğen ile su dolu ibrik getirdi kadın. Karısının döktüğü suyla başını, boynunu yıkadı, ağzını çalkaladı; sonra da avluya bakan pencere ile tahta kafesli cumba arasındaki tatlı esintinin keyfini çıkarmak üzere ayaklarını altına alıp oturdu. “Ne berbat bir yaz geçiriyoruz bu yıl!” “Allah yardımcımız olsun” dedi Emine, yatağın altından çekip çıkardığı minderi adamın ayaklarının dibine yerleştirip üstüne bağdaş kurarken. Sonra bir iç çekip ekledi: “Ortalık cehennem gibi, hele de mutfak! Yazın nefes alacak tek yer evin damı, o da güneş battıktan sonra.” Kadm her zamanki yerinde, her zamanki gibi oturmaktaydı ama yıllar onu da değiştirmişti. Zayıflamış, belki de yanakları çöktüğü için yüzü uzamış, yanağındaki ben biraz daha büyümüştü. Başörtüsünden fışkıran bukleleri beyazlanmaya başlamıştı ve bu, onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Bakışlarından yansıyan mutat teslimiyete, şimdi yaslı bir dalgınlık da eklenmişti. Hayatında vuku bulan değişikliklerin verdiği acı ve ıstırap büyüktü. Acı çekmeyi başlangıçta tevekkülle karşılamış; ama zamanla, ayakta kalmak için sağlıklı olması gerektiğini düşünür olmuştu. Evet, başkaları için yaşaması ve sağlıklı olması gerekiyordu. Ne ki, her şeyin eskisi gibi olması mümkün müydü? Hem daha yaşlıydı artık… böylesi bir değişimi haklı çıkaracak kadar olmasa da, daha yaşlıydı! Farkı yaratan yaş olmalıydı. Geceler boyu caddeyi seyretmişti cumbanın tahta kafesinin ardından. Cadde hiç değişmemişti. Değişiklik kendi-sindeydi. Derken, kahvehanedeki garsonun sesi yankılandı odada. Emine gülümseyerek göz ucuyla kocasına baktı. Hiç uyumadan bütün gece kendisine eşlik eden bu caddeyi çok severdi. Bir dosttu bu cadde ama kendisini kafesin ardından seven kalbini bilmiyor, tanımıyordu. Oysa, caddenin özellikleri aklından hiç çıkmıyor; gece sakinleri, mesela, sürekli konuşan bu garson, bitmek tükenmek bilmeyen bir biçimde gündelik olaylardan söz eden bu boğuk sesli adam, şansını karo yedilisi ve taşta arayan gergin sesli bey, boğmaca olan Haniye’nin, sorulduğunda, “Rabbim şifa verecek” diye cevap veren babası sanki kulaklarında ikamet ediyordu! Ah. sanki kahvehanenin özel bir bölümüydü bu cumba. Caddenin görüntüleri gözlerinin önünden geçe dursun, bakışları kocasının kanepenin arkasına yaslanmış olan başındaydı. Adamın yanakları yine al aldı. Son zamanlarda eve her dönüşünde böyleydi. Meraklanıyordu kadın. Endişeli bir sesle sordu: “İyi misiniz efendim?” Adam başım kaldırıp, “Şükürler olsun! Ama hava berbat” diye mırıldandı. Yazın içilebilecek en iyi şey duru üzüm suyu likörüydü. Hep böyle denirdi ama bu likörden haz etmezdi Ahmet. Onun tercihi illa da viskiydi. Dolayısıyla, yazlan hep akşamdan kalmışlığın sıkıntısını çekerdi… ve bu, berbat, boğucu bir yazdı. O akşam gerçekten çok gülmüş, gülmekten boynundaki damarlar acımıştı. Sahi neye gülmüşlerdi? Hatırlamıyordu bile. Anılacak, hatırlanacak hiçbir şey yok gibiydi. Buna rağmen, eğlence ortamı sanki bir dokunuşta parlayacak kadar sıcak, duygudaş bir elektrikle yüklüydü. İbrahim el Far, kelimeleri altüst ederek, “Said’in buharlısı bugün İskenderiye’den Paris’e yelken açtı” diyeceğine, “İskenderiye buharlısı Said’ten Paris’e yelken açtı” deyince bir kahkaha kopmuştu. Sarhoşluğun yol açtığı mükemmel bir dil sürçmesi örneğiydi bu. Ona, “Davet için yelken açıp icabet etmek Emine’nin gözleri büyüdü. Başını kaldırıp, “Sahi mi?” diye sordu. “Evet. Muhammed Af it söyledi bu gece.” “Kiminle?” “Muhammed Haşan adlı bir memurla. Eğitim Bakanlığında sicil dairesinin başındaymış.” “Desene, yıllar içinde epey yol almış” dedi kadın. Sesinde umutsuzluk vardı. “Pek de öyle değil” diye itiraz etti Ahmet. “Adam otuzlarında… otuz beş, otuz altı, en çok kırk” dedi ve alaycı bir sesle sürdürdü: “Genç adamlarla şansım denedi ama başaramadı, yani omurgasız genç adamlarla. Bir de olgun bir erkekle denesin bakalım.” “Yasin, hiç olmazsa çocuğu hatırına, daha iyi bir eş olurdu” dedi Emine üzüntülü bir sesle. Ahmet karısıyla aynı düşüncedeydi ama bu konudaki başarısızlığım itiraf etmek istemiyordu. Karısının dile getirdiği bu görüşü, Muhammed Afit nezdinde pek çok kez kendisi de savunmuştu. Ne ki, “Zeynep’in babası, artık Yasin’e güvenmiyor. Aslında haklı çünkü Yasin güvenilir bir adam değil. Zaten, bunu bildiğim için ısrar etmedim. İyi sonuçlanmayacak bir şeyi kabul ettirmek suretiyle dostluğunu istismar etmek istemedim” diye cevap verdi, sıkıntılı bir sesle. Emine, “Gençlik hataları bunlar… Bağışlayabilirdi” diye mırıldandı. Adam arayı bulmak için yaptığı girişimlerin başarısızlıkla sonuçlandığını kısmen ikrar ederek, “Yasin’i savunmayı ihmal etmedim tabii ama Muhammed Afit anlayış göstermekten uzaktı. ‘İsteğini reddetmemin başlıca nedeni. kabul edecek olursam aramızdaki dostluğun bozulacak olmasından duyduğum endişedir’ dedi bana. ‘Senin hiçbir talebini reddetmek istemem ama dostluğumuz, benim için bu talebi kabul etmekten daha önemli’ dedi. Dolayısıyla, ben de bir daha ağzımı açmadım” dedi. Muhammed Afit bütün bunları söylemişti söylemesine ama sadece Ahmet’i ısrarından vazgeçirmek için. Ahmet, dostunun gerek kendi nezdindeki, gerekse toplum içindeki itibarını ve sahip olduğu yüksek mevkii dikkate alarak çocuklarının boşanmasıyla zedelenen ilişkiyi onarmak için büyük gayret sarf etmişti. Bunu, başka hiçbir neden olmasa bile, dostu Yasin’in özel yaşamına dair -o da kısmen-bildiklerini açık açık söylediği için yapmış; ama Yasin Zeynep’ten daha iyi bir eş bulma umudu olmasa da, boşanmak ve yeniden evlenmek gibi zor ve belalı bir durumu kabullenmek zorunda kalmıştı. Muhammed Afit, “Bizimle Yasin’i bir tutma” demiş ve, “Bizler, birden çok nedenle farklıyız. Doğrusunu istersen, kızım Zeynep için tasavvur ettiğim yaşam standardı, kanm için uygun ve yeterli bulduğumun çok üstünde” diye eklemişti. “Yasin’in olanlardan haberi var mı?” diye sordu Emine. “Yarın ya da öbür gün öğrenir nasıl olsa. Umurunda mı? Evliliğin onurunu, namusunu düşünecek son insan Yasin.” “Ya Rıdvan?” diye sordu kadın, üzüntüyle başını sallayarak. Ahmet kaşlarını çattı: “Ya büyükbabasıyla kalacak ya da Zeynep çocuğundan ayrılmak istemiyorsa, onunla birlikte gidecek. Çocuğa bu utancı lâyık görenleri sen utandır Allahım.” “Zavallı çocuk. Babası bir yerde, annesi bir yerde… Sence oğlundan ayrı kalmaya dayanabilir mi Zeynep?” Adam, “Zorunluluk kendi kurallarını koyar” dedi hor gördüğünü saklamadan ve sordu: “Kaç yaşma gelince babasıyla birlikte olabiliyordu… hatırlıyor musun?” Emine bir an düşündü ve “Ayşe’nin kızı Naime’den biraz daha küçük, Hadiye’nin oğlu Abdülminim’den biraz daha büyük… yani beş yaşında olmeılı şimdi. İki yıl sonra vesayet talep edebilir Yasin. Öyle değil mi, efendim?” Ahmet esneyip, “Zamanı gelince düşünürüz” dedi. “Adam daha önce evlenmiş, yani Zeynep’in evleneceği adam.” “Çocuğu var mıymış?” “Hayır. İlk karısından çocuğu olmamış.” “Muhammed Afit Bey belki de adamı bu yüzden uygun buldu.” Ahmet terslendi. “Mevki sahibi olduğunu da unutma” dedi. Emine karşı çıktı: “Bu bir mevki meselesi olsaydı, senin oğlunla kimse boy ölçüşemezdi.” Ahmet içerledi ve, çok sevdiği halde, Muhammed Afit’e içinden küfredip, “Unutma ki, dostluğumuz bozulmasın diye kabul etmedi istediğimi” dedi, arkadaşının onu teselli eden sözlerini tekrarlayarak. Derken, yeniden esnemeye başladı. “Lambayı götür” diye mırıldandı. Kadın kocasının emrini yerine getirmek üzere yerinden kalktı. Adam davranmadan önce güç topluyormuşçasına bir an için gözlerini yumdu ve sonra kalıp yatağa yöneldi. Uzandı. Kendini iyi hissediyordu artık. Yorgunken yatağa uzanmak ne güzeldi. Evet, başı zonkluyordu ama başı zaten hep ağrırdı. Şükretmeliydi. Katıksız huzur zaten geçmişte kalmıştı. Yalnızken, diye düşündü, bir daha asla geri gelmeyecek olan bir şeyin eksikliğini duyarız. Tıpkı kapıdaki küçük camdan içeri sızan cansız ışık gibi, solgun bir anı olarak geçmişten çıkıp gelir. Yine de Allaha şükretmeliydi. Herkesin imrendiği yaşamının keyfini çıkaracakü. En iyisi arkadaşlarının davetini kabul edip etmeyeceğini düşünmekti. Yoksa, yarının sorununu yarına mı bırakmalıydı?

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir