Cengiz Çandar – Mezopotamya Ekspresi

jose Sararnago’ya takıldı gözürn. Nobel edebiyat ödülünü 1 998’de kazanmış olan Portekizli ünlü rornancı. Washington’dan Dulles Havaalanı’na giderken elirne geçirdigirn Washington Post gazetesinde jose Sararnago’nun öldügünü ögreniyor ve yaşarn öyküsünü okuyorurn. 19 Haziran 2010. Gazete “Began writing novels in his 50s; blended history, fact, fiction” (Roman yazmaya 50’li yaşlannda başladı; tarih, gerçekler ve kurguyu birbirine kattı) diye başlık atmış Sararnago’nun 87 yıllık ömrünü birkaç sözcükle özetieyebilmek için. K Bridge’ten (K Köprüsü) geçerken kafaını kaldırdıgırnda gözürn yeşillikler arasında masmavi akan Potornac Nehri’ne takıhyor. Aklırndan “daha zamanım var” duygusu geçiyor; kitaplar yazmak için. Sanki 87 yaşına dek yaşarnayı garanti altına alrnışırn gibi. Aklımda yazmayı çok uzun yıllardır tasarladığırn bu kitap var. Bir türlü yazarnadığırn ve aslında yıllardır yazrnakta olduğum, yazarnadığırn için zamanın gerisinde kalan, dünyadaki değişikliklerle birlikte habire içerigi de değişen ve o yüzden bir türlü yazarnadıgırn ve sürekli yazmaya devarn ettigirn bu kitap. 9 Saramago’nun yaşam öyküsünü okumaya devam ediyorum. Bir roman yazan olarak ün kazanmış olmasına ragmen keskin siyasi görüşlerinden ötürü tepki çektigini belirten satırlar ilgimi çekiyor. Neymiş keskin siyasi görüşleri? Yazı, bunların başına, “Bir defa İsrail’in Batı Şeria’daki işgalini ‘Auschwitz ve Buchenwald’da olanlarla aynı düzlemde görüyoruz,”‘ diyerek kınamış olmasını yerleştirmiş. jose Saramago’ya içimden bir sempati kabarıyor. Bazı romanları Vatikan’ı çok kızdırmış.


Öyle ki, l998’de Nobel aldıgı vakit Vatikan bunu “ideolojik gerekçelerle verilen bir ödül” olarak nitelemiş, Portekiz hükümeti Nobel kazanan tek Portekizli olmasına ragmen, Saramago’nun arkasında durmamış ve bunun üzerine Lizbon’daki evini muhafaza etmesine ragmen, Afrika kıyılarının açıgındaki İspanya’ya ait Kanarya Adaları’na yerleşmiş ve ölümüne dek orada yaşamış. Aklıma ülkemin tek Nobel ödüllü yazan (2006) Orhan Pamuk’un Türkiye’de içine sokuldugu durum geliyor. Orhan Pamuk, özellikle Nobel ödülünü kazandıktan sonra, kendisine yönelik tepkiler ve tehditlerden ötürü İstanbul’da adeta yeraltında yaşamaya başlamıştı. lyi tanıdıgım Orhan Pamuk’un, hiç tanımadıgım ve ölümünden bir gün sonra tanımaya başladıgım jose Saramago’ya bakıldıgında, bir “istisna” teşkil etmedigi düşüncesi zihnimi yalıyor. Sıradışı yazı adamları benzer tecrübeler yaşıyorlar, diye düşünüyorum. jose Saramago, tartışmasız, sıradışı bir yazar. Bana ve bu kitaba katkısı yazı yazmanın “sım”na ilişkin görüşü. Washington Post’ta hakkındaki yazının son satırını okuyunca, ‘Tamam,” dedim kendi kendime, “bu kitabı bunca yıldır yazamamış olmamın sırrını çözdüm!” Saramago, yazmak için “ilham”a inanmadıgını söylemiş l999’da: “llhama inanmıyorum. Ne oldugunu bile bilmiyorum … Yazmanın ilk şartı oturmaktır – oturduktan sonra yazarsınız.” lşte bu kadar. Oturmazsanız, yazamazsınız. Bu kitabı yazmayı ta l99l’de tasarlamıştım. Cumhuriyet ta10 rihinin en önemli buzlanndan birinin kınlmasında önemli rol üstlenmiştim. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “özel danışmanı” olarak, Irak Kürt muhalefet liderleri ile -en başta, Celal Talabani’yle- bağlantıyı ben sağlamıştım; Türkiye-lrak Kürtleri temasının kurulmasında ve daha sonra izlenecek politikaların belirlenmesinde önemli rolüm olmuştu. Celal Talabani, malum, daha sonra Irak tarihinin seçilmiş ilk cumhurbaşkanı oldu.

1992 daha da ilginç gelişmelere sahne oldu. Kitap için yeni malzeme birikiyordu. 1993’te PKK’nin ilk ateşkesi geldi; 16 Mart 1993. Ateşkes ilanının yapıldığı Lübnan’ın Bekaa Vadisi’ndeki Bar Elias kasabasında Abdullah Öcalan ile ilk kez görüştüm. ‘Tarihi” addedilen ateşkes ilanı açıklamasının üzerinden ancak dakikalar geçmişti. lki gün sonraysa, bir gece yansı Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile baş başa idim. Ona, Abdullah Öcalan’a ilişkin izlenimlerimi anlatıyordum, Türkiye’nin “Kürt sorunu”nun çözülmesi için ne yapılması gerektiğini konuşuyorduk. Bir ay sonra, Turgut Özal’ın Türki cumhuriyedere yaptığı uzun gezinin son ayağı olan Azerbaycan’dan dönerken kendisiyle bu konuyu son kez konuştuğumuz gibi. Ankara’dan ayrılırken, Cumhurbaşkanı, iki gün sonra İstanbul’da buluşup konuşmamıza devam edeceğimizi bildirdi. O Cumartesi günü, 17 Nisan 1993’te Turgut Özal lstanbul’a gelemedi. Aniden, beklenmedik biçimde, bu dünyadan ayrıldı. O günden sonra çok şey değişti. 1993’te kitabı yazınam için her türlü neden vardı. Ama ben oturamadım bir türlü. Saramago’nun dediği gibi “Önce oturacaksın ki, kitap yazabilesin.

” O yıl ve sonrasında, genelde hep tutkuyla geçmiş hayatıının en tutkulu dönemlerinden birini yaşıyordum: Bosna! Adeta kanımdaki Rumdililik alevlenmiş ve Bosna’nın peşine düşmüştüm. Bosna için bir şeyler yapmam gerekiyordu. Zaten “Turgut Bey”le de, son zamanlannda en fazla “beyin fırtınası”nı Bosna üzerinde paylaşmış, ortak zamanımızın büyük bölümünü Bosna için harcamıştık Bosna ile yatıyor, Bosna ile kalkıyordum. 11 1993-94 büyük ölçüde Bosna ile geçti. Neredeyse sadece Bosna ve Balkanlar okuyordum. Türkiye’de adım “Mr. Bosna”ya çıkmıştı. Tayyip Erdogan ile de ilk kez Bosna sayesinde karşılaştım. İstanbul’da bir Bosna dayanışma gecesinde kürsüye çıkıp yaptıgım konuşmayı “Biz Bosna’yız; Bosna biziz!” haykınşıyla bitirmiştim. Konuşmaını noktalarken, birden agzımdan öyle çıkmıştı cümleler. O cümlelerim bir süre yaygın biçimde kullanılan bir slogan oldu. Heyecanlı toplulugun alkışiarı arasında masama dönerken, masanın başındaki genç adamın da tebriklerini kabul ettim. Kürsüde benim yerimi o aldı. Hitabetinin gücü dikkatimi çekmişti, “kim oldugunu” sordugumda, “Refah Partisi İstanbul ll Başkanı Recep Tayyip Erdogan” diye tanıttılar, benim de onun konuşmasını tebrik edip, gecenin geri kalan bölümünde masada sohbet ettigim kişiyi. 1995, Bosna’ya savaş şartlarında beş kez gittigim “zirve yıl” oldu.

Bosna için kitap yazmam gerektigini düşünüyordum. Öyle bir kitabı yazmaya yeterli bilgi birikimim ve zihni hazırlıgım oluşmuş tu. Tarih hep oldugu gibi benden daha hızlı seyretti. Ben kitabı yazana dek Bosna, geçici de olsa bir tür çözüme baglandı ve gündemden düştü. O dönem Kürt sorununa ilişkin gelişmeler, Türkiye’de en kanlı dönemine girdi. Ben de Kürt sorunuyla yakından ilgilenmeye tekrar başladım. Bosna yazılmayı bekleyedursun, Türkiye’yi, Kürtleri ve Irak’ı kapsayan bir kitap yazma dürtüsü de geri döndü. Ne var ki, bu kez 1998’de Türk Genelkurmayı kaynaklı “Andıç” adı verilen komplonun hedefi oldum. Türkiye, 28 Şubat Süreci olarak nitelenen, “Postmodern Darbe” olarak popülerleşmesine benim de katkıda bulundugum bir askeri müdahale dönemi yaşıyordu. Dolayısıyla, tasarladıgım içerikteki bir kitabın ortaya çıkması açısından en elverişsiz dış şartlar oluşmuştu. 1999-2000 yıllarını Washington’da, bir akademik araştırma merkezi ile bir düşünce kuruluşunda geçirdim. Irak konusu hep gündemimdeydi. Amerika’nın Irak’la ilgili tüm siyasi şahsiyetleriyle ve Iraklı rejim muhalifleriyle ilişkilerim sür12 dü. 2003’te Irak Savaşı’nın çıkacağından hiçbir kuşkum yoktu. Irak’la ilgili gelişmelerin arka planını çok yakından izlediğim ve bildiğim için, Irak Savaşı’nın, bir başka deyişle Amerikan işgalinin gerçekleşmesi hiçbir şekilde şaşırtıcı olmadı.

Yeni Irak’ın kuruculanyla uzun yıllardır sahip olduğum dostluk ve tanışıkhk sayesinde, 2003 yılından başlayarak Bağdat’a ve Irak Kürdistanı’na defalarca gittim, yeni Irak’ın oluşumuna yerinde ve onu oluşturan unsurlada birlikte tanıkhk ettim. Kitabın yazılması artık ertelenemez bir zorunluluk olmuştu. 2004 yılında yazmaya başladım. Mart 2005’te 140 sayfaya ulaşmıştım ki, bir gün İstanbul’daki evim soyuldu; bilgisayariarım ve kitabın yedek kopyalarını içeren disketlerimin bulunduğu çantalanm çahndı. Kitap, haliyle uçtu gitti. Evimin soyulması Türkiye’de basında ve televizyonlarda geniş yer buldu. Siyasi amaçlı, komplo kokan bir soygun olduğu imasıyla verildi haberler. Ben, iyi niyetirole bunun adi bir soygun olduğu kanısındaydım. Hatta televizyon kanallanna çıkıp, “Sayın Hırsız, bilgisayarımda işinize yarayacak bir şey yok. Lütfen iade edin,” diye hırsızıma çağrıda bile bulundum. Nafile. Kürtlere duyduğum yakınlığı bilen ve bundan ötürü bana kızgın milliyetçiler, “lyi olmuş. Sen daha Kürtleri savun. Hırsızlığı yapan mutlaka Kürt’tür,” diye bana elektronik posta mesajlan gönderdiler. Gerçekten de hırsız Kürt çıktı.

Pervarili, 20’li yaşlarının başlarında bir delikanlı. Güneydoğu’daki evinden sökülmüş, lstanbul’a kadar savrolmuş ve suç örgütlerine bulaşarak hayatını kazanmaya çalışan bir sabıkah. Adı sanı belliydi ve soygun şebekesinin bütün elemanları yakalandığı halde, o nasılsa yakalanamadı. Bilgisayarım ve kitap geri gelmedi. “Çok da iyi olmamıştı zaten; daha iyi. Bir kez daha yazarım,” diye teselli buldum. O gün bugündür, Türkiye, Irak, Türkiye’­ deki Kürt ortamı, Ortadogu, dünya ciddi ölçüde değişti. Kitap, sürekli kafamda değişerek yazılmaya devam etti ama yazılı hale bürünmedi. Oturmadan yazılınıyor çünkü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir