David Hume – Din Üstüne

Dinin Doğal Tarihi, ilkin, iki yüz yıldan fazla bir süre önce, 1757’de çıkmış, fakat bu eskilikten gelen saygınlığına karşın, tarihsel önemi her zaman yeterince anlaşılamamıştır. Hume’un birbirini tamamlayan iki yapıtı, Dinin Doğal Tarihi ile Doğal Din Üstüne Söyleşiler’in, bugün gevşekçe de olsa genellikle din felsefesi denilen şeyin başlangıcını oluşturduğu pekâlâ ileri sürülebilir. Dinin ve dinsel inançların elbette daha eski inceleyicileri de olmuştur, ama felsefenin bir bölümü olarak sistematik ve eleştirili bir biçimde ele alınışı, Hume’dan çok gerilere gitmez. Dinin Doğal Tarihi, karşılaştırmalı din incelemesinin ilk örneği sayılırsa Lord Herbert of Cherbury’nin 1663’te yayımlanan De Religione GentiliunTu, bunun bir habercisi diye görülebilir. Ancak, Hume’un yöntemi ve amacı, Herbert’inkinden öylesine ■aykırıdır ki, önceki yapıtın bu sonraki üstünde ne gibi etkiler yaptığını araştırmak pek faydalı olmayacaktır. Herbert, dinsel inançların bir çeşit ortak etkeni bulunduğu kanısıyla işe başlamıştır. Bu, insanlığın bir Üstün Tanrı inancına dayanan ve baştan sonra aklî ve ahlâkî olan özgün diniydi. Herbert dönüp de D. Hume, The Natııml Histoıy of Religion (Stanford Univ. Press, 1957), A Library of Modern Relıgious Thought; “Editor’s Introduction”. 13 mevcut dinlere bakınca, onların inanç ve uygulamalarının, bu saf ve kirlenmemiş ilkörneğin korkunç yozlaştırılmaları ve saptırılmaları olduğundan başka bir sonuca varamamıştı. Hume gibi o da, uygulanan dinin hem akla aykırı hem de yoz olduğunun bir sürü kanıtını ğörmüş, ama dinin özgün doğası hak-, kındaki görüşünden de vazgeçmemiş ve bu düşünce daha sonra yaradancılarm din hakkında besledikleri görüşler dağarcığına katılmıştır. Hume, sıkı bir ampiristten beklenebileceği üzere, yozluk ve akla aykırılığı, daha da açıklıkla görmüştür. Fakat onu, gerçekte insanlığın özgün dininin kaba bir çoktanrıcılık (bazen buna putatapıcılık demeyi de yeğler) olduğu inancına götüren de, tam bu özellikler olmuştur. Tanrıcılık (ya da tektanrıcılık) türlü sakınganlıklar ve sık sık gerilemelerle bu başlangıçtan gelişmiştir.


Din tarihini böyle yorumlayınca, yaradancılarm besledikleri kanı ayakta kalamamaktadır ve bize, Hume’un bu sonuç karşısında hayıflandığını düşündürtecek herhangi bir şey de yoktur. Hume’un elinde bulunan verileri yorumlayışı (ki bu veriler pek sınırlı, bazen yanıltıcı, bazen de yanlış idiler), zamanımızda çoğu antropologun ve birçok psikologun dinin kökeni ve gelişimi üstüne anlattığı tür öyküleri, uzun yıllar öncesinden haber vermektedir. Fakat gerek eski insan, gerekse çağdaş ilkel insan hakkında kanıtlar biriktikçe, öykü daha az karmaşık olmak yerine, daha çok karmaşıklaşmaktadır. Hume’un dinin gelişmesi üstüne açık gerçekler saydığı görüşlerin, şimdiki bilgi durumumuzun besbelli sonuçları diye düşünülebileceği, muhtemelen şüphelidir. Bazı halklar arasmda, ne denli katışık olsa da, çoktanrıcılıktan daha eski olabilecek bir tektanrı inancınm bulunduğu yolunda hiç değilse birtakım kanıtlar vardır ve bu ilkel tektanrıcılık, Hume’un onaylamakla mutlu olacağından daha derin düşünceli bir dünya ve yaşam görüşüne dayanmış olabilir. İnanışların, özellikle de dinsel inanışların zaman boyunca daha az uygarca bir durumdan daha çok uygarca bir duruma doğru yetkin bir düzen ve düzlükle geliştiği fikri, ne denli karşı kanıtlar olsa da, kafalarımıza pek yatmaktadır. Hume da, tan14 rıcılıkla çoktanrıcılık arasında belli bir “gel-git” olduğunu kabul etmekle birlikte, böyle düzenli bir gelişme kalıbı bulma tutkusundan bağışık değildi. Fakat, Hume’un tahmin ve çıkarımlarının doğruluk derecesi, pek ilginç bir sorun değildir. Çok daha önemli olanı, onun dinin genel niteliği hakkmdaki görüşü ve bu niteliği saptamakta kullandığı yöntemdir. Dinin gelişmesiyle ilgili olgular üstüne bilgilerimiz, son iki yüz yılda dehşetli büyümüştür. Bununla birlikte, Hume’un dinin genel niteliği hakkmdaki yargılarının (isterseniz, bizim kendi yargılarımızın da) bütünüyle böyle olgusal bilgilere dayandığı, doğruluğu kendiliğinden belli bir şey değildir. Dinin Doğal Tarihi’nin öneminin bir bölümü, çözümlenince, bunun nasıl ve niçin böyle olduğunu çoğucası göstermesindendir. Günümüzde Dinin Doğal Tarihi’nin yeniden basılması, hiç kuşkusuz, öneminin takdir edilmesi anlamına gelmektedir. Fakat aynı zamanda, bazıları, bunun çağdaş dinbilimini aydınlatacak bir metin diye sınıflandırılmasını tuhaf karşılayabilirler. [Aslında bu yazı, baştaki notta belirtildiği üzere, Dinin Doğal Tarihi’nin “Çağdaş Din Düşünüşü Kütüphanesi” adını taşıyan dizideki basımına önsözdür.

–Çev.] Hume’un zamanının açıkça dindar olan ve dinbilimle uğraşan düşünürleri, bu yapıtı yıkıcı ve tehlikeli bulmuşlardır. Örneğin, ünlü Warburton, Hume’un yayımcısı Andrevv Millar’a, “bu yapıtın amacı, dinin yerine, bir tür tanrıtanımazlık olan doğacılığı (naturalism) koymaktır” diye yazmak gereğini duymuştur. Onsekizinci yüzyıl ortasının dindar kamuoyunun çoğunluğunun gözünde, Dinin Doğal Tarihi, iyimser bir bakışla fazla kuşkucu, karamsar bir bakışla ise tam bir rezaletti. Bizim bugün din hakkında ne söylenip ne söylenmemesi gerektiğiyle ilgili daha yumuşak tutumumuza karşın, bunlara benzer duygular yine de uyanabilir. Dinbilimciler şimdilerde, tehlikeli kitapları mahkûm eden yazılar yazmaya daha az hevesli olabilirler, ama dindar kişi, din-karşıtı bir kitap görünce tanıyacağından daha az emin değildir. Böyle biri, bu yapıtı, niçin bir çağdaş dinbilim örneği sayması gerektiğini anlamakta güçlük çekebilir. 15 Hume, Dinsizler Derneği (Rationalist Press Association) üyesi bir yazar gibi din-karşıtı bir tutum sergilememektedir. Dinin Doğal Tarihi’nin ilk paragrafında demektedir ki, “Doğanın bütün çatısı, zeki bir Yaratana tanıklık eder ve akıllı hiçbir araştırıcı, ciddi bir ölçünmeden sonra, gerçek Tanrıcılık ve Dinin birincil ilkelerine inanmaktan bir an bile uzak kalamaz.” Fakat, (bulanıklıktan arınmış olmamakla birlikte) bir inanç açıklamasına yaklaşan bu sözleri, Doğal Din Üstüne Söyleşiler’de yaptığı eleştirilerle tartmamız gerekir. Bu konuda bizim isteklerimiz ne olursa olsun, Prof. Norman Kemp Smith’in, “Hume’un inancının olumlu içeriği hakkında söylenebilecek en cömert şey, bunun pek sınırlı kaldığıdır” yargısını paylaşmaktan kaçınmakta güçlük çekeriz. Hume’un “gerçek Tanrıcılık ve Dinin birinci] ilkeleri”ne sahiden saygılı mı olduğu, yoksa yalnızca bazen çağınm uylaşımları çerçevesinde çalışmak mı istediği, geniş ölçüde biyografik ilgi alanına giren sorulardır. Bize kalan, kanıtın kendisi ve yadsınmaz bir olgu olarak, dinsel düşünüş üstüne yaptığı çeşitli yönlerdeki etkileridir. Hume’dan onun onsekizinci yüzyıldaki hasımlarının öfkesine tutulmayacak kadar güvenli bir uzaklıkta olabiliriz, ama onun savlarının açığa vurucu ya da önemli sonuçlar doğurucu yanlarından bizi güvenli tutmaya yetecek hiçbir uzaklık yoktur.

Dinin Doğal Tarihiyle uzun uzadıya uğraşmaya değer; çünkü bu deneme, büyük bir filozofun din yorumunda yaptığı bir ustalık gösterisidir. Böyle bir yorum, sonuçlarını nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, kendi başına da önemlidir. Fakat bunun ötesinde, felsefenin dinle ilişkisi gibi âcil ve çapraşık bir sorun hakkında, içerme yoluyla da olsa, kafalarımıza açıklık sağlamaya yardım edebilir. Dinin Doğal Tarihi üstüne sorulacak en besbelli, ama bu nedenden ötürü en basit olmayan soru, Hume’un tam ne yapmaya çalıştığıdır. Denemesinin hemen ilk cümlesinde buna bir cevap başlangıcı vardır: “Dinle ilişkili her soruşturma son derecede önemli olmakla birlikte, üstünde durmamız gereken özellikle iki soru vardır. Dinin akıldaki temeli ve insanın doğal ya16 I »ısındaki kökeni.” Bu soruların ilki, Doğal Dm Üstüne Söyleşiler’m konusudur; Dinin Doğal Tarihi’ndeyse, Hume dikkatini İkinciye çevirir. Bu bölmenin sonuçlan oldukça ilginçtir. Herhangi bir inanç hakkında sorulabilecek iki tür soru bulunduğunu söylemek, pekâlâ doğru görünmektedir: birincisi, nasıl ortaya çıktığı (“neden”i), İkincisiyse, ona inanmanın sebeplerinin neler olduğu (“gerçekliği). Örneğin, belirli bir halkın ya da grubun ahlâk uygulamaları ve uylaşımları hakkında, bazen bunlara benzeyen sorular sorarız. Antropologlar (ve belki psikologlar) ile birlikte, onların ahlâk kavramlarının nedenlerini ve kökenlerini belirlemeye çalışabiliriz. Ya da filozoflar ve dinbilimciler ile birlikte, bu gibi kavramların nasıl temellendirilebileceklerini ya da bunların “akıl”da herhangi bir v/dayanak”ları olup olmadığını araştırabiliriz. Bu iki tür sorudan ilkinin salt “bilimsel” olduğunu ve gerçek cevapları hakkında sonul herhangi bir anlaşmazlık çıkamayacağını düşünmek eğilimindeyizdir. Bir kez bütün olguları, bütün ilgili olguları toplayınca, cevaplar dümdüz ve tartışma kaldırmaz olmalıdır. (Hume’un bir başka bağlamda yazdığı gibi, “… her durum, her ilişki bilindikten sonra, anlama yetisinin bundan öte işleyecek yeri kalmaz…”) Ayrıca, belirli bir inancın hangi vesileyle ortaya çıktığını ya da nedenini veya (gözleme yahut çıkarıma dayalı) güdüsünü bilmenin, ona niçin inanıldığının “gerçek” sebebini bilmek olduğunu da düşünmeye eğilimliyizdir.

Onun içindir ki, dinsel inanç ve uygulamaların kökenini belirlemenin, insanların niçin dinsel inançlar beslediği ve dinsel uygulamalara giriştiği sorusunu cevaplandırmak olduğu sonucuna varırız.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir