David Guterson – Öteki

ARKADAŞIM JOHN WILLIAM BARRY, Doğu Kıyısı’nın Phillips Exeter’i ya da Deerfield’ının bizim şehrimize uyarlanmış hali olan özel bir akademide öğrenciyken, ben, Roosevelt’te (bize Tüyübitikler, Tazebiçilmişler ya da Sertsürücüler1 denirdi), Kuzey Seattle’daki bir devlet lisesinde okudum. Bütün gün sıramda pineklemenin ve öğlenleri Cowen Park’ta kafayı bulmanın yanı sıra, RL’nin atletizm takımında 880 -şimdilerde sekiz yüz metre ya da yarım mil deniyor- koşardım. Yerimi bulmuştum. Hızlı olmak da gerekmiyordu, bir uzun mesafe koşucusunun ciğerlerine sahip olmak da. Çoğu kez başvurmak istemeniz yeterliydi. 1972’de bir ikinci sınıf öğrencisi olarak, RL’yi 2:11:24’le temsil edecek kadar iyi bir yarım milciydim. Bunu bir bağlama oturtmak gerekirse, ’72’de yarım mil dünya rekoru 1:44:30’la Dave Wottle tarafından kırılmıştı. Roosevelt’in tüm zamanlar en iyi yarım milcisiyse, 97’de yaptığı 2:01:23’le Chris Vasquez’dir. Bu yarış, koşucuların, çoğu lisenin arkasında bulabileceğiniz kırmızı renkli oval pistin çevresinde iki kez dönmesini gerektiren bir yarıştır – bunları anlatıyorum ki kafanızda benim Vasquez’e yaklaşık otuz metre arayla yenilirkenki halimi canlandırabilesiniz ya da Wottle kollarını zafer edasıyla kaldırmış bitiş çizgisini geçerken, benim, tribünlerin ta öbür ucunda, son dönemeci 1 Sırasıyla “Teddies”, “Teds” ve “Roughriders”; Roosevelt’in 1899 basımı kitabının adı da The Rough Riders’dı. (ç.n.) 11 alırkenki halimi düşünebilesiniz. Her iki resim de benimle ilgili yararlı bir izlenim sağlayacaktır – vasatlıkla içli dışlı biri olarak. Bunun hem iyi, hem kötü yanları var. Bir yarışı, diğerlerinden daha net hatırlarım.


Yıl 72, yani başkan Nixon, ama sanki o ve geri kalan her şey, tüm dünya, Seattle’dan uzak, çok uzakmış gibi geliyor. 16 yaşındayım ve Peter Frampton’ınkiler gibi saçlarım var, Steve Prefontaine’inki gibi bir de bıyığım. (Bu bıyık yüzünden, okulda adım ‘Türk’e çıktı Camel’ın sigara reklamlarındaki adamdan sonra. Türk değilim, ama annemin, yüzünü hiç görmediğim babası, insanların şu Kara İrlandalı2 dediklerindenmiş, galiba ben de onun rengini almışım.) Üstümde kısa kesimli saten bir şort ve ‘Sertsürücüler’ yazısıyla süslenmiş bir saten forma, altısının süreleri benden daha iyi olan diğer yedi koşucuyla başlangıç çizgisine dizilmişiz. Yine de, şu sonradan uydurulmuş, kırk beş kilo ağırlığındaki annenin, bir Volkswagen’in ön ucunu, emekleme çağındaki ezilmiş bebeğinin üzerinden kaldırabildiği hikayesine inananlardanım, bugün ben kazanabilirim. Havanın nasıl olduğunu anlatmaktan vazgeçerek -koşu yolunun üzerindeki, yumurtadan yeni çıkmış susineği bulutlarıyla bunaltıcı bir öğle üzeri oluşunun ya da nemli, yeni biçilmiş çimen kokan rüzgarsız bir mayıs günü olmasının konuyla pek bir ilgisi yok çünkü- kısa kesip, her anlamda, in medias res3’e ge- , leceğim: Gözüpek ve epey çile çekmiş biz sekiz genç koşucu, bir lisenin koşu yolunda üçüncü dönemeci almaktayız, artık son 225 metreye girilmiş. Her zaman yaptığım şeydir – öne erken çıkar, beni orada tutma işini adrenaline bırakırım, ama sızlayan topuklar ve batıyormuşum gibi bir hisle, kazanmamak üzere lanetlenmiş gibiyimdir. Bir yarış, kendinizle sürdürdüğünüz bir konuşmadır, motivasyon nitelikti, ta ki biri sizden daha ileri gidip sözünüzü kesene dek; o andan itibaren sınırların araştırıldığı bir egzersize dönüşür. Kaybetmek, bin kişinin ölüp yalnızca kahramanın hayatta kaldığı bir filmi izlerken, sahneden silinenlerden biri olduğunuzu bilmek gibidir. 2 Amerika’da genellikle koyu kahve ya da siyah saçlı, buğday tenli insanlar için kullanılan deyim. (ç.n.) 3 Lal. “şeylerin/hikayenin/meselenin tam ortasına” anlamına gelen deyiş.

(ç.n.) 12 Doğru atletizm terimi ‘istifli koşmak’. Biz buyuz – birbirinden kolay kolay ayrılmayan bir grup koşucu. Biri habire nemli soluğunu omuzlarıma verir. Bir diğerinin sol kolu arkaya doğru savrulurken sağ dirseğime çarpar. Yanımdaki bir koşucu biraz öne geçer, otoyolda hemen yan şeritteki şoför sırf sizin tepkinizi görmek için sizi sollar ya, öyle işte – ben de paniklemiş halde bir bakış fırlatarak şansı var mı yok mu değerlendirmeye çalışırım. Henüz daralmadığından, koşusunu uzun adım benden daha kolay sürdürmekte, rahat rahat uygun zamanı beklemektedir. Yeni bir adrenalin dalgası yaratarak, bir çeyrek adım kazanırım, ama bu, gücümün son damlasına mal olmuştur. Bir yarım mil koşusunda, başlangıçtaki liderin yarışı bitirdiği nadir görülür. O daha çok liderlik deneyimini yaşamış olmak ister -bunun da payı var- ve bu sefer koşunun sonunda işlerin farklı olacağına dair bitmek bilmeyen bir umutla doludur. Kendimi hala o üçüncü dönemece girerkenki gibi hissediyorum: Bacak kaslarım ve ciğerlerim o güne kadar keşfetmemiş olduğum bir güce ve kapasiteye sahip olabilirmiş ve elbette bende o azim varmış gibi; içimdeki tüm kötü önsezilere karşın. Sonunda önsezilerin anlamlı olduğu ortaya çıkıyor; dönemecin tepe noktasında, artık kesileceğimi biliyorum ve işte bununla birlikte, kesilme gerçekleşiyor. Üç koşucu geçiyor beni, gitgide güçlenerek. Pişmanlıkla sızlıyor içim.

Neden başlangıçtan bitişe kadar yapabildiğimce hızlı koşmaktan daha iyi bir stratejim yok benim? Bütün enerjimi boşa harcadım, telafisi mümkün olmayan bir açık verdim. Ama planlamak denen şey yok ki bende, ben yalnızca koşmayı bilirim, aynen koçumun dediği gibi, duygularımı kanalize etmeden. Diğer koşucular yarı yol çizgisindeki -ilk turun bitiş yeri, arkadaşlarımız tarafından kamçılayıcı, takım arkadaşlarımız tarafındansa yüreklendirici bağırışların ve teknik tavsiyelerin vızır vızır uçuştuğu küçük bölge- düzlükte yeni yeni ilerliyor ve bir ritim tutturuyorlar, bense, daha şimdiden, tükenmemek için savaş veriyorum. Beraberimde sürüklediğim o bildik başarısızlık duygusuyla, altıncılığa düşüyorum. Derken, arka düzlükte, yedinci de beni geçmeye çalışıyor. Herhangi bir izleyiciye göre, kaybedenler arasında yapılan anlamsız, hatta dokunaklı bir savaş bizimkisi, ama benim için ora- da geçenler hayati önem taşıyor. İyi bir taktik olmamasına rağmen -böyle bir hamle sizi yavaşlatır- rakibi başka bir yönden değerlendirme eğilimine teslim oluyorum: Aynı benim gibi, saçları uzun; aynı benim gibi samimi; aynı benim gibi kanaatlerle hareket ediyor, evet, doğru sözcük bu – kanaat. Bir başka deyişle, bu koşucu benim doppelganger’im4 gibi bir şey. Hangi atletizm koçuna sorarsanız sorun: Yarım mil yarışı, henüz saflığından bir şey yitirmemiş mazoşistler içindir. Ne ani bir hızlanma, ne de bir uzun mesafe hikayesi duyarsınız – her ikisinin de en kötü niteliklerini taşır. Ün getiren bir yarış da değildir üstüne üstlük. Birçok kişi bir iki kısa mesafe koşucusumın adını -Cari Lewis mesela- ya da Roger Bannister gibi ünlü bir bir milciyi ezbere bilir, ama bu birçoklarının tek bir yarım milcinin adını söyleyebildiği görülmüş müdür? Romantik atletizm maceralarından bir teki bile yarım mille ilişkilendirilemez. 88.000 metrenin bitiminde diğer koşucuları yenmiş olmak, bırakın efsanevi olmayı, bir kenara not edilebilecek kadar bile önemli bir başarı değildir. Atletizm buluşmalarında, yarım mil yarışı daha çekici yarışlar arasında bir şekilde kaybolur – bu sayfa taraftarlar ellerindeki programı karıştırırken ya da bir lavaboya gidip gelene kadar kapanıverir.

Bu yarış arasına, bu yan gösteriye, yalnızca başka yerlerde bulabileceklerinden daha derin bir ıstırabın arayışı içinde olan koşucular ayak basar. Onların istediği acı çekişin kendisiyle savaşmaktır. Ele geçirmek iste-­ dikleri o sarsıntıdır, o ıstıraplı sınanıştır. Yaklaşık iki dakika süren kendini ölüleştirme ya da kişiye özel çarmıha geriliş işlemidir. Tüm yarım milciler, acıya karşı benzer şekilde bir sevgi duyar. Kısacası bir ima, bir açılıştır bu yarış. İki dakikada anlarsınız ne döndüğünü. Ne döndüğünü anladığım öğleden sonrayı anlatıyorum. Bir koşu yarışında olabilecek bir çeşit eşzamanlılık var ve bu şimdi oluyor. Birbirimize koşulmuş gibiyiz, ben ve bana yakın doppelganger’im. Koşucu tabiriyle, boy ölçüşüyoruz. Ben onu tartarken, hiç şüphe yok, o da beni tartıyor – bu arada kendimizi sürekli taze bir acının ortasına atıyoruz, yani iki tip algı söz konusu; acı ve zorlu bir mücadele veren diğer yarım milcinin yakın 4 Alm. Kişinin, görülmesi genellikle kötüye yorulan, büyüyle yaratılmış benzeri. (ç.n.

) 14 varlığı. Bu şekilde birbirimize paralel ve birbirimizi götürerek, kırk beş saniye boyunca ikimiz de ne öndeyiz ne arkada. 880’de burun buruna koşmak için çok uzun bir süre bu. Oksijen yetersizliği çektiğimden, her şey parlak ve şaşırtıcı görünüyor, başka zaman büyük ihtimalle göremeyeceğim şeyleri görüyorum. Burada, hemen yanı başımda benimle birlikte koşan kişi, benim bir uyarlamam. İkimiz de romantik bir biçimde koşumuzun yüceliğini hissediyoruz. Bunu nereden mi biliyorum? Onunla yan yana koştuğumdan. Bir de tecrübenin avantajı var. Aradan otuz dört yıl geçti ama ben hala eşimin, son beş metrede benden ayrılıp -bir çizgi filmdeki bir gölge ya da bir rüyadaki ayna görüntüsü gibi- beni nasıl dörtte üç adımlık farkla yendiğini hatırlıyorum. Yarışın bitiminde ben, iki büklüm ve tükenmiş halde, ellerim dizlerimde, boğuk boğuk soluyor ve yere bakıyorken, bana başlangıçta nezaket icabı olduğunu düşündüren bir şekilde elimi sıkmaya geliyor. Gayretli bir tutuş. İfade içten ve yarışın ardından yüz al al. Tavır dosdoğru, duruş bağırmak ister gibi. Muhteşem zaferin vücuda gelmiş hali bu; göğsü kabarıp inerken bir anlığına -formasında ‘Lakeside’ yazıyor-, gördüğümün, asillere özgü bir iyi niyet gösterisi, üstünkörü bakışları ve Viktorya çağından kalma yavan ‘İyiydi’leriyle bir mert delikanlı bozuntusu olduğunu düşünüyorum. Ama hayır.

Yalnızca hissettiklerini biraz hararetli bir şekilde aktarıyor ve gerçekten dürüst. Dikkate değer bir duyarlılık var, hayat kısa ve öylesine geçip gitmeyi istemiyor. ”Yardımın için sağol” diyor John William, derin nefes alma nöbetleri arasında. “Ölmek üzereydim.” Sonradan “Hoh5 münzevisi” olarak -bu bahar çıkan, makalelerinde benim de adımın geçtiği Seattle gazetelerinde, ondan böyle bahsediliyordu- anılacak ayrıcalıklı çocukla işte böyle tanıştım – yedi yıl boyunca ormanda yaşayan bu yalnız adam, aynı zamanda bana dört yüz kırk milyon dolarlık bir miras bıraktı. ADIM NEIL COUNTRYMAN. Duwamps’ta önceleri, belki de alaylı bir şekilde “Çok Yakında New York” anlamına gelen “New York Alki” denilen bu yağmurlu, yüksek teknolojinin kibrini taşıyan şehirde doğdum. Seattle telefon rehberinde benim5 Seattle’ da bir nehir. (ç.n.) 1 ‘i le birlikte on yedi Countryman daha var ve hepsi de benim akrabam – babamın iki erkek kardeşi, onların oğulları, torunları, evlenmemiş kızları ve benim iki oğlum. Kimi zaman hakkımızda dediğimiz gibi, birbirimize sıkı sıkıya bağlıyızdır. Yıllar boyunca aradan geçen ölümler, kazalar, aptallıklar ve bağımlılıklar çerçevesinde mesafeleri aştık. Öte yandan, çok içli dışlı olmaktan utanarak uzak dururuz, bu türden bir utangaçlık bir değer olabilirmiş gibi. Birbirimize asıl zor soruları sormaktan kaçınırız.

Bu bir genelleme elbette ama kendi yolunu çizmek isteyen bir Countryman, akrabaları tarafından -erkek tarafında bu evrenseldir- düz bir suratla, hatta bazen ikiyüzlülük gösterilerek onaylanır. Klan havasında olduğumuz kadar, mahremiyete de inanırız, sevdiğimiz birinin korkunç bir hata yapmakta olduğu apaçık ortadayken bile. Küçük bir çocukken, ablam Carol’la Laugh-In, Get-Smart ve The Man From U.N.C.L.E.’ı6 seyretmeyi severdim. Şehrin kuzeydoğusundaki bir çiftlik evinde yaşardık, annemin Carol’la beni kayıt odasından çağırmakta kullandığı interkom sistemiyle, kendi zamanına göre modern bir evdi ve bu evi babam yapmıştı. Ailem yaz tatillerini eyalet içinde geçirirdi, ara sıra Okyanus Kıyıları’na giderdik, yılda bir kez diğer Cavanaugh’lara katıldığımız -annem bir Cavanough’tı-, Sabun Gölü’nün7 çalılık iç kısmına8 ise her zaman. Sabun Gölü’nde şişme bir yatak üzerinde salınarak Tab9 içmek annemin hoşuna giderdi. Bir keresinde, rüzgar deniz topumu alıp götürmüş, ben farkına varana kadar bir çeyrek mil açığa uçurmuştu. Onu geriye annem getirmişti, nefes nefese kalmıştı ama çok atletik görünüyordu. Sekiz yaşındayken, onun Alpental’de10 bir çift kayağın üstündeki iddialı halini gördüğümde nasıl şaşırdığımı hatırlarım. Ben Alpental’e, Carol’la benim tüneller boyunca tepeden aşağı kaymamız ve bu süre boyunca büyüklerin elleri ceplerinde ayakta dikilmesi için gittiğimizi sanarken, annem kiralıklarını alıp teleferik koltuğunun tepesinde kaybolmuş ve ancak epey bir süre sonra, şık bir 6 ABD’de 1965-1975 yılları arasında yayınlanan üç televizyon dizisi.

(ç.n.) 7 Soap Lake. 8 ABD’de yetişen kokulu bir çalı türü olan Artemisia’dan söz ediliyor. (ç.n.) 9 Düşük kalorili bir enerji içeceği. (ç.n.) 10 Washington Eyaleti sınırları içinde bir kayak alanı. (ç.n.) 16 hokey sopasıyla babamın üstüne kar sıçratmak üzere belirmişti. Babam karları sanki smokin giyiyormuş da onun üzerine gelmişler gibi bir tavırla silkelemişti, onun espri anlayışı da buydu. Tıknaz, saçları biraz açılmış, uzun favorili, biri onu düzelttiğinde dudaklarını sıkan ve kuzenlerim arasında bowling kukaları gibi şişkin kollarıyla ün salmış bir adamdı.

Onun, üzerine devrilen bir ağaç yüzünden hasara uğrayan Cavanough’ların dik çatısında, dişleri arasındaki çekiçle baş aşağı vaziyette, sol eliyle uzanıp bir çiviyi kirişe, oraya sıkışana dek saplayışını hatırlarım. Babam öncelikle marangozdu, ama aynı zamanda hurdacılık yapardı. İşten eve hep kullanılmış buzdolapları ve dondurucular, çamaşır ve kurutma makineleri, halka halka plastik borular, bobinlerce artık tel getirir ve bunları atık malzemeden inşa ettiği sundurmanın altında depolardı. Yaşlandığında, bir Corolla kullanıyordu ama radyoyu pek dinlemiyormuş çünkü dediği kadarıyla, motorun sesini dinlemek çok daha ilgi çekiciymiş. Bir de banyoya girmeden önce Camel içmenin iyi geleceğine ilişkin bir hissi vardı. Orada sıkılmıyor musun, diye sorduğumda, bana Post-Intelligencer okuduğunu söylemişti; ölüm ilanlarından başlarmış, öncelikle tanıdığı birinin öbür dünyaya “tekmelenmiş” olup olmadığını görmek ve ikinci olarak, göçüp gidenlerin hayatlarını ve kendisinin geçip giden yıllarını kafasında evirip çevirmek için; ki kendi hayatına fazla hayıflanmaması gerektiğini hatırlayabilsin. Annem bir süre Merry Mavericks’le şarkı söyledi – Peter, Paul, and Mary görünümünde ama tınıları Up With People’a benzeyen bir düzine kadar adam ve kadın. Noel zamanı Seattle Merkezi’ndeki Yemek Sirki’nde sahne alırlardı. Annem solistti. Tiz notalara çıktığında sesi Judy Garland’a benzerdi. Sahneden kırmızı-yeşil saten elbisesiyle inip, Carol’la beni karamelli mısır almak için yiyecek tezgahlarına götürdüğünü hatırlarım. Carol ve ben bütün bunların sona ermesini iple çekerdik, çünkü biz sadece pop melodilerini seviyorduk. Satın aldığım ilk albüm, sekizinci sınıfın yazında, Bread’in On The Waters’ıydı, çünkü David Gates’in tiz sesiyle söylediği “Make it With You” beni etkilemişti. Marangozhanede, kendime düşük kalite cevizden hoparlör yuvaları yaptım, sonra da içlerine SpeakerLab’in tiz, bas ve 17 büyük de rigueur hoparlörlerinden kurdum. Kuzenlerimden biriyle böyle bir hoparlör setini bir bateri setine takas etmiştim, o da bana “Honky Tonk Woman”ın tamamen zillerle çalınan açılış bölümünün nasıl çalındığını göstermişti.

İki yıl boyunca, saati 2,65 dolara bir Meksika lokantasında bulaşık yıkadım, yaşı geçmiş ama hala formda bir cazcıdan aldığım bateri derslerini kısmen böyle finanse ettim. Odamdaki akvaryumla ilgilenir, ara sıra bovlinge gider, patenle hokey oynardım. Kızlara ilgim normal derecedeydi; bu açıklamamın, bu ilginin benim için vazgeçilebilir türden bir şey olduğunu gösterdiğini kabul ediyorum; bu yüzden, bunalımlarla ucuz karşılaşmalardan kapıp gelmiş bahtsız çocuklardan olduğumu ekleyeceğim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir