Engin Geçtan – Zamane

Karşıdan bir anne ve on yaşlarındaki oğlu geliyordu, konuşarak. Yanımdan geçerlerken çocuğun annesine “Türkiye adaletli bir yer değil,” dediğini duydum. Kesin olarak bilemesem de konuşması bana, büyüklerden duyduklarını tekrarlayan çocuklarınki gibi gelmedi ve duyduğum cümle beni düşündürdü. Konuşmanın öncesini ve sonrasını dinleyebilmiş olmayı istedim. Gerçekten o da ülkenin yükünü üzerinde hissediyor muydu? Eğer öyleyse, bu sözü o yaşta eden çocuğu nasıl bir gelecek bekliyor olabilirdi? Pek çok çocuk farkında olmadan zaten ebeveyninin duygusal yükünü çekmek zorunda ve geleceğin “yaşlı gençleri” olmaya aday. Benim çocukluğumda, o çocuğun yaşında biri böyle bir görüşü dile getiremezdi. Çocukluğum İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçti sayılır. Sofrada misafir olduğunda mutlaka savaş tartışılırdı. Müttefikler, Naziler ve Kızıl Ordu’nun katıldığı bu acımasız satranç oyunuyla ilgili anlatılanları ilgiyle dinlerdim. Kaygılanmazdım, çünkü büyükler kaygılı değillerdi. Hatta, babamın Berlin’de eğitim görmüş Nazi yanlısı arkadaşı geldiğinde çıkan tartışmalar beni eğlendirirdi. Bir kez bile Almanlar’ın bize de saldırabilecekleri olasılığının konuşulduğunu duymadım. Ülke sakin ve huzurluydu, tanıdığım kimsenin evine hırsız girmemişti; cinayet, filmlerin ve romanların konusuydu. Etrafta şikâyet kültürü yoktu; ekmek karnesi ve içinde ZAMANE kılçıksı buğday sapları barındıran, şimdilerde sapsızları rağbet gören siyah ekmeklerden hoşlanmaz, ama bunu ve bazı diğer yoksunlukları dert etmezdik. Savaşta Müttefik donanması tarafından kovalanıp İzmir Körfezi’ne sığınan İtalyan savaş gemileri tam karşımızdaki uzaklara demir atmışlardı.


Tutsaktılar, savaş sonuna kadar orada kalmaları gerekiyordu. Ailelerimizin karşı çıkmasına rağmen birkaç kez gizlice gemilere kadar yüzmeyi deneyip başaramamıştık, zaten son girişimimiz aileler tarafından fark edilmiş, bazı pencerelerden çarşaflar sallandırılmıştı. O gemiler trajedi simgesi değildi, yeni bir oyundu, çocukluğun dokunulmazlığını yaşıyorduk, dünyanın yükü bizden uzaktı. Ülke kendini yenilemiş olmanın coşkusunu hâlâ yaşıyordu, gelecekte olacaklardan habersiz. Bu anlattıklarım, 1940’iı yılların ilk yarısının çocuklarını ve büyüklerini dile getiriyor. Hayatın daha kendiliğinden ve yavaş aktığı günleri. Kaygılar o zaman da yaşanıyordu, ama bugün baktığımda, üretilmiş kaygıdan çok, somut nedenlerle ilintililermiş gibi görünüyor. Trajedi yaşandığında acısı da içten paylaşılırdı. Kadercilikten farklıydı bu, hayatı geldiği gibi kabuldü. İnsanlar bulundukları konumu da kabul etmiş gibiydiler. Daha iyi yaşayanlara özenip onlara benzemeye çalışılmazdı, açgözlülük ve sınıf atlama çabaları yoktu, zaten kimse aniden zengin olmazdı. “Psikolojik sorun” diye bir kavram yoktu, sadece bazı insanlar biraz ayrıksıydılar. Bunların, toplum yapısı dediğimiz şeyin bugünkü eşdeğeri sayılabilecek dünyalara baktığımızda gördüklerimizden farklı olduğunu biliyorum. Tabii ki anlattıklarım o günlere bugünden bir bakışı yansıtıyor, abartılı mı bakıyorum sorusuyla birlikte, ama o dönemi başka türlü nasıl anlatacağımı da bilemiyorum. Ancak, geçmişi özlemle ananlardan da değilim, bugünü olduğu haliyle yaşıyorum, olmakta olanlara sürecin şimdiki aşaması olarak bakarak.

Annesine “Türkiye adaletli bir yer değil,” diyen çocukla karşılaştığımda yayıncımın ofisine gitmekteydim. Referans olarak kullanılabilecek bir metin yazmıştım, o metinden bir kitap olup 12 SÜREÇLER olamayacağım konuşacaktık, ama böyle bir projeye karşı içimde biraz isteksizlik de vardı. Daha önce yaşamadığım bir şey, belki de yazacaklarımın içeriğinden ötürü, bilemiyorum. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra kendimi okumakta olduğunuz satırları yazarken buldum. Yolda karşılaştığım çocuğun bunda payı varmış gibi geliyor bana, nedenini bilemesem de. Yazmaya başlamadan önceki aylarda, etrafta “Bize neler oluyor?” sorularının uçuşmakta olduğunun farkındaydım, bu soruya kimsenin tam bir cevap bulamayacağının da. Çünkü yaşanan karmaşık olguların bazı yönlerini bilenlerin, diğer yönlerini bilmeleri ya da anlamaları mümkün değil. Bu nedenle, birazdan anlatacaklarım, mesleki birikimim ve bazı kişisel deneyimlerim sonucu edinilmiş bazı izlenimlerle sınırlı olacak. • •I SÜREÇLER Başlarken, anlatmak istediklerime temel oluşturacak bazı genel görüşlere değinme gereğini duyuyorum, önce kısaca tarihten ne anladığımı dile getirerek; insanlık tarihi ya da kişilerin tarihi, bence fark etmiyor. Bana göre insanlık tarihi, vaktiyle bize öğrettikleri gibi, birbirini izleyen bağımsız olaylar dizisinden ve dönemlerden oluşmuyor. Münferit bir olayın, tarihin yönünü belirleyici bir unsur olarak değerlendirilebileceğini de düşünmüyorum. Çünkü her bir olay sürecin akışı doğrultusunda ortaya çıkıyor. İnsanın yaşam öyküsü gibi insanlık tarihi de kesintisiz bir süreç, durağanlıkları ve sıçramalanyla. Zaten tarihin akışı gereği ortaya çıkan bir olay tarihi nasıl değiştirmiş olabilir ki? O olay da tarihin kendiliğinden gelen bir parçası. Dolayısıyla, örneğin 11 Eylül öncesi ve sonrası diye bir ayrıma katılamıyorum.

Bana göre bu olay akmakta olan sürecin sıçramalı bir aşamasıydı. Çünkü süreçler zaman zaman sıçrama gösterirler, ama doruk yaratmazlar. Doruk bir şe13 ZAMANE yin sonu anlamına gelir, ötesi ya da yukarısı yoktur, cinsel ilişkinin finalinde olduğu gibi. Cumhuriyet ve İnkılâpları da akmakta olan sürecin sıçramalı bir aşamasıydı. Aydınların yüzünü Batı’ya çevirmesi ve ulus-devlet kavramının kıpırtıları on dokuzuncu yüzyılın sonlarında zaten belirmeye başlamıştı. Yokoluş tehdidi ve sıradışı bir liderin belirmesi, bu sürecin sıçramaya dönüşmesini sağladı. Ulus olarak bizler zaten tehdit altında güdülenen varlıklarız. Dibe vurmaya az kala dayanışmaya geçip silkiniveririz. Bazen görünürde yapıcı ya da yıkıcı olan sıçramaların, sonradan görünürün tam karşıtı bazı etkileri ortaya çıkabilir. Bu nedenle sıçramaları yapıcı ya da yıkıcı olarak nitelendirmenin zaman içerisinde yapılmasının daha doğru olacağına inanıyorum. İlk günlerinde 12 Eylül darbesinin toplumu biraz rahatlatacağı düşünülmüştü, yıkıcı etkilerinden hâlâ arınamadık ya da ardından gelen siyasiler arındırılmamayı seçtiler. Kozmik dansın temel özelliklerinden biri, bir şeyler yok edilirken bir şeylerin var edilmesidir ya da bir şeyler var edilirken bir şeylerin yok edilmesi. Atomaltı parçacıkların dansında da bu böyle. Hindular bunu Şiva tanrılarında simgeleştirmişler. Süreç sıçramalar yapmadığında da çeşitli boyutlarda dalgalanan, hatta çalkantılı olabilen bir olgudur.

Durağan dönemleri ise çoğu zaman ileride olacakların kuluçka dönemleri. Süreçlerin temel özelliği kestirilemezlikleridir. Bu nedenle, gelecekbilimcilerin tahminlerini ciddiye alamıyorum. Çünkü, akmakta olan süreç, yaşanan bir sıçramanın ardından, önceden kestirilemeyen bir yöne doğru mecra değiştirir. İnsanın yaşam süreci ile tarihsel süreçler bu yönden özdeşlik gösterirler. Üst-sistemler gibi bireyler de kestirilemezliğe tahammül edemezler ve hayatlarını belirli formatlara sokarak aynılığın güvenliğini arama çabasındadırlar. Kendilerine yabancılaşma pahasına da olsa. Oysa insanın tek gerçeği o anda yaşadıkları ve bir an sonra yaşamak üzere olduklarıdır. Keşke şimdinin yaşanmakta olması, geçmiş ve onun şartlanmalarından tümüyle özgür olabilseydi! Çünkü geçmiş yeniyi anlamamızı engeller. Şimdi bağımsız bir andır ve aslında insa14 DİNLEMEK-İŞİTMEK nın tek rehberidir, ama çoğumuz buna izin vermiyoruz. Çünkü şimdinin otantik yaşantısı genellikle şartlanmalarımızla çeliştiğinden, insana ürkütücü gelir. Şimdinin zengin yaşantıları tehdit olarak algılandığından, geçmiş ya da gelecek şimdiye davet edilir. Bir şeyler sürekli düzene konmaya çabalanır, çevreden şikâyet edilir ve böylece çerçöple doldurulan şimdi geçiştirilir. İktidar ve para tutkusu üzerine kurulu üst-sistemlerin tutsağı olduğumuz görmezden gelinerek, gerçek, hangi konumda ve biçimde olursa olsun otorite imgelerinde aranır. • •I DİNLEMEK, İŞİTMEK Bazıları mesleğimin dert dinleme olduğu sanısındalar.

Muhtemelen kendilerini yansıtarak. Çünkü kültürümüzde pek çok beraberlik, dert anlatma ve dinleme zemininde hareket etme eğiliminde. Monolog ve dinleyicisi, ardından yaşanan boşluk. Oysa psikoterapi çok çeşitli duyguları barındıran “ilişki” temelinde sürdürülür. Asimetrik görünümüne rağmen, birlikte sürdürülen bir yolculuk, ikili bir dans söz konusudur. Bu dansın başlangıcında adımların uyuşmasında bazen zorlanmalar yaşanabilir, ama çoğu kez bir süre sonra bir ahenk tutturulur. Bir buluşma süresince o kadar çok şey olur ki bunların yalnızca bazıları, o süre içinde iki tarafa da açıktır ya da yalnızca bir tarafa, bazen de yaşananların kimi sonradan fark edilir. Bir de hiç fark edilmeyen, ancak etkileri zaman içinde ortaya çıkan yaşantılar vardır. Bazı aşamaların nasıl olup da gerçekleştiğini iki tarafın da anlayamadığı durumlar da yaşanır. Nasıl olup da böyle bir aşamaya gelindiğini açıklamaya çalışmak da varsayımdan öteye gidemeyebilir, önemli olan varılan aşamadır. Bu da ilişkide ortaya çıkan her duygunun ve düşünmenin andan ana farkındalığıyla karşılıklı zenginleşmeyi içerir. İnsanın kendini tanıması kitaplarla ya da önerilmiş düşünceler, programlar 15 ZAMANE ve stratejilerle gerçekleştirilemez. Az önce “düşünce” sözcüğünün yerine “düşünme” sözcüğünü kullanmamın nedeni de buydu. Yaşantılarımıza farkındalık kazanmak, belli bir düşünce tarzını öğrenmekle, yani bazı alıntı inanç ve fikirlerle gerçekleştirilemez. Bunlar sadece bilgidir, oysa ortada yaşayan bir şeyler olmalıdır.

Çoğu sosyal ortamda dinlemek işitmenin fazla ötesine geçemez. İnsan bir konuyu dinlerken gözlemlerinden kurtulup gerçekten konuşulanın içine girebilirse çok zengin bir deneyim yaşar. Bazen yirmi ya da otuz yıl önce bana gelmiş insanların benimle tekrar görüşmek istedikleri olur. Onca zamandan sonra vaktiyle konuştuklarımızı hâlâ hatırlıyor olmam onları şaşırtır. Böylesi seçici bir belleğin gerisinde Heidegger’in “otantik dinleme” dediği olgu bulunur. Bu tür dinleme sosyal ortamlardaki dinlemeden farklıdır, çünkü “otantik dinleme”de beyin birkaç algı sürecini birden harekete geçirir, sesin tonundan beden diline ya da neyin ne zaman söylendiğine kadar, farkında olduğumuz ya da olmadığımız pek çok şeyi eşzamanlı algılar. Dolayısıyla böyle bir algının belleği de daha kalıcı olur. Sosyal diye nitelendirilen ortamlarda beraberliklerin performans ağırlıklı olması nedeniyle böyle bir dinlemeyi gerçekleştirmek pek mümkün olamıyor. Bu nedenle, psikoterapi buluşmalarını sosyal ilişkilerden daha hakiki bulduğum zamanlar olur. Gerçi, psikoterapi süreci görünürde bir insanın diğerinden yararlanması temelinde hareket eder ve başlangıçta gerçekten de öyledir. Ancak zaman içinde psikoterapiye gelen kişi kendini ortaya koyup açtıkça farklı bir süreç başlar ve beraberlik giderek düşünceden olabildiğince özgür bir ilişkiye dönüşür. Taraflardan biri, yani terapist, kendini ortaya koymuyormuş gibi olabilir, ancak bir insanı tanımak onun hakkında bilgi sahibi olmak değildir ve terapist de farklı bir dilde kendini zamanla ortaya koyar. Psikoterapi başlangıçta bir proje-süreçtir, ancak zamanla iki insanın ortaklaşa bir şey yaratma çabasına dönüşür. Sosyal ayinlerden farklı olarak, bu çabanın temel özelliklerinden biri, buluşma süresi içinde yaşanacakların kestirilemezliği14 DİNLEMEK-İŞİTMEK dir. Gelenler paylaşacaklarını bazen önceden tasarladıkları halde, bunların hiçbirini konuşamadan gittikleri de olur.

Psikoterapi, bir genç kadının ifadesiyle “yanlış kurulan denklemlerin yeniden yapılandırılması”dır. Ancak, bu amacın gerçekleştirilmesinde izlenen yol ve içerik, her bir buluşma süresinde bile, önceden kestirilemeyecek mecralardan geçer. Evdeki çalışanla, ekmek makinesinde soğanlı ekmek pişirme konusunda geçen bir tartışmanın hemen ardından ülkenin sonu gelmez politik gündeminin sonuncusundan nasıl etkilenildiği paylaşılabilir. Aşina olmayanlar, soğanlı ekmek pişirmenin psikoterapide ne işi olduğunu düşünebilir. Ancak bu örneğin gerisinde o insanın personel yönetimindeki zaafları, tabii bunun da gerisindeki psikodinamikler bulunmaktaydı. Hayat zaten ayrıntı görünümündeki bu satır aralarında. Kırk yıl kadar önceydi, yer Ankara. Terapiye gelmekte olan bir genç kadın bir hafta sonu beni arayarak acilen görüşmek istediğini, yaşadıklarını telefonda anlatmasının mümkün olmadığını söyledi. Alışılmış bir durum değildi, ancak arayan saygılı ve disiplinli bir insandı, gerçekten önemli bir gerekçesi olmasa aramazdı, buluştuk. Sürekli özür diliyordu, böyle saçma bir konuyla beni tatil günü ofisime getirttiği için. Sonunda konuyu açıkladı: ızgara sucuk. Annesiyle tartışmıştı. Sucuk ve ekmek birlikte mi ızgaraya konur, yoksa sucuk önce kızartılıp sonra mı ekmeğin içine konur gibi bir şey üzerine. Konuşmamız devam ettikçe, genç kadının annesiyle ve ailenin geri kalanıyla yaşamış olduğu sorunlar daha önce açıklanmamış ayrıntılarıyla, yüksek bir duygusal tonda paylaşıldı ve bu buluşma terapi sürecindeki dönemeçlerden biri oldu. İlginç olan yön, sucuk tartışmasının başka konulara yol açmasından çok, anne ve kızı arasında yaşananların uzunca bir süre sucuk konusu çevresinde dolanmış olmasıydı.

İnsanlar sucuk sözcüğü aracılığıyla bile, daha önce birbirlerine söyleyemedikleri neleri ifade edebiliyorlar. Bu, benim için de düşündürücü ve öğretici bir buluşma olmuştu. Hayatın, görünür içeriğin derininde nice zengin yaşantılar barındırmasına bir kez daha tanık olma yönünden. 17 ZAMANE • •I VAROLUŞ SUÇLULUĞU Çoğumuz kendi aleyhimize oynadığımız oyunlardan haberdar gibiyizdir, ama başka seçenekler yokmuşçasına bunları sürekli görmezden gelip alışageldiğimiz kısırdöngülere tutunuruz. Bizi mutsuz da etse. Denenmemişin korkusundan ötürü, bizim için zararlı olduğunu bile bile, bilinene tutunmak. Bu nedenle, psikoterapide, gereksiz savunma sistemleri terapist tarafından köşeye sıkıştırıldığmda insanlar bazen yakalanmışlık duygusu yaşarlar. Ancak bu, insanın toplum normlarına değil, kendine karşı işlemiş olduğu suçun yakalanmışlığıdır. Yakalanmışlığın içeriğini oluşturan gerçek duygu, insanların kendilerine ulaşma umudunu ve hafiflemeyi içerir, hatta bazen gülerek karşılandığı bile olur. Kendimize karşı işlediğimiz suçlara “varoluş suçluluğu” denir ve vicdanımızdan kaynaklanan suçluluktan farklı bir olgudur. Geçen yüzyılın ilk yansında Alfred Adler, psikoterapiye gelen kişinin temel sorunu yüreksizliktir, demişti. Tabii ki bu ifade psikoterapiye gelenlerle sınırlanmıyor. Çeşitli oranlarda hepimiz, alıştırıldığımız şartlanmalar ve geliştirdiğimiz psikolojik savunma mekanizmaları dışındaki seçeneklere yönelme konusunda yüreksiziz. Psikoterapiye gelenler, bunun farkında olmakla yetinmeyip, üstesinden gelebilmek için niyetli ya da kararlı olan kişilerdir. Gerçi enderde olsa, bu konuda niyetli olduğuna kendini inandırmış ama çaba gösteremeyen insanlar da var ve psikoterapi ortamını, monologlarını sürdürecekleri yer olarak görmekten asla vazgeçmezler.

Genellikle bir psikiyatristten diğerine dolaşma eğiliminde olduklarından “profesyonel hasta” olarak nitelendirilirler. Çünkü psikiyatrik hasta olmak kimliklerinin önemli boyutlarından biri haline gelmiş, “terapi oyunu” “hayat oyunu’nun yerini almıştır. Profesyonel hastalarla çalışmalarımın ilk döneminde zaman zaman karşılaşmıştım, daha sonraki yıllarda yalnızca bir ya da iki kez karşı18 VAROLUŞ SUÇLULUĞU laştım. Hepsi daha önce başka psikiyatristlere gitmişlerdi. Bana geldikleri için memnundular, ama bir ilişki yaratılmasının mümkün olmadığı bu ortamlarda katabileceğim fazla bir şey olmadığını bile bile böyle bir beraberliği sürdürmenin yararına inanmadığımdan, onların bu duygularını pek paylaşamadım. Buna karşılık öyle kararlı ve hazır insanlar var ki biraz destekle mucize yaratabiliyorlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir