Kurumuş sel yataklarında, çırılçıplak kalmış vadi yamaçlarında av aramak, büyük bir sabır işiydi. Yeraltı yuvalarında yaşayan kazıcı hayvanların bıraktığı karmakarışık izler, ava çıkmış aç tilkinin başını döndürüyordu. Bazen gücünü toplayıp bir tarla faresinin yuvasını eşeliyor, bazen de, yağmurların iyice meydana çıkardığı bir taşın kovuğundan küçük bir araptavşanının sıçrayıp çıkmasını umutla, sabırla, uzun uzun bekliyordu. Böyle bir şey olsa hemen üzerine atılacak, işini bitirecekti onun. Aç tilki, av araya araya demiryoluna yaklaşmıştı. Bozkır boyunca, koyu, düz bir şerit gibi uzanan demiryolu onu hem korkutuyor, hem de kendine çekiyordu. Bu yolun üzerinde her iki yönde trenler büyük bir uğultu ile yeri sarsarak gelip geçer, rüzgârın savurduğu kara dumanlar ve keskin kokular bırakırdı. Akşam üzeri, tilki, telgraf hattının hemen yakınında, sık, kuru kuzukulaklarının bulunduğu bir dereye girdi. Burada, koyu kırmızıya çalan bol tohumlu sapların arasında, boz bir yumak gibi kıvrılıp yattı. Sinirli sinirli kulaklarını oynatarak, hafif esen yelin kuru otlarda çıkardığı hışırtıyı dinleyerek, sabırla gecenin gelmesini beklemeye koyuldu. Telgraf direkleri de vınlıyor, acı acı inliyordu ama bu onu korkutmuyordu. Direkler hep oldukları yerde durur ve onu kovalamazlardı. Gelip geçen trenlerin kulak patlatan gürültüsünden nefret eder, tren geçerken nefesini kısıp büzüşür, altında yerin uğuldayıp sarsıldığını bütün kaburgalarıyla hisseder, cılız vücudu zangır zangır titrer, o pis kokulardan tiksinir, korkar ama yine de kaçıp gitmez, gecenin gelmesini beklerdi. Çünkü geceleri demiryolunun daha sessiz olacağını bilirdi. Tilki buralara çok seyrek, ancak açlıktan kıvrandığı zamanlarda gelirdi. Tren gelip geçtikten sonra bozkıra tam bir sessizlik çökerdi. Yer göçmesinden sonra duyulan sessizliğe benzerdi bu sessizlik. İşte o sessizlik içinde de tilki, havadan, uzaktan uzağa, pek anlaşılmayan, belki de kendi kalbinden gelen başka bir ses duyardı. Alaca karanlığa bürünen manzarayı yalayarak gelen bu ses onu kuşkulandırır, korkuturdu. Çünkü hava akımlarının bir oyunu olan bu ses, havanın değişeceğine işaretti. Hayvan bunu içgüdüsü ile anlar, üzüntü içinde bir süre donup kalırdı olduğu yerde. Yaklaşmakta olduğunu hissettiği büyük felâket karşısında olanca sesiyle ulumak, ağlamak isterdi. Ancak, içindeki açlık, doğanın bu uyarılarını da bastırıyor, boğuyordu. Tilki, koşmaktan şişen, sızlayan tabanlarını yalaya yalaya, hafif hafif inlemekten başka bir şey yapamıyordu. O günlerde akşamlar soğuk olurdu. Sonbahar yaklaşıyordu çünkü. Geceleyin hava iyice soğur, sabaha karşı kırağı düşer, toprak bembeyaz bir tuzla halinde görünür, güneş doğunca kırağı erir ve her yer açılırdı. Bundan sonra da bozkır hayvanları için kıtlık, kaygı dolu günler gelirdi.. Yazın bile az görünen av hayvanları şimdi hiç görünmez olmuşlardı. Bazıları sıcak ülkelere göçmüş, bazıları yeraltındaki yuvalarına kapanmış, bir bölümü de kumluklara çekilmişlerdi. Şimdi her tilki, bu ıssız bozkırda tek başına dolaşarak bir lokma yiyecek arıyordu. Bu yıl doğan yavru tilkiler büyümüş, dağılmış, herbiri bir yana gitmişti. Çiftleşme mevsimine daha vakit vardı. Kış gelince bir yerlerde buluşup toplanacaklardı. Erkekler dişileri için, dünya dünya olalı yaptıkları gibi, birbirleriyle kıyasıya dövüşeceklerdi. Gece karanlığı çökünce tilki sindiği dereden çıktı. Bir süre durup çevreyi dinledikten sonra demiryoluna doğru koştu. Rayların bir sağına bir soluna geçiyor, yolcuların vagon pencerelerinden attıkları artıklar arasında yiyecek bulmaya çalışıyordu. Epeyce koştu yol boyunca. Önüne çıkan her şeyi koklayıp yokladı. Bir lokma yiyecek bulabilmek için iyice yoruldu. Pis, iğrenç kokular veren şeylere dokunmadı. Yolun iki yanı, çeşitli kâğıtlarla, tomar tomar gazetelerle, kırık şişelerle, sigara izmaritleriyle, ezilip bükülmüş konserve kutularıyla ve işe yaramaz öteberi ile doluydu. Bir defasında, kırılmamış ama ağzı açık bir şişeyi kokladı da başı döndü, boğulacak gibi oldu. Birkaç defa rastladı böyle şişelere ve her defasında tiksindi ve bir daha onlara hiç bakmadı. Pis kokular çıkaran o şişeleri görür görmez yolunu değiştirip onun uzağından geçiyordu. Açlık idi onu bu yola düşüren. Ama bunca çabaya, uğrunda korkusunu bile yenerek bunca yorulmasına rağmen bir lokma yiyecek bulamamıştı. Yine de ümidini yitirmiyor, dişe dokunur bir şey bulabilmek için, yolun bir sağına, bir soluna geçiyor, koşuyor ha koşuyordu. Tilki birden durdu. Baskına uğramış bir insan gibi, bir ayağı havada, bir süre öylece donup kaldı. O kıpırtısız haliyle, pek yüksekte olan solgun ay ışığında bir gölge gibi görünüyordu. Ona kuşku veren gürültü devam ediyordu ama henüz uzaktaydı. Kuyruğunu yine dik tutarak, havadaki ayağını basıp öbürünü kaldırarak, yoldan çıkmakla çıkmamak arasında tereddüt ediyordu. Sıçrayıp kaçmaya hazırdı. Sonra, demiryolu setinden ayrılmadan yürümeye devam etti. Yine yolun bir o yanına, bir bu yanına geçiyordu. Yüzlerce tekerleğin demire sürtünmesinden çıkan sesi çok iyi işittiği halde kaçmadı. Çünkü o dakikada aradığını bulacakmış gibi bir his vardı içinde. Ama tam bu sırada dönemeçten çıkan trenin arka arkaya bağlanmış iki lokomotifinin güçlü farları ışıldayıp karanlığı yardı, göz kamaştıran ışıklar bozkırı aydınlattı ve tilki, ateş görmüş pervane gibi, ne tarafa kaçacağını bilemeden çırpınmaya başladı. Tren korkunç bir hızla yaklaşıyordu. Havayı toz duman ve boğucu bir koku kapladı, şiddetli bir yel estirdi lokomotifler. Tilki güçlükle kendini yana attı. Arkasına baka baka ve yere yapışırcasına uzaklaştı oradan. O ışıklı canavar büyük bir uğultu ile geçti ve tekerleklerin takırtısı uzun zaman devam etti. Şimdi hayvan kaçıp durduğu yerde çırpınıyor, ama yine de, olanca hızıyla kaçıp kurtulacağı yerde oradan pek uzaklaşmak istemiyordu. Durup biraz soluk aldı, gücünü topladı. Demiryolu yine çekmeye başlamıştı onu. Çünkü, açlığını biraz olsun giderecek şeyi ancak orada bulabilirdi. Ama, karşıdan yine ışık göründü, yine iki lokomotifin çektiği uzun bir tren geliyordu üzerine doğru. Tilki bunu görünce bozkıra daldı, geniş bir yay çizerek koşmaya başladı. Trenlerin geçmediği başka bir yerden yine demiryoluna çıkacaktı… Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir… gider gelirdi.. Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği SarıÖzek uzar giderdi. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesafeler demiryoluna göre hesaplanırdı. Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir.. gider gelirdi… * * * Gece yarısında, biri, hızlı adımlarla demiryolu makasçı kulübesine doğru ilerliyordu. Önce yolun üzerinden yürüyordu ama trenin geldiğini görünce yol setinden indi. Elini yüzüne tutarak ve hızlı giden trenin çıkardığı rüzgârdan savrulan toz-dumandan korunarak yürüdü (Bu, özel bir ekspres idi. Bu trenler, özel bekçiler tarafından korunan bölgeye, Sarı Özek-1 kosmodromuna (uzay alanına) giderler, ileride özel demiryoluna saparlardı. Bu trenlerin vagonları her zaman branda bezleriyle örtülü olur, sahanlıklarda da silahlı muhafızlar bulunurdu). Yedigey, gelenin karısı olduğunu ve çok önemli bir haber getirdiğini hemen anladı. Önemli bir sebep olmasa o saatte gelmez, öyle yürümezdi. Karısının getirdiği haberi tahmin etmişti ve tahmini de doğru idi. Ama iş başında olduğu için yerinden kımıldayamazdı. Son vagon da gelip geçtikten ve o son vagonun sahanlığındaki memura elindeki fenerle “her şey yolunda” işaretini verdikten sonra, dönüp hızlı adımlarla karısının yanına geldi: – Hayır ola? dedi. Kadın heyecanlı, üzüntülü idi. Dudaklarını kımıldatıp bir şeyler söyledi. Yedigey onun söylediklerini işitmese de ne demek istediğini anlamıştı. İçine doğmuştu söyleyecekleri. – Rüzgârın karşısında durma, dedi ve onu kulübeye götürdü. Daha önce hissettiği ve karısının ağzından da duyacağı şey önemliydi ama o anda onu şaşırtan başka bir şey oldu. Karısının yaşlandığını, artık kocadıklarını evvelce de farketmişti. Ne var ki bu defa karısının biraz hızlı yürümekten nefesinin tıkandığını, göğsünden hırıltılar çıktığını, soluk aldıkça zayıf omuzlarının inip inip kalktığını görünce, pek üzüldü, yüreği parçalandı. Beyaz duvarlı kulübenin güçlü elektrik ışığında karısı Ukubala’nın morarmış yüzündeki derin kırışıklıklar pek belirgin görünüyordu (Oysa, onun buğday renkli yüzü ne kadar düzgün, ne kadar lekesizdi.. gözleri de her zaman ışıl ışıldı). Dişsiz ağzı da dikkatini çekti. Bu durum, kocamış bir kadının dişsiz kalmaması gerektiğini gösteriyordu (Onu çoktan istasyona götürüp ‘metal’ denilen dişlerden taktırması gerekirdi: Artık genç, yaşlı herkes metal diş taktırıyordu). Onun, başından kaymış yazmasının altından çıkarak yüzüne dağılan ap-ak olmuş saçları da yüreğini yaraladı. Karısının böyle yaşlanmasında sanki suç onunmuş gibi, “Vah çileli karım, nasıl da ihtiyarlattım seni!” diye geçirdi aklından. Yedigey, karısına büyük şükran, minnetdarlık duygusuyla susuyordu. Her şey için minnetdardı ona: Birlikte geçirdikleri uzun yıllar için, kocasına duyduğu bağlılık ve saygıdan dolayı geceyarısı istasyonun en uzak noktasına kadar uzun bir yol yürüyerek Kazangap’ın ölüm haberini getirdiği için… Çünkü Ukubala, uzak yakın hiçbir akrabalığı olmasa da, herkes tarafından terkedilmiş bu zavallı ihtiyarın ölümüyle yalnız onun içten ilgileneceğini bilirdi. İçeri girdiler ve Yedigey karısına: – Otur, biraz soluk al, dedi. – Sen de otur. Oturdular. – Ne oldu? Ne var? – Kazangap öldü. – Ne zaman? – Şimdi oradan geliyorum. Bir uğrayayım da, halini hatırını, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorayım, demiştim. İçeri girdiğimde ışığı yanıyor, o da her zamanki yerinde oturuyordu, ama sakalı dimdik, yukarı kalkık idi. Yanına yaklaşıp “Kazake!” [1] dedim. “Canınızın istediği bir şey var mı, sıcak çay ister misiniz?” diye sordum. Ama gördüm ki o çoktan… Ukubala sözünü bitiremedi. İnce ve kızarmış gözkapakları arasından yaşlar boşandı, içini çeke çeke ağlamaya başladı. Az sonra kendini tutarak devam etti konuşmaya: – Zavallının sonu bu oldu işte! Ölüp gitti, yanında gözlerini kapayacak biri olmadan… Şimdi hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve kesik kesik konuşuyordu: – Kimin aklına gelirdi böyle kimsiz, kimsesiz öleceği… Ukubala, “sahipsiz bir sokak köpeği gibi ölüp gitti…” demek istemiş, ama dilini tutup bunu söylememişti. Apaçık anlaşılan bu durumu sözle de belirtmesine gerek yoktu zaten. Yedigey, savaştan döndüğü günden beri Boranlı istasyonunda, bu küçük durakta çalıştığı için yörede Boranlı Yedigey olarak anılıyordu. Şimdi duvar dibindeki küçük sıraya oturmuş, kütük gibi ellerini dizlerinin üzerine koymuş, yüzü bulut gibi kararmış halde, sessizce karısını dinliyordu. Eskimiş ve yağ içinde kalmış demiryolcu şapkasının siperi de gölgeliyordu gözlerini. Ne düşünüyordu acaba? – Şimdi ne yapacağız? dedi Ukubala. Yedigey başını kaldırıp acı bir gülümseme ile karısına baktı: – Ne mi yapacağız? Ne yapılır böyle durumlarda? Gömeceğiz tabiî (Kesin kararını vermiş insanın tavrıyla ayağa kalktı). Sen şimdi hemen eve döneceksin, ama önce söyleyeceklerimi dinle.. – Dinliyorum.. – Varır varmaz Osman’ı uyandır. Bizim şefimiz olduğuna aldırma. Bunun hiç önemi yok. Ölüm karşısında herkes eşittir. Kazangap’ın öldüğünü söyle ona. Adam burada tam kırk dört yıl çalışıp çürüttü kendini. Kazangap burada çalışmaya başladığı zaman Osman daha doğmamıştı bile. O zamanlar dünyanın altınını versen kimse gelip çalışmazdı burada. Sarı-Özek’te diri diri gömülmek istemezdi. İti bağlasan bile durmazdı bu bozkırlarda. O çalıştığı süre buradan gelip geçen trenlerin sayısı başındaki kıllardan bile fazladır.. Hele bunu bir düşünsün. Aynen söyle.. Dur, bir şey daha söyleyeceksin. – Dinliyorum. – Her evin penceresini tıklat, herkesi tek tek uyandır. Zaten bir avuç insanız.. parmakla sayılacak kadar az, topu topu sekiz hane. Kazangap gibi bir adamın öldüğü gün kimse uyumamalı, herkes ayağa kalkmalı. – Rahatsız olmak, kalkmak istemezlerse? – Bizim işimiz haber vermek, gerisini kendileri bilir. Uyanmalarını benim istediğimi söyle. İnsan iseler vicdanları da olmalı.. Ha, bir şey daha.. – Dinliyorum. – Önce nöbetçi memura koş, bugün Şahmerdan nöbetçi. Ona durumu anlat, ne yapması gerektiğini düşünsün. Belki benim yerime bir gün için başka birini koyar. Bunu yapacaksa bana da bildirsin. İyice anladın mı söyleyeceklerini? Anlat ona. – Sen merak etme, hepsini söylerim. Ukubala dönüp gitmek üzere iken en önemli şeyi unutmuş gibi birden durdu: – Peki, çocuklarına haber vermeyecek miyiz? Ölen babaları.. Önce onlara haber vermemiz gerekmez mi? Yedigey’in suratı asıldı, kaşları çatıldı ve bir şey söylemedi. Ukubala bu sözünden kocasının hoşlanmadığını, canı sıkıldığını anlamıştı. Yine de kendini haklı göstermek için: – İyi de olsalar, kötü de olsalar, ölenin çocukları onlar, haber vermeliyiz, dedi. Yedigey elini havada sallayarak cevap verdi: – Biliyorum, biliyorum.. Onları düşünmedim mi sanıyorsun? Onlar gelmeden olmaz elbet.. Ama bana kalsa, hiçbirini sokmazdım rahmetlinin yanına..
Cengiz Aytmatov – Gun Olur Asra Bedel
PDF Kitap İndir |