Elsa Triolet – Beyaz At

Polkayı kadril izledi ve dansa davet sırası kızlardaydı bu sefer. Aman ne terliyorlardı! Sadece çocuklar mı, salonda çepeçevre oturan anne babaları da. Dışarıda, şanına layık bir ağustos güneşi, Kursaal önündeki çimenliği kavuruyordu adeta. Ortalık çiğnenmiş ot kokuyordu. Çocukları ikişer ikişer sıraya dizip, başlarında bando, kaplıca şehrinin anacaddesi boyunca gezdirmişlerdi; sonra da getirip bu çimenlikte, Kursaal’in önünde, kendi aralarında oynamaya bırakmışlardı bir süre. Kolalı elbiseler, İngiliz nakışları, sırttan düğümlü pembe ve gök mavisi o güzelim eşarplar, denizci yakalan, kusursuz taranmış saçlar, kısa uzun pantolonlar., sıcaklık, oyunlar ve güneş birazcık da olsa hakkından gelmişti bütün bunların. Normal zamanda ellerinde bir bardak, mucize bekledikleri kaynağı kuşatan kapalı galerinin altında bir gider bir gelir gördüğünüz Kur-gaste çocukları için tertiplenen bu şenlik, Kursaal’deki dansla sona ermekteydi. Güleryüzlü bir şefin yönettiği orkestra ilk parçaya girdiğinde^ çocuklar, en küçükleri gibi en büyükleri de, bir yandan limonata içmeye, bir yandan da, her biri kendi aklına estiğince, dönmeye koyulmuşlardı. Şenliğin organizasyonundan sorumlu olan ve etrafa neşe saçan sayın bay, orkestranın şimdi bir kadril çalacağını bildirmiş ve hemen ilk figürlerden sonra da küçük kızlara erkek arkadaşlarını dansa davet etmelerini salık vermişti. Bunun üzerine orkestra bir valse başladı. Hani, saçları bütün öteki kızların saçından daha başka şekilde kumral, dizlerini açıkta bırakan beyaz pike etekliğinin altında bacakları ince uzun ve cilalı iskarpinleri bilekten bağlı o güzel kızın kendisine doğru ilerlemekte olduğunu gördü Michel. Yüreği ağzına geldi. Kızın, ense hizasında kocaman siyah bir tokayla tutturulmuş saçları taa beline kadar rahat rahat dökülmekteydi.


Boynundaki küçük,altın zinciri ve siyah kirpikli lacivert gözlerini artık iyice seçebiliyordu Michel ve tam o sırada, kıpkırmızı, soluk soluğa, saçları darmadağın, beyaz elbisesi biraz önce üzerinde otururken ezdiği otlardan yer yer yeşile boyanmış bir kız, nereden çıktıysa, bir kasırga gibi çöktü üzerine, cayır cayır yanan ufacık avcuyla elini yakalayıp: —Ben sizi davet ediyorum! Sizi davet ediyorum!., diye haykırdı. Güzel kız o zaman, ona doğru gelmiyormuşçasına çevirdi gözlerini, iki adım daha attı, ve beyaz denizci kostümünün içinde iyice tombullaşan esmer bir çocuğu dansa çağırdı. Böbürleniyordu ki şişko artık, kurumundan geçilmiyordu! Saç gibi örülebilecek kadar uzun kirpikli siyah gözlerini, baygın baygın, bir o yana bir bu yana çevirmekteydi. Oysa doğru dürüst dans etmesini bile bilmiyor, ikide bir dizlerini büküp dönmeye çabalıyordu kakavan, vals öyle mi yapılır!. Ve zavallı güzel kız, dudaklarında soğuk bir büzülme, onunla dönüyordu. —Buradayım ben, burada! Niye öyle hep arkana bakıp duruyorsun sanki? Fransız’sın, biliyorum! Ben de Fransız’ım ama, ben de!. Nihayet bitmişti vals. Kırmızı suratlı kızı derhal bıraktı Michel, ve sırtını dönüp, başı önünde, kendisini dansa davet etmesine ramak kalan kızı gördüğü yere doğru seğirtti. Başıyla bir kadının karnına tosladı; devam edecekti ki, kadının beyaz etekliğinin hemen yanında, ince uzun bacakları ve cilalı iskarpinleri gördü. Şöyle bir çekidüzen verdi kendine, annesinin otel ahbaplarını adeta büyüleyen ve o emsalsiz Fransız nezaketi hakkında durmadan konuşturan havasına bürünüp: —Özür dilerim, madam, dedi. Sonra kıza dönüp sordu: Benimle dans eder misiniz? Kadın hep gülümsüyordu. —Şimdi gitmem gerekiyor., dedi kız. Hep gülümseyen kadına bir göz attıktan sonra ekledi: Ama isterseniz benimle tenis oynamaya gelebilirsiniz. Yarın sabah saat onda, Kursaal kortlarında.

II Michel tek başına gelmişti şenliğe. Her zaman her yere tek başına giderdi. Elleri ceplerinde, yürümeye başladığından beri tek başına gezerdi hep; on yaşını çoktan doldurduğu şu sırada haydi haydi… Oğlunun yanında yabancı bir kimsenin sürekli varlığına razı değildi annesi, kendisi de pek fazla vakit ayıramıyordu Michel’e. Ama bu, çocuğun başıboş bırakıldığı anlamına gelmiyordu tabii. Oğlunun maddi rahatlığını daima gözetirdi annesi; bütün gezilere ve otel hayatına rağmen, Michel vaktinde yer, vaktinde yatar, vaktinde kalkardı. Jimnastik, yüzme, tenis hocaları olmuştu daima. Ama bunların dışında, kendi başının çaresine bakması gerekiyordu. Bakıyordu da pekâlâ; öyle ki, beşikteyken kendi altını kendi değiştirmeye yönelse becerebilirdi, diyordu annesi. Michel’in annesi, ufak tefek, esmer, yüzünde cuk oturmuş benleri olan, omuzları ve göğüsleri yuvarlak, ince belli bir kadındı. Düzgün kaşların altında, irisi gözbebeğinden ayıramayacağınız kadar siyah gözlerinin donuk, dalgın, kararsız bir bakışı vardı. Üst dudağı hafif tüylüydü, sık sık titrer ve ona, yüzünü buruşturuyr’rmuş gibi biı eda verirdi. Annesinin kokusuna bayılırdı Michel; o kadar ki, bir kere kucağına oturup da burnunu boynuna gömmeyegörsün, oğlanı oradan ayırmanın imkânı kalmazdı. Kendi öz kokuşuydu bu annesinin; yürüdüğü vakit etrafında dalgalanan ve bir yere oturduğu vakit değdiği her şeye bulaşan öteki kokuyla hiçbir ilgisi yoktu. Michel, başını döndüren o öteki kokudan nefret ediyordu. Ama bunun, keder dağıtan bir ilacın kokusu olduğunu söylemişti annesi; ve kederin, insana çok acı veren bir şey olduğunu ve acı çekmemek için de bu ilacı kullanmak zorunda olduğunu söylemişti.

Küçükken karnı ağrıdığı zamanlar karnını ovaladığı merhemleri andıran kahverengi bir pattı ilaç. Çünkü bir zamanların Mabilla’sı Julia Vigaud’nun büyük bir kederi vardı: Henüz yirmi yaşında, şöhretinin do-ruğundayken, yüzyılın en güzel seslerinden biri olan sesini kaybetmişti. Korkunç bir kaza sonucu. Uzun süre doktordan doktora koşmuş, art arda bir alay tedavi görmüş, ummuştu. Ama umuda yer kalmayınca, artık o eski büyük Ma-billa değil, sadece Julia Vigaud olduğunu unutmak için gelişigüzel taşkınlıklar, hatta çılgınlıklar yapmaya koyuldu. İşte bu çılgınlıklardan biri de, Michel’di. Tatlı çılgınlık ama: Kumral kıvır kıvır saçları, açık renk gözleri, çiçek gibi bir ağzı vardı; ve büyüyordu durmadan… Önce küçüğü sonra babasını mı sevmişti Julia, yoksa tam tersi mi olmuştu; önemi yok. Önemi olan şu ki, kaybolmuş sesiyle Mabilla’yı kısa zamanda unuttu; ama aşkı keşfetti. Gözleri kamaşarak. O sıralarda Buttes-Chaumont yakınlarında ufak bir evde oturmaktaydı. Küçük bir de bahçesi vardı evin; ve Mic-hel, elinde küreğiyle kovası, orada oynardı. Evde de oynardı Michel. Halılar vardı evde, çıplak bacaklarım tırmalayan halılar; hele, duvara asılı bir büyük halı vardı divana kadar uzanan. Durup dururken düşerdi Allah kahretsin, ve annesi divana çıkıp yeniden mıhlardı yerine. Bazen de Michel inadına çekerdi halıyı, ve öyle bir öfkelenirdi ki annesi sormayın! Bir de, Michel iskemlelerin örtüsünü çektiği vakit kızardı annesi.

Aynı odada parlak kocaman şeyler de vardı, içine vurduğunuz vakit çınlayan; annesi hemen alırdı elinden bunları, oyuncak değillerdi. Dokunur dokunmaz sesler çıkararak kımıldamaya koyulan oyuncak bebeklerin kafasını koparmasına da müsaade yoktu… Mutfakta Clemence olurdu hep. Clemence’ın bir kuru pasta ya da bir elma vermeden önce onu her seferinde kollarının arasına alıp soluksuz bırakıncaya dek bol sulu öpücüklere boğmasına rağmen, mutfağa gitmeye bayılırdı Michel. Ve bu öpücükleri, muradına erebilmek için çekilmesi şart bir çile olarak kabul ederdi, başka çare var mıydı! Zaman zaman da bir adam çıkar gelirdi eve, ceketi pırıl pırıl güzel düğmelerle dolu bir adam. Michel’i omuzlarına alıp evin içinde gezdirir, annesi yatağa yatırınca da gelip iyi geceler dilerdi. Böyle geceler, genellikle bulaşığı yıkar yıkamaz ortadan kaybolan Clemence, büyük odadaki divanda yatardı. Annesi ortadan kaybolurdu böyle geceler… Annesi gittikten sonra, Clemence, Michel’e, hem de yatağına kadar, koz helvası, bisküvi, çikolata getirir ve mutfak seanslarını mumla aratacak şekilde öpmeye koyulurdu oğlanı. Bu da bittikten sonra büyük odaya geçerdi Clemence, ve oradan gürültüsü gelirdi. Ama kadının son bir kez daha geleceğini adı gibi bilirdi Michel; mahsus uyumaz, beklerdi. Clemence’ı, tıpkı kendisininki gibi upuzun bir geceliğin içinde ve kolları çıplak görmek öylesine hoştu ki! Gelmesine annesi de gelip eğilirdi Michel’in üzerine, ve annesinin de kolları çıplak olurdu ‘geceleri; ama Clemence başkaydı, annesi başka. Michel’in ikinci dünyası sokaktı. Seçtiğiniz yöne göre iniş ya da yokuş diye adlandırılan bir sokak… Annesi bazen mahallede alışverişe onu da götürürdü; hatta bir keresinde, büyük bir mağazada kaybetmişti Michel’i! Hıçkırarak döndü eve; ve oğlanı, kapının önündeki basamağa oturmuş, kendisini bekler buldu. Üç yaşında bile değildi henüz. Böylece, Michel’i tek başına sokağa bırakmakta hiçbir sakınca kalmamış oluyordu. Zaten bütün komşular, bakkal, kömürcü, çerçi kadın, sedef düğme atölyesinde çalışan işçiler ve dörtyol ağzındaki trafik memuru (daha öteye geçmeye hakkı yoktu), tek kelimeyle bütün dünya, Mic-hel’i tanımakta ve gözetmekteydi… Ama Michel’in asıl bayıldığı şey, Pere-Lachaise mezarlığındaki gezintilerdi.

Ju-lia Vigaud, annesiyle babasının mezarını ziyaret için gidiyordu kabristana. Üzeri taştan bir kubbeyle örtülü lüks bir mezardı bu: Her ikisi de Mabilla’nın büyük başarı kazandığı sırada ölmüşlerdi. Allahtan! Parisli zavallı halıcıyla Tou-louse’lu güzel karısının nasıl da göğüsleri kabarırdı kızlarından dolayı. Yaşayıp da kızlarının bu halini görmelerindense, vaktinde ölmüş ve böyle güzel bir mezara gömülmüş olmaları çok daha iyiydi, öyle değil mi. Pere-Lachaise’e öylesine tutkundu ki Michel, dörtyol ağzındaki trafik memurunu katiyen aşmamak emrine rağmen, bir gün dayanamayıp, mezarlıkta tek başına bir gezintiye çıktı. Gezinti değildi bu aslında, tam.bir keşif seferiydi. Ve beş yaşındaki bir çocuk için inanılmaz bir yolunu şaşırmama kabiliyeti vardı Michel’de! Bütün günü kabristanda geçirdi. Evleri kendi boyuna göre biçilmiş, çiçek ve resim dolu, ve annesinin melek dediği iriyarı hareketsiz kişilerin oturduğu bir şehirdi Pere-Lachaise. Ancak geceleyin, açlığa dayanamaz hale gelince döndü eve. Gözyaşları içinde bir anne tarafından karşılandı; ve hayatında ilk ve son defa olarak, yemek yerine, güzel bir kötek yedi… Bütün mahalle ayağa kalkmış; komiser, çoktan öteki komiserlerle temas kurmuştu; Clemence, müthiş bir sinir krizi geçirmekteydi. Michel’in babası aşağı yukarı bu sıralarda öldü. Okyanusların ötesinde bir yerde… Daha kocasının sağlığında afyonun tadını tatmış olan Julia, uyuşturucu maddelere gömülmeye şimdi hepten hazırdı. Bir göçebe hayatıdır başladı artık. Uyduğu tek kural Michel’di Julia’nın.

Hayatının özüydü Michel; kendini hepten kapıp koyvermesine, uçurumun dibine kadar yuvarlanmasına engel olan sebepti. Ve ilişki kurduğu erkekleri daima uzak tuttu Michel’den, zaten kendisi de pek farkına varmıyordu onların: Kalbinde birden fazla aşka yer yoktu. Gezdi, kumar oynadı, afyon çekti durmadan. Monte-Carlo, Biarritz, Venedik, Madrid, Londra… Ve Michel, ayağında taa bebekliğinden beri giydiği bir uzun pantolon, annesiyle karşılıklı lokantaya kurulup iki yemek arasında Les Belles Images’ı ya da Le Jeudi de la jeunesse’i okumaya koyulduğunda öylesine bir erkek tavrına bürünürdü ki, görüp de gülmemenin imkânı yoktu! Ama buna karşılık annesini sürekli gözetmesi, onun adına yemekler seçip örneğin yere düşmüş bir mendilini görmesi ve hemen eğilip alması tabii ve lokantadan çıkarken çantasını veya manşonunu unutup unutmadığını akıl edip bakması, öylesine dokunaklıydı ki… Zaten öteden beri gayet iyi anlaşmışlardı. Annesi, mecbur kalmadıkça, sevmediği bir şeyi yapmaya zorlamazdı Michel’i; dakik olmasını isterdi ondan sadece (yüzme dersine gecikmesi veya yataktan aklına estiği zaman çıkması, yasaktı), ve sağlığına dikkat etmesini. Yani sabah kalkar kalkmaz ve akşam yatmadan önce temiz temiz yıkanmasını. Bir de tabii Michel’in, annesi ilaç aldığı zamanlar onun istirahatine saygılı olması gerekiyordu; ve bu saygının bir ödülü vardı: Keyfince eğlenip gezmek. (Zaten Michel, gözü dışarıda hizmetçi kızlardan ve kıt kafalı mürebbiyeler-den çok daha makuldü aslında!) Ve annesi yarı karanlık bir odada uzanmış dinlenirken, yan odada Michel, kendi kendine icat ettiği oyunlarla saatler geçirir; canı mı sıkıldı, otelin holüne iner, iner inmez de bir alay çocuk ve bir alay büyükle tanışıp onlarla oynamaya devam ederdi. Garsonun ardına takılıp otelin restoranındaki masalara çatal kaşık yerleştirmeye başlamazsa tabii! Veya resepsiyonun arkasına geçip müşterilere anahtar vermeye koyulmazsa… Nitekim hiçbir hocanın yardımı olmaksızın, İngilizceyi bir İngiliz, ltalyancayı bir Italyan, Ispanyolcayı bir İspanyol gibi konuşmayı böyle öğrendi Michel… Dilini konuşabilmesi için bir ülkede iki-üç ay kalması yeterliydi. Ve aşağı yukarı bir aydan beri Bad K… şehrindeydiler ya, Almancayı da kıvırmaya başlamıştı şimdi! Almanya’ya ilk olarak geliyordu Michel, annesinin tedavi olması gerekiyordu: Kalbinden şikâyetçiydi. Yazın, hava güzel olduğu vakitler, kırdaysalar ormana gidiyor ve bütün gününü, rastlarsa başka çocuklarla, olmadı tek başına, orada geçiriyordu… Deniz kıyısındaysalar, suyun içinde geçiyordu günleri, balıkçılarla tanışıyor, onlarla balığa çıkıyordu… Sadece büyük şehirlerde tek başına dolaşması yasaktı. Ufukta tek karanlık nokta vardı: Koleje gidecek, yani, annesinden ayrılacaktı. Ama annesinin yüzünü kara çıkarmak istemiyorsa, dayanması lazımdı buna. On yaşındaydı artık, ve okuyup yazmasını biliyordu sadece: Her iki-üç ayda bir öğretmen değiştirerek iyi bir öğrenim görmenin sırrı bulunmamıştı henüz. Bayan Vigaud’nun sağlığı bütün bir kış Paris’i kaldıramayacağından, yatılı girmesi gerekiyordu koleje.

Ama tatil denen bir şey vardı dünyada; ve annesi, tatillerde gelip onu götürecekti. III Şenlikten sonra Büyük Rusya Oteli’ne döndü Michel. Orada kalıyorlardı. Kapıcı selamladı kendisini geçerken, hatta asansörü açmak zahmetine katlandı: —iyi eğlendin mi bari küçük? Kapıcı da Fransız’dı. —Fena sayılmaz, dedi Michel. Paketim aşağıda değil mi? Yarın sabah tenis oynamaya gideceğim. İşi başından aşkın bir adam tavrıyla girdi asansöre. Kumaş kaplı çift kanatlı kapılardan koşarak geçti geniş koridoru (hükümdar maiyetlerinin katıydı bu kat, hatta zaman zaman hükümdarlara bile konaklık etmişti) ve kendi dairelerinin kapısını yavaşça tıkırdattı. Cevap gelmeyince binbir ihtiyatla açtı kapıyı, ayaklarının ucuna basarak küçük salona girdi. Annesinin odası soldaydı: Kapıdan aydınlık sızmadığına göre, içeride ışık yoktu; perdeler kapalı olsa gerekti. Kapının önünde, kollan iki yana sarkık olarak kalakaldı bir an: Şenlikteki durumu annesine anlatmak isterdi. Ama ne yapalım!. Salonun öbür tarafındaydı kendi odası. Balkona açılan kapının yanındaki masaya sofra kurulmuştu: Tek başına yiyecekti demek. Balkona çıktı.

Müt- \ hiş bir sıcak vardı dışarıda; yaslandığı parmaklık tutuşmuştu adeta, ve parmaklık boyunca sıralanmış sandıklardaki pembe sardunyaların saldırgan kokusu sarmıştı havayı. Nefret ediyordu bu kokudan. Taç yapraklarından bir ikisi daima eksik olan bu düzentanımaz çiçeklerden ve dokunduğunuz vakit dişlerinizi kamaştıran bu pürüzlü yapraklardan da nefret ediyordu. Ağzında bir süredir döndürüp durduğu kiraz çekirdeğini balkonun altında duran bir hanımın kocaman şapkasına tükürüp fırlatr mak geçti içinden, ama kendini tuttu. Hareketsiz bir kafaya tükürmeye zaten değmezdi: Hareket halindeki bir şeyi nişanlayıp tutturmanın zevki ayrıdır çünkü… Bir yük arabası çeker gibi ağır ağır yürüyordu insanlar. Öf ne sıcaktı. Kiraz çekirdeğini sardunya sandıklarından birine gömüp odaya döndü Michel. İnik bir storun şeritlerini açıp kapamakla uğraştı bir vakit (halının üzerinde çubuklar meydana geliyordu, sonra siliniyordu çubuklar, sonra gene çıkıyordu ortaya.) ve nihayet gidip büyük bir kırmızı damasko koltuğa bıraktı kendini, zaten ezbere bildiği Robinson Crusoe’yu bir kere daha okumaya girişti. Ertesi sabah ona kadar şu ya da bu şekilde vakit geçirmesi gerekiyordu şimdi, sabah onda kumral kızla tenis oynamaya gidecekti. Restorandaki garson Moritz, elinde tepsi, içeriye girmişti. Tepsiyi masanın üzerine yerleştirirken: —Şenlik güzel miydi bakalım, diye sordu. Hemen çorbaya dalan Michel: —Evet, dedi. Limonata verdiler. Yarın da tenis oynamaya gidiyorum.

—Na, also, dedi Moritz ve çıktı. Yemekten sonra gene kitaba el attı Michel, ama gözleri kapanıyordu uykudan. Banyoya kadar güçlükle sürükledi kendini ve hemen yattı, yatar yatmaz uyudu. Ama annesi üzerine eğildiğinde gözleri kendiliğinden açıldı adeta: O güzelim dantel elbisesini giymişti annesi, hani etekleri yürümesine engel olacak kadar darelbiseyi. —Akşam geç kalma, dedi annesine ve uyudu yeniden. Ertesi sabah tenise geç kaldı Michel. Dolaydaki koruluk tepelerde gezintiye çıkmıştı erkenden; ve ha şimdi dönerim, ha şimdi derken ormana iyice dalmış, tamamen unutmuştu randevuyu. Ama kız, ondan da geç geldi. Dünkü gibi, beyaz pikeden bir elbise vardı üzerinde. Buna karşılık, saçları örgülüydü: Sırtına dökülen iki güzel örgü. Fransız mürebbiyesi, elinde bir kitap, gölgeye otururken: -—Sakın terleyeyim demeyin, Prenses, dedi. —Peki matmazel. Kort doluydu. Michel ve kız, bir sıraya oturdular. Yan yana.

—İsmim Marina, dedi kız. Sizin? —Michel Vigaud. —Ben on yaşındayım, ya siz? —On birimi sürüyorum. Kısa konçlu beyaz çoraplarını çekerek sorguya devam etti Marina. —Yahudi değilsiniz ya? Michel birden meraklanmıştı: —Yahudi mi? Ne demek o? —Yahudi demek, oynamam yasak insanlar demek. Bir çocukla oynamadan önce, hep Yahudi olup olmadığını sormaya söz verdim de. —Niçin peki? —Aptallık etmeyin! Ben biliyor muyum sanki niçin! Bir an sustuktan sonra yeniden sordu Marina: —Paranız var mı peki? . Hemen elini cebine attı Michel, bir mark çıkarıp kıza doğru uzattı: —Bu kadar. Ama annemden isteyebilirim. Elini yavaşça itti Marina: —İstemem, dedi. Ağzına kadar dolu bir kumbaram’var benim. Çok güzel Fransızca konuşuyordu, ama “kumbara” derken Fransız olmadığı da meydana çıkıyordu. Michel’in sustuğunu görünce devam etti: —Kara gün için saklıyorum bütün paramı. —Kara gün mü? İyice afallamıştı Michel. —Hani bir felaket gelecek olursa diye… Anlıyorsunuz değil mi? Hiçbir şey anlamıyordu Michel, hayır.

Marina, beyaz ayakkabısının topuğuyla bir süre toprağı kazıdı, sonra biraz öfkeli bir sesle: —Rusça’da “kara gün” denir, dedi. Hoşunuza gitmedi mi yoksa? —Bilmem! Pek hoş bir şey olmasa gerek. Markımı vereyim mi sana “kara gün” için? Başıyla “hayır” dedi Marina, ve Michel markı cebine koydu. Tenis oynayabilse ne iyi olurdu! Yahut da çekip gitmeli buradan. Saçma sapan şeyler anlatıp duruyor bu kız, kendini ne sanıyor bilmem ki. Kort da boşalmak bilmiyor. Mürebbiyesi seslendi: —Güneşte kalmayın Prenses! Bir sıçrayışta kalkmıştı Michel; ve koşmayı kesip bağırdığında bir hayli uzaktaydı: —Dönmem lazım. Annem bekliyor! O emsalsiz Fransız nezaketine hiç de yaraşmayan bir davranıştı bu; ama Michel akıl ettiğinde, iş işten geçmiş bulunuyordu. Annesini tuvalet masasının önünde buldu. Hiçbir kumral saçın olamayacağı kadar güzel olan uzun siyah saçları darmadağındı… —Nihayet, diye haykırdı Michel’i görünce. Yerler ve masalar bir alay valiz ve çantayla kaplıydı, dolaplar boştu. Müthiş telaşlı bir sesle: —Gidiyor muyuz, diye sordu Michel.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir