Stefan Zweig – Rotterdamli Erasmus

Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi adlı deneme, Stefan Zweig’ın deneme türünde başyapıtı sayılmaktadır. Zweig bu denemeyi kaleme aldığında, yani 1934 yılında, ününün doruğundaydı. Eserleri, Fince ve Ermenice gibi diller de dahil, dünyanın hemen bütün konuşulan dillerine çevrilmişti ve sadece eserlerinin hangi dillere çevrilmiş olduğunu gösteren kaynakça bile başlı başına bir kitap kalınlığındaydı. Genelde sanatçı kişiliklerinin ancak çalkantılı dönemlerde ivme kazandığına inanan Zweig, Nazilerin Almanya’da iktidara gelmelerinden bir yıl önce, o zamana kadar mutlu geçmiş hayatına bir hareket gelmesini, böylece de yazarlığının yeni esin kaynaklarıyla beslenmesini dilemişti. Bu dileği ne yazık ki pek çabuk gerçekleşecek, 1933 yılında Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesiyle başlayan süreç, Zweig’ı yerinden yurdundan edip Brezilya’nın bir kentinde intihara götürecekti. Erasmus biyografisinde Zweig, Batı hümanizminin kurucusu ve hümanistlerin en büyüğü sayılan bu adamın yaşadığı zaman parçasıyla, yani on beşinci yüzyıldan on altıncı yüzyıla geçiş dönemi ile kendi yaşadığı dönem arasında koşutluk kurmuş, insanlık idealleri açısından da kendisini bir anlamda Erasmus’la özdeşleştirmiştir. Aslında bu özdeşleştirme, her ikisinin kişilikleri karşılaştırıldığında, gerçekten de yerindedir. Her türlü zorlamayı yadsıyıp her koşul altında iç özgürlüğünü koruma uğrunda çaba harcamak, kimsenin efendisi olmaya kalkışmamak, fakat kimseye de boyun eğmemek; her türlü taraf tutmadan, özellikle de içine zorbalığın karıştığı çekişmelerden kaçıp kendi kitaplarının dünyasına sığınmak; hiçbir sav ya da düşünceye baştan düşmanca yaklaşmamak; ama buyurgan nitelik almaya başladığı anda, her savın ya da düşüncenin karşısına dikilmek; bütün bunlar, gerek Erasmus’un, gerek Zweig’ın kişiliklerinde birbiriyle bütünüyle örtüşen niteliklerdir. Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi’nin asıl önemi, Zweig’ın 1936 yılında kaleme aldığı Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce gibi, bağnazlığın her türlüsüne karşı bir savaş ilanı anlamını taşımasıdır. Bu iki eserinde Zweig, Almanya’da Nazi egemenliğinin resmen başladığı, özgür düşüncenin, mantığın sesinin artık kan ve ateşle susturulmaya çalışıldığı bir dönemde zorbalığın karşısında düşünceyi, kitle çılgınlıklarının karşısında bireyin insan olarak kutsallığını ve dokunulmazlığını son bir kez savunmayı denemiştir. Erasmus biyografisinin Avrupa’da, altmışlı ve yetmişli yıllarda, öğrenci hareketlerinde bağnaz uçlar belirmeye başladığında da kapışılmış olması, eserin özgür düşüncenin bayraktarlığını yapma işlevinin Nazi İmparatorluğu’nun son bulmasıyla noktalanmadığının kanıtıdır. * * * Batı hümanizminin kurucusu ve en büyük temsilcisi olan Erasmus’un eserleri, Zweig’ın deyişiyle, Deliliğe Övgü’nün dışında, bugün neredeyse tamamen unutulmuştur ve geniş çevreler için Rotterdamlı Erasmus, tarih okumuş olanların bilmesi gerekli bir ad olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Somut, çarpıcı başarıların ve başarısızlıkların, zaferlerin ve yenilgilerin dökümüyle ilgilenen tarih, Erasmus’u, gözdeleri arasına almamıştır. Oysa bu düşünür bütün hayatını, insanları – ne pahasına olursa olsun– kitle çılgınlıklarına kapılmaktan alıkoymaya, tumultus’u, yani kargaşayı ortadan kaldırmaya adamış, bütün Avrupa uluslarını bilimlerin ve sanatların çatısı altında birleşen tek bir toplum olarak görmeyi en yüce ideal bilmişti. İnsanoğlu istediği ve amaçladığı takdirde aklın her zaman zafere ulaşacağını; savaşların, öldürmelerin ve kargaşaların ise hep akıldışı kalacağını savunan Erasmus, bu çerçeve içerisinde bireyin tinsel düzeydeki mutlak bağımsızlığını sağlamaya katkıda bulunmayı da temel ilke saymıştı.


Erasmus, tarihin genelde adalet kavramına yabancı kalan sayfaları arasında neredeyse kaybolup giderken en büyük idealinin, yani bir “Avrupa birliği” düşüncesinin gerçekleşebilmesi, insanların bilimin ve kültürün çatısı altında soylu ortaklıklar kurabileceklerinin bilincine varabilmeleri için, aradan dört yüz yılı aşan bir sürenin geçmesi gerekti. Günümüzde Avrupa Birliği’nin kültür, düşünce ve sanat alanındaki pek çok projesinin Erasmus’un adını taşıması, bir rastlantı değildir. Çünkü “Erasmus Düşüncesi”, dün olduğu gibi bugün de birleşik bir Avrupa idealinin en güçlü temellerinden biridir. Ama öte yandan şunu da belirtmek gerekir ki, bugünkü Avrupa Birliği’nin “Erasmus Düşüncesi” karşısındaki tutumunun özenti ağırlıklı konumundan çıkıp, Erasmus’a gerçekten layık bir tavra dönüşebilmesi için ortada daha aşılması gereken epey engel bulunmaktadır. Ne var ki, yine Zweig’ın deyişiyle, yazılı tarihin yalnızca somut verilerle yetinen türü, insanlığın gelişmesi bağlamında tek gösterge değildir. Somut düzeyde bakıldığında, belki her zaman yenik düşmüş gibi gözüken “düşünce” açısından zaferler, kazanılmış meydan savaşlarıyla, bireyin varlığını hiçe sayma pahasına oluşturulmuş toplumsal kurumların dayanıklılığıyla sınırlı değildir. Erasmus örneğinde olduğu gibi, belki de en kalıcı ve insanı gerçek anlamda insan kılan zaferler, yürekli ve aydın kafaların bencillikten uzak bir tutumla ve çoğu kez göze görünmeksizin saçtıkları düşünce tohumlarından filizlenmiş olanlardır. * * * Bugün dünya edebiyatında özellikle biyografi türünün eşsiz ustası olarak tanınan Stefan Zweig, bu bağlamdaki çalışmalarında tarihin somut sayfalarında pek ağır basmayan, fakat ektikleri tohumlar yüzyılların akışı içerisinde kök salmış kahramanlara ağırlık tanımıştır. Zweig’ın buraya kadarki açıklamalardan ortaya çıkan ikinci bir özelliği de, güç ve iktidar karşısında düşünceye, insan hayatından ve değerlerinden yana çıkmaya her zaman ağırlık tanımış olmasıdır. Bu nedenledir ki, Zweig’ın Luther karşısında Erasmus’u, Calvin karşısında Castellio’yu tutması çok doğaldır. Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, bir anlamda Stefan Zweig’ın dünya görüşünün de özetidir. 1881 yılında Viyana’da doğan, 1942 Şubatı’nda göç ettiği Brezilya’da, Petrópolis kentinde, “Naziler yenilse bile, artık bu dünyadan bekleyebileceği bir şey kalmadığı için” hayatına kendi elleriyle son veren Zweig, bütün hayatıyla, eserleriyle ve savunduklarıyla son nefesine kadar bir hümanist, gerçek bir dünya vatandaşı olarak kaldı. Tıpkı kendisinden yüzyıllar önce yaşamış olan “çağdaşı” Erasmus gibi, Stefan Zweig’ın da en büyük ideali; insanları ve toplumları birbirlerinden ayıranlara değil birleştirenlere ağırlık tanımak; insanın salt insan olarak yaratıldığı için en yüce değer bilinmesini sağlamaktı: “Hiçbir düşünce, tek başına gerçekliğin bütününü oluşturamaz ama her insan, başlı başına bir gerçektir,” görüşünü, iki dünya savaşı sırasında, hemen herkesin kahramanlık türküleri söylemeyi en yüce görev ve erdem bildiği ortamlarda bile savunmaktan çekinmeyen Stefan Zweig için, Rotterdamlı Erasmus’u kaleme aldığı görkemli biyografiyle yeniden insanlara tanıtmak, kaynağını doğrudan kendi kişiliğinde bulan bir görevdi. Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, insanlık düşünce özgürlüğünü ve birey olarak insan hayatının taşıdığı kutsallığı değer bildiği sürece, güncelliğini yitirmeyecektir. * * * Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, daha önce 1991 yılında, Zweig’dan çevirdiğim denemelerden oluşan Yarının Tarihi adlı kitapta yer almıştı.

Bu denemenin şimdi, Batı’da da hep yapılageldiği üzere ayrı bir kitap olarak basılması, ülkemizin çok ilginç bir dönemine rastlıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nde, uygarlığın ve demokrasinin temeli olan laiklik ilkesinin cumhuriyetin kuruluşundan onyıllar sonra ayaklar altına alındığı bir ortamda, Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi, tarihte dinsel bağnazlığın toplumları ne kadar kanlı uçurumlara sürüklemiş olduğunu gösteren bir belge olarak da büyük önem taşımaktadır. “Her çeviri, tamamlandığı anda eskir,” ilkesini göz önünde tutarak, bu basımda çevirimi tekrar gözden ve “elden” geçirdim. Bu çalışma sırasında, hem daha önce gözümden kaçmış olan bazı yanlışları ve eksiklikleri giderme olanağını buldum, hem de metnin tamamını Zweig’ın eşsiz üslubuna daha bir yaklaştırabilme amacıyla işledim. AHMET CEMAL Moda, Mart 2008 “Rotterdamlı Erasmus, hangi yandandır, öğrenmek istedim. Ama bir tacir şu karşılığı verdi bana: ‘Erasmus est homo pro se.’” 1 Epistolæ obscurorum virorum, 1515 1. (Lat.) “Erasmus kendisinden yanadır.” (Ç.N.) Misyonu ve yaşamının taşıdığı anlam İnkâra kalkışmayalım; bir zamanlar yüzyılının en parlak ve en büyük ününün taşıyıcısı olan Rotterdamlı Erasmus’un bugün neredeyse sadece adı var. Artık unutulmuş uluslarüstü bir dilde, hümanist Latincede kaleme alınmış sayısız eserleri, el değmeksizin kitaplıklarda uyumakta; bir zamanlar ünü dünyayı tutan bu eserlerin içinden sesini zamanımızda da duyurabileni hemen hemen yok gibi. Erasmus’un kişiliği ise güç anlaşılırlığı ve türlü çelişkileri yansıtır nitelikte oluşu yüzünden tarih sahnesinde geniş ölçüde başka devrimcilerin gerisinde kalmış. Özel hayatının pek az çekici yanı var.

Sessizliği yeğleyen, hiç durmaksızın çalışan bir insanın canlı ve renkli bir hayat hikâyesinin kahramanı olması enderdir. Bu yüzden Erasmus’un gerçek misyonu, en büyük eseri bile, her zaman ana yapının altında kalıp görünmez olan temel taşları gibi, çağımıza açık ve seçik yansıyamamış. Bu nedenle Rotterdamlı Erasmus’u, bu büyük unutulmuşu, bugün bile, daha doğrusu özellikle bugün bizim için değerli kılanın ne olduğunu hemen başlangıçta, açık ve özlü biçimde belirtmekte yarar var. Erasmus, Avrupa’nın bütün kalem sahipleri ve yaratıcıları arasında ilk bilinçli Avrupalı, barış uğruna savaşma yürekliliğini de gösterebilen bir barış dostu, dünyadan ve düşünceden yana olan hümanist idealin en güçlü savunucusuydu. Erasmus’un, tinsel dünyamıza daha adaletli ve anlayış dolu bir düzen kazandırmak amacıyla atıldığı savaşta yenik düşmüş olması, yaşamının böylesine trajik bir yazgının doğrultusunda gelişmişliği, onu bize daha da yakın kılar. Erasmus, bizim de sevdiğimiz pek çok şeyi, edebiyatı ve felsefeyi, kitapları ve sanat eserlerini, dilleri ve halkları sevdi; bütün bunların ötesinde de, daha yüksek bir ahlak anlayışını yerleştirmek amacıyla hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanlığı sevdi. Yeryüzünde aklın ve mantığın gerçek düşmanı sayıp reddettiği tek şey ise bağnazlık oldu. Kendisi, insanların belki de en bağnaz olmayanıydı. Belki en üstün düşünürlerin katında değildi ama çağının en bilgili kişisiydi. Bir iyilik perisi değildi ama iyi niyetliliğinde ve insanların iyiliğini istemesinde içtendi. Erasmus’un gözünde, başkasının düşüncesine karşı hoşgörüyle bağdaştırılamaz her davranış, yeryüzünün ezelî kötülüğüydü. Onun inancına göre gerek bireyler, gerekse toplumlar arasındaki bütün çekişmeler, karşılıklı hoşgörüyle kaba kuvvete başvurulmadan çözümlenebilirdi. Çünkü bunların tümü de insanoğlunun üstesinden gelebileceği sorunlardı. Kışkırtıcılar ve aşırı uçların yandaşları gerginlikleri sürekli körüklemeseler, hemen bütün anlaşmazlıklar barış yoluyla sona erdirilebilirdi. Bu yüzden Erasmus, ister dinsel, ister ulusal nitelik taşısın ya da dünya görüşlerinin karşıtlığından doğmuş olsun, tüm anlaşma olasılıklarının ezelî ve amansız yıkıcısı saydığı bağnazlığın her türlüsüne karşı çıktı.

Sırtlarında ister papaz, ister profesör cüppesi taşısınlar, at gözlüğü takanların ve tek yanlı düşünenlerin hepsinden, her yerde kendi görüşlerine boyun eğilmesini isteyen, kendilerininkinin dışındaki bütün görüşleri dinsizlik ve alçaklık diye nitelendirip mahkûm eden, her sınıf ve ırktan gelme bütün bencillerden, kendilerini bir düşünceye körü körüne adayıp çevrelerini görmez olanlardan nefret etti. Görüşlerini başkalarına zorla benimsetme girişiminde bulunmadığı gibi, ister din, ister siyaset alanında olsun, başkalarının onu herhangi bir düşünceyi benimsemeye zorlaması karşısında da sonuna kadar direndi. Düşüncede bağımsızlık, Erasmus için en doğal nitelikti; bu aydın ve özgürlük tutkunu kişi, ne zaman biri, üniversite kürsüsünde ya da kilisede kendi kişisel gerçeğinden, Tanrı’nın onun ve yalnızca onun kulağına fısıldadığı kutsal bir kelammış gibi söz etse bu davranışı yeryüzünün o kutsal çokyönlülüğüne karşı işlenmiş bir cinayet saydı. Sırf bu yüzden, parlak ve çarpıcı aklının var gücüyle bütün hayatı boyunca, her alanda ortaya çıkan, kendi çılgınlıklarının sarhoşluğu içerisinde yalnızca kendilerini haklı sayan bağnazlarla çarpıştı ve hayatının çok ender olan mutlu anlarında, bağnazlık ona sadece ruhun acınası bir yoksulluğu, belki bin türünü Deliliğe Övgü’sünde büyük bir taşlama gücüyle canlandırdığı stultitia’nın 2 sayısız çeşitlerinden biri olarak göründü. Önyargılardan uzak ve tam anlamıyla adil bir kişi olarak en amansız düşmanına bile anlayış gösterdi ve acıdı. Öte yandan da insanoğlunun can düşmanı olan o kötü ruhun, bağnazlığın, saati geldiğinde, kendi hoşgörüyle yoğrulmuş dünyasını ve hayatını yıkacağını da benliğinin derinliklerinde her zaman sezinledi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir