Erasmus – Deliliğe Övgü

“Hayatımız boyunca her gün ve her saat, değişen ve değişmeyen benliklerimizi değişen ve değişmeyen şartlara uydurmaya çalışırız; aslında yaşam bir uyum sağlama sürecinden başka bir şey değildir; bu süreçte küçük bir hata yaparsak budala, göze batacak türden bir hata yaparsak deliyizdir; bu süreci bir süreliğine ertelersek uyur, çabalamaktan bütünüyle vazgeçersek ölürüz.” — Samuel Butler, The Way of All Flesh, London, 1936, s. 289. İnsanın diğer canlılar karşısında düşünme yetisiyle öne çıkan üstünlüğü hemcinsleriyle kurduğu ortak yaşamda daha da belirginleşir. Nitekim insan artık sadece kendi adına değil, “insan” denilen soyut model adına da düşünmeye başlar ve kendisiyle bu model arasında ilişki kurarak tanımlar getirir. Ne var ki bir süre sonra yaşamım uydurduğu bu tanımların bireysel özüyle uyumlu olmadığı hissine kapılır, kendisine “uygun” başka açıklamalar, başka anlamlar aramaya koyulur ve bir anlamda yeniden kendi “doğurgan” kaosuna döner, ilgi çekici olan, toplumsal yaşamın insanı durmadan doğanın değişime ayak uyduramayan türleri öğüten, insanca bir tanımla “acımasız” yönüne sevk ediyor ve yeniden canlılar dünyasının hayatta kalma mücadelesinin içine itiyor olmasıdır. Böylece aklıyla yükselen insan, kendi eseri olan, ama bir süre sonra kontrolünü yitirdiği resmi akim güdümünde yavaş yavaş ağır taşları sırtlanmaya başlar ve sonunda çoğu kez inşa ettiği zindanına küçük bir pencere açmayı bile unutur. Nedir bu resmi akıl? Töre mi, yasa mı, bilim mi, çağlar boyunca tartışıladursun, “insan” dediğimiz artık her neyse, her biri başkasının elinde yüzlerce, binlerce ipi uyumlu uyumsuz çekiştirilip duran bir kukla gibi oradan DELİLİĞE ÖVGÜ oraya savrulur durur ve kendi hareketini yapmak isteyen bir kolun, bir bacağın, hatta bir saç telinin ipleri bile derhal daha “akıllı” birinin “ehil” ellerine verilir. Bazen de tüm ipler kimsenin görmediği, ama herkesin var olduğunu bildiği büyük ustanın ellerine teslim edilir. O büyük usta, başka kuklalar da yönettiğinden genellikle insan kuklasının yönetimini ara sıra müdahale etmek şartıyla seçilmişlere devreder. Kendini “gerçekdışı” olana kaptıranlarsa, resmi ve ilahi aklın uygun gördüğü yerde ve zamanda yaşamaya zorlanırlar; ama bazen, resmi aklın kendi kendini boğduğu sıkıntı anlarında bir süreliğine serbest bırakıldıkları ve gözetim altında da olsa düş peşinde koşma fırsatını yakaladıkları olur. İşte bugün, deliliğe ilişkin elimizde ne varsa, resmi tarihin boş bulunup kaydettiği, “gerçek’le “gerçekdışı”mn bir arada bulunduğu bu anlara aittir. Erasmus, baştan sona deliliğe dair olan, ama yaşamdaki pek çok farklı olguya da değinen Deliliğe Övgü yapıtıyla, kendisinden sonra gelen ve toplumlarm “deli” dediklerimizi nasıl konumlandırdığını araştıran birçok yazara kapı aralamıştır. Eski Yunanca ve Latince yapıtların yazıldıkları kaynak dilden doğrudan dilimize kazandırılmasında önemli bir rol üstlenmiş olan Humanitas dizisi, kültür tarihinin önemli tavır alışlarından biri olan bu yapıtla ülkemizin düşünce dünyasına önemli bir katkıda daha bulunmuş olmaktadır. EKİN ÖYKEN 10 SUNUŞ Erasmus ve Deliliğe Övgü Üzerine “O halde ölüm lülerin bütün ya şa m ı bir çeşit m asaldan başka nedir, binlerinin, başka binlerin in m askelerini takarak sahneye çıktığı, yönetm enin sahneyi terk etm elerini em rettiği ana k a dar herkesin kendine düşen rolü oynadığı bir çeşit m asaldan? Yönetm en bir oyuncuya kostüm ünü değiştirip sahneye çıkm asını em reder, böylece dem in m or giysileri içinde K ralı oynaya n , a z sonra p a ça vra la r içinde bir köleciği oynar.


H er şey bir gölgeden ibarettir, am a bu m asalı oynam anın başka yolu y o k tu r,” der Erasmus D eliliğe Övgü adlı eserinde ve insan yaşamının bütün zıtlıklarını birkaç cümleyle özetleyiverir. Eğer bir tiyatro sahnesiyse yaşam ve oyuncuları sürekli kostüm değiştiren insanlarsa, o zaman kendisi de üzerine en iyi oturan kostümü giymeli ve bu kostümün gerektirdiği rolü elinden geldiğince iyi oynamalıdır. Ama onun kostümü ne kral kostümü olmalıdır ne de köle; hem kral kostümü olmalıdır hem de köle. Beklenmedik bir anda belirmelidir sahnede, onu gördükleri anda ışıl ışıl parlamalıdır çatık kaşlı seyircilerin yüzleri, sert geçen bir kış sonrası ilkbaharın ılık güneşinin yeniden canlandırdığı doğa gibi, dipdiri olmalıdır; ilk sözcükler dökülmeye başladığı anda dudaklarından, çılgınca alkışlanmalıdır. Olympus’un bütün tanrı güruhunu ardında bırakıp yeryüzüne yepyeni umutlar aşılamak, yaşama tuzunu katmak üzere gelen bir tanrıçayı oynamalıdır; herkese her şeyi cömertçe ihsan eden biricik varlık, yani D elilik olmalıdır. Deli kostümü ve rolü, Erasmus’un yaşamının trajik kurgusu düşünüldüğünde, hiç de şaşırtıcı değil. Kendisine “hiçbir şey benim doğu11 DELİLİĞE ÖVGÜ mum kadar bedbaht olamaz,”1 dedirtecek kadar canım yakan evlilik dışı bir doğum, veba salgınları, henüz çocuk denecek yaşta ana babayı yitirme, vasilerin elinde büyüme, özgür sanatlar ile manastır yaşamının zıtlığından kaynaklanan zihinsel gerilim, her an hastalanmaya yatkın, narin bir bünye. İşte Hollanda’nın Rotterdam kentinde, tahminen 28 Ekim 1466 yılında doğan, 12 Temmuz 1536 yılında Basel’de hayata gözlerini yuman, XVI, yüzyılın ünlü hümanistinin yaşam öyküsü böyle karışık, belirsiz ve muammalarla dolu.2 Bir kütüphane dolusu, cilt cilt kitaplarının ufacık bir köşesinde, Compendium Vitae’da buluyoruz kendi dilinden dökülen yaşam öyküsünü, ama o da o kadar kısa ki. Dostlarıyla samimi mektuplaşmalarından çıkarıyoruz, edebiyata, felsefeye, Latinceye, Yunancaya düşkünlüğünü. Satırlar arasına gizlenen sözcüklerden anlıyoruz onun hiçbir ülkeye, hiçbir dile bağlanmayıp bütün dünyayı kendi yurdu olarak görmesini. Bu satırlardan anlıyoruz dönemin Avrupa’sının zihinsel arınmaya, yenilenmeye olan büyük açlığını; bu satırlardan anlıyoruz antikçağm yüksek edebiyatının âlimler arasında ulus ve dil farkı gözetmeksizin nasıl güçlü dostluk bağları kurabildiğini; siyasal, sosyal, dinsel alanlarda kalkınmak için insan ruhunda nasıl güçlü ateşler yakabildiğini. Dört yaşlarındayken, annesini hamileyken bırakıp giden babası bir 1 Erasmus’un bu sözleri, yakın dostu, Louvain Üniversitesi’nin Latince profesörü Conrad Goclenius’a gönderdiği kısa Compendium Vitae’m ın giriş paragrafında yer alır. Bkz. G.

Stallbaum (ed.), Desiderii Erasmi Roterodami Colloquia, cum scholiis selectis variorum, Lipsiae, 1828; ayrıca bkz. P. Scriverius (ed.), Magni Desiderii Erasmi Vita, Leiden, 1615. 2 Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 1466-69 yılları arasında bir tarih olduğu tahmin edilmektedir. Bkz. Harry Vredeveld, “The Ages of Erasmus and the Year of His Birth,” Renaissance Quarterly, vol. 46, no. 4 (1993), S. 754-809. 12 SUNUŞ gün çıkageldi Erasmus’un,3 tuttu elinden Gouda’da bir ilkokula yazdırdı. Dokuz yaşma geldiğinde de özgür sanatlarla eğitilmesi için Deventer’e, ünlü Alman hümanisti Alexander Hegius’un okuluna gönderdi. Dolayısıyla, yaşıtları daha sokakta oyun oynarken, Erasmus Latin edebiyatı gibi yüksek bir edebiyatla tanıştı ve Latin dilinin zevkine o küçücük yaşında vardı. Evet, Erasmus’un babası onu doğmadan önce terk etmişti, ama derin öngörüsüyle öyle kritik bir yaşta yaşamına katılmıştı ki, körpecik zihnine özgür sanatların kıvılcımını öyle iyi ekmişti ki, o andan itibaren Erasmus’un kaderinin edebiyat tutkusu üzerine biçimleneceğini bilmek için Yunan kâhini olmaya hiç gerek yoktu.

Öyle de oldu: On üç yaşındayken annesini vebaya kurban verdi, ardından annesinin acısına dayanamayan babasını da amansız bir hastalığa. Yaşı küçük olduğundan vasileri tarafından büyütüldü. Ama vasileri manastır yaşamını üniversite yaşamına tercih eden kişilerdi. Erasmus ilk başta onlara fazla direnemedi ve isteklerine boyun eğmek 3 Erasmus’un babası Gerard, Zevenbergenli Margaret’e âşık olur ve evlenecekleri umuduyla yasak bir ilişki yaşar. Ama Gerard’m ailesi bu evliliği onaylamaz. Bunun üzerine, o da tüm ailesini ve sevgilisini terk edip Roma’- ya kaçar. Erasmus yasak bir aşkın meyvesidir. Bu durum ve beraberinde gelen sayısız dedikodu Erasmus’un ruhunu öyle acıtmış olmalı ki, başka hiçbir eserinde bir daha bu konudan söz etmemiş ve yaşamının özellikle ilk yıllarım hep satır aralarına gizlemiştir. Erasmus doğduğunda ilkin babasının adı verilir kendisine, sonra Erasmus olarak değiştirilir. Gerard Roma’dayken eser kopyalayarak geçimini sağlar. Bir gün ailesi onun Roma’da olduğunu bir şekilde öğrenir ve oğullarının yurduna geri dönmesini sağlamak için sevgilisi Margaret’in öldüğüne ilişkin yalan bir haber uçururlar. Gerard bu acı haberi duyar duymaz kendim dünya işlerinden tamamen çekip kiliseye adar ve rahip olur. Sonra da yurduna geri döner. Margaret’in yaşadığını öğrenince onunla evlenmek için her şeyi göze alır, ama bu kez de sevgilisi tarafından reddedilir. 13 DELİLİĞE ÖVGÜ zorunda kaldı.

Önce Amsterdam yakınlarında bir din yuvası olan ‘sHertogenbosch’da (Bois-le-duc), Biraderler Manastırı’na gönderildi (1484?). Burada tam üç yıl geçirdi, kendi deyimiyle, harcadı.4 Hiç tanımadığı öfke çeşidini tanıdı, hiç bilmediği, görmediği samimiyetsizliklere, zilletlere tanıklık etti ve bir şeyi gayet iyi anladı: Latin edebiyatının pınarlarından içen ruhu, manastırın katı disiplinli yaşamıyla taban tabana zıttı. Manastırdaki hocası Rumbold, öğrencisinin bütün gönülsüzlüğüne rağmen ondaki cevheri keşfetti ve bu dâhi çocuğu kendi cemaatine katmak için çok ter döktü. Nafile; Erasmus bu ilgisizliğini gençliğin hercailiğine, cahilliğine vermesini rica etti hocasından. Tam o sırada, bir zamanlar annesini kendisinden koparıp alan o bela salgın yeniden baş gösterdi. Salgından sonra Erasmus da hastalandı, ama vebadan değil, sıtmadan. Yüksek ateş bünyesini perişan etmişti, bu yüzden ilk manastır deneyimine veda edip evine döndü. Heyhat, vasiler ısrarcıydı; zaman zaman tatlı dille, zaman zaman vasiliğinden ayrılacaklarını ima eden tehditlerle Erasmus’u ayak dirediği manastır yaşamına sokmak için canla başla çalışıyorlardı. Erasmus’un ise onlardan tek dileği, biraz kendi kendine kalmak ve edebiyatla yoğrularak dinlenmekti; çünkü ciddi bir karar veremeyecek kadar gençti, henüz ne dünyayı tanıyordu, ne manastırı, ne de kendini.5

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir