Franz Kafka – Ernst Fischer

Ernst Fischer’in Kafka denemesi, günümüzde Kafka konusunda, özellikle yorum bakımından, en temel kaynaklardan biri sayılıyor Bunun başlıca nedeni, Fischer’in Kafka’yı, yapıtlarının tarihsel-toplumsal temellerini doğru saptayarak, çok gerçekçi bir yorumun süzgecinden geçirmiş olması. Paylaştıkları dünya görüşünün farklılığına karşm Fischer’in Kafka karşısındaki konumu, bir yargıcın konumu olarak değil, ama Kafka olgusunu nesnel bağıntıları içersinde, olduğu gibi görmeyi amaçlayan bir düşünürün bağnazlıktan uzak tutumu niteliğiyle belirginleşiyor. Fischer, bu tutumunun altını daha denemenin girişinde çizer: “Yapılması gereken şey, Kafka’yı aziz ilan edilmekten korumak; en az bunun kadar önemli bir iş de, Kafka’yı dogmatik aşırılıklara kayanlar karşısında savunmak. Bir aziz değildi Kafka, aziz olmanın çok ötesindeydi: Bir büyük yazardı…” Aynı tutum, denemenin son tümcelerinde de vurgulanır. Kafka’nm yaratısını, çöküş yazını ve çöküş belirtileri ile olan ilintileri bakımından irdeledikten bu irdeleme sonunda ortaya çıkan Kafkaizm’in sakıncalı yanlarına değindikten sonra, şöyle bağlar sözlerini Fischer: ‘Koşulları aşıldığında, Kafkaizm geçecek. Kafka ise kalacak.” 7 Fischer ile Kafka’nrn bu deneme bağlamında karşılaşmalanndaki ilginç yanı yeterince görebilmek için, Fischer’in yaşamını özetlemekte yarar var. Avusturyalı siyaset adamı, yazar ve düşünür Ernst Fischer, 1899’da doğdu. 1920 yümda Sosyal Demokrat Parti üyesi oldu. Viyana’da çeşitli gazetelerde çalıştı. Yazarlığının ilk ürünleri de bu yıllara rastlar. 1934’te Komünist Partisi’ne girdi. Nazilerin elinden kurtulmak için Prag’a yerleşti. 1939’da ise Moskova’ya kaçmak zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra Viyana’ya dönen Ernst Fischer, 1945-1959 yılları arasında milletvekilliği ve bakanlık yaptı.


Yazılarıyla ve Baudelaire’den yaptığı çevirilerle, yazın alanında büyük ün kazandı. 1968’de Sovyetler Birliği’- nin Çekoslovakya’yı işgaline şiddetle karşı çıktı. Ertesi yıl Komünist Partiden ayrıldı. Bu tutumu nedeniyle çeşitli Marksist çevrelerin büyük saldırılarına uğradı. Partiden ayrılışı nedeniyle, 7 Ocak 1969 tarihinde Alexander Vodopivec ile yaptığı bir radyo konuşmasında şöyle dedi: “Asla isteyerek ayrılıyor değilim, ama umarım ki, yaşlılıktan ötürü ayrıldığım, dışardan bakılınca belli oluyordur. Bakın size bir şey söyleyeyim, o denli tuhaf algılama aksaklıklarım var ki, bunları ancak yaşlılık belirtisi sayabiliyorum; kardeşçe yardım sözünü duyduğumda, o zaman yalnızca tanklar canlanıyor gözümde, yalnızca tanklar, ve karışmamak sözcüğünü duyduğumda da, araya hemen yabancı komutanların buyrukları karışıyor…” Aynı radyo konuşmasında Vodopivec, Fischer’e şu soruyu yöneltir: “Bay Fischer, yaşamınızın bir bilan çosu çıkarıldığında, bu yaşamda iki B’nin ağır bastığı görülüyor. Bunlardan biri, Almanca’ya çevirdiğiniz Baudelaire; onun karşısında ise sizi şiddetle eleştirmiş olan Brejnev yer alıyor. Kişiliğinizdeki bu kutuplaşma nasıl gerçekleşti?” Fischer’in yanıtı, şöyledir: “Yaşamımın yalnızca iki B tarafından değil, ama onların yanı sıra birkaç A, B, C vb. tarafından da yönlendirilmiş olduğunu ümit etmek isterim, ama bendeki bu karşıtlığın temeline inmek, hiç kuşkusuz olanaklı. Bakın, ben daha çocukluğumdan başlayarak asi bir insandım. Jean Amery, beni çok boyutlu bir asi, diye nitelendirmişti. Asi olmak zorundaydım. Zayıf ve kimi zaman ölüme çok yaklaşan organizmama karşı başkaldırmam, hayatta kalmamı sağladı. Babamın dünyasına, buyruklardan ve boyun eğmelerden oluşan o dünyaya başkaldırışını, beni pasif olmaktan çıkarıp eylemi yeğleyen bir insana dönüştürdü. Aslında her iki özellik de kaldı iç dünyamda, yani pasif bir düşme konumuyla, aktif bir insan olmak, ve her ikisini, bu ikiliği, modern ve solcu bir aydının en önemli öğelerinden biri sayıyorum.

” Hakkında varılan yargılar çok değişik olan, kimir lerince Marksizmin Aristoteles’i, kimilerince de ıslah olmaz bir dönek diye nitelendirilen Fischer, hiç kuşkusuz çelişkili bir kişiliğin taşıyıcısıdır. Ancak önemli olan, bu çelişkiler arasında sözü edilen kişiliğin baskın özelliklerinin de iyi saptanmasıdır. Bu amaca yönelik bir çaba sonucu karşılaşılan ilk olgu, Fischer’in sürekli biçimde bağnazlıktan kaçtığı, hep yargılarında nesnel olabilme kaygusuyla hareket ettiğidir. Kısacası, bir yanı mutlak anlamda kusurlu, öteki yanı da mutlak anlamda yetkin saymak, Fischer’in başarabileceği bir iş değildir. Kafka ile -bu yazının bağlamını çok geride bırakan, uzun bir süreçte gerçekleşmişhesaplaşması, Fischer’in bu tutumunun en çarpıcı ka-” nıtlarından birini oluşturur. Bu hesaplaşma, salt bir yazarla sınırlı değildir çünkü. Fischer’in Kafka yorumu, kökenine inildiğinde bir başka saptamaya, sosyalist toplumun da yabancüaşma’dan tümüyle uzak olmadığı saptamasına götüren bir yol niteliğini kazanır. Fischer, Kafka üzerine görüşlerini en açık biçimde, 28 Mayıs 1963 tarihinde Liblice’de düzenlenen Kafka Kongresi’nde dile getirmiştir. Bu kongrede, o zamana değin özellikle Alman Demokratik Cumhuriyetinden gelme eleştirmenlerce yalnızca ‘tarihsel bir olgu” diye ortaya konan değerlendirmeye karşı çıkan Fischer, şöyle demişti: “Önce, Kafka’nın yalnızca tarih açısından değer taşıyan bir olgu olduğu, yaratısının geçmişe ait bulunduğu yolundaki sava karşı çıkmak istiyorum Kafka, hepimizi ilgilendiren bir yazardır. Kafka’nın, düşünülebilecek en yoğun düzeyde sergilemiş olduğu yabancılaşma, kapitalist dünyada korkunç boyutlara vardı. A m a bu yabancılaşma, sosyalist dünyada da henüz kesinlikle aşılmış değil. Bu yabancılaşmayı dogmatizme karşı yürütülen savaşta… adım adım aşmak, uzun bir süreç ve büyük bir görevdir. ‘Dava’ ve ‘Şato’ gibi yapıtların okunması, bu görevin yerine getirilmesine katkıda bulunabilmek açısından elverişlidir. Sosyalist okur, bu romanlarda kendi sorunsalının bazı çizgilerini bulacaktır; bu ülkelerdeki görevliler de bazı konular üzerinde daha esaslı düşünmek zorunluluğunu duyarlar. Kafka’yı eskimiş saymak ya da önünde korkuya kapılmak yerine yapılması gereken şey, kitaplarını basmak ve böylece de yüksek düzeyde bir tartışmaya olanak hazırlamaktır.

Kafka, son derece güncel olan bir yazardır.” 10 • Fischer’in bu söyledikleri, bir anlamda, kökü çok eskilere uzanan gerçekçilik tartışması’nı yeniden açması demekti. Kafka üzerine yapılan bu konuşma, bu tartışmalara yepyeni boyutlar getirdi. “Kafka’nın zayıflık diye suçlanan yanlarından çoğu, gerçekte onun yazarlık gücünün birer öğesidir. ‘Buddenbrook Ailesi’, geç kapitalist dönemin karanlıklarına ‘Dava’ kadar inebilmiş değildir.” Kafka’nm yapıtlarından seçmelerin Sovyetler Birliği’nde ve öteki sosyalist ülkelerde basılması, daha sonra da baskı sayılarının yükselmesi, bu konuşmadan sonrasına rastlar. Ernst Fischer’in Kafka denemesi, ülkemiz açısından da özel bir önem taşıyor. Türkiye’de Kafka’nın yapıtlarının hemen tümünün dilimize çevrilmiş olmasına karşın, bu yazara ve işaret ettiklerine ilişkin yorum çalışmaları henüz olması gereken düzeyin epey altında. Bunda hiç kuşkusuz ülkemizin kültür yaşamında yaygın olan yazın-yaşam kopukluğu, başka deyişle yazını ve sanatı bir yerde, günjük yaşamı da apayrı bir yerde görme alışkanlığının varlığını sür-sürdürmesi de büyük rol oynuyor. Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda, Kafka’yı tüm verimiyle ve tarihsel-toplumsal bağlamını güncellik açısmdan irdeleyerek değerlendiren bu denemenin, yeni Kafka okurları oluşturabileceği kanısındayız. Ernst Fischer, ülkemizde daha çok Sanatın Gerekliliği Üzerine başlıklı, dilimize Cevat Çapan tarafından çevrilen yapıtıyla tanınır. Bunun dışında yazarın -dilimize henüz aktarılmamış olan- Zaman ve Yazın, Sanatın Bağımlılığı ve Özgürlüğü, Büyük Hümanist Goethe, Anılar ve Düşünceler gibi yapıtları da önemlidir. , . _ Ahmet Cemal FRANZ KAFKA ( tarama: Alamut ) Kafka’nın yaratısı üzerinde onurlandırıcı değerlendirmelerden oluşma bir piramit yükselir. Ben bu piramide yeni bir taş eklemek gibi bir haddini bilmezlik yapacak değilim.

Katkım, yalnızca bazı sorunlara ilişkin notlar düşmek. Yapılması gereken şey, Franz Kafka’yı aziz ilan edilmekten korumak; en az bunun kadar önemli bir iş de, Kafka’yı dogmatik aşırılıklara kayanlar karşısında savunmak. Bir aziz değildi Kafka, aziz olmanın çok ötesindeydi: Bir büyük yazardı. Yapıtları da, bir çağın son modası olmanın çok ötesindedir; doğrudan dünya yazınıdır. Thomas Mann’ın deyişiyle, bu yapıtlar «dünya yazınının en okunmaya değer ürünleri arasında yer alır.» Bu yaratı, besinlerini ve zehirini çekmekte olan Habsburg İmparatorluğundan almıştır. Bu nedenle de —eşine az rastlanır bir çelişki oluşturarak— yöreselliğin sınırlarını aşmış, vatansızlaşmıştır. Max Brod, Franz Werfel’e arkadaşının yapıtlarından ilk kez okuduğunda, Werfel şöyle demişti: «TetschenBodenbach’- m ötesinde Kafka’yı anlayan tek kişi çıkmayacaktır.» Yaşadığı dönem, Kafka’yı pek değerlendiremedi. Ölümünden sinra gelen ün ise olağanüstü oldu. Mistik bir nihilist, gerçeklerin ve aklın ötesinde kalan evrenin sözcüsü diye övülen ve ilence uğrayan Kafka, gerçekte daha çok bir mizah ustasıydı. Büyük peygamberler de çoğu kez birer mizah sanatçısıdırlar; mizah sanatçılarının arasından da peygamberlerin çıktığı görülmüştür. Kafka’nm fantastik mizah sanatı, geleceği peygamberlere özgü bir kehanet gücüyle önceden somutlaştırmıştır. Kari Kraus’un Nestroy için söyledikleri, Kafka’nm özüne de uymaktadır: «Nestroy, küçük çevresini gelecekteki olayları önceden somutlaştırarak ve ancak gelecek için gösterebilecek bir titizlikle ele alır. Kendi mizah mirasma şimdiden sahip çıkar.

» Kılı kırk yaran bazı kişilerce Kafka, yalnızca kü çük ayrıntıları görmüş, büyük bağlamı algılamamış olmakla suçlanır; bunlara göre Kafka, dünyayı sarsan gök gürültülerine değil, duyulması olanaksız seslere kulak vermiştir. İnsan, uyumazdan hemen önce bir «çelişki» konumuna girer: Gök gürültüsünü duymazken bir saatin tiktaklannı algılar. Kafka’nm tiktakla-rını duyduğu saat —sonradan ortaya çıktığı gibi— bir saatli bombaydı. Bu bomba, yıldırımın düşmediği evi havaya uçurdu. Küçük ayrıntı, yıkıma götüren büyük bağlamın habercisiydi. Kafka, bedensel bir hastalık sonucu yaşamını yitirdi. Onun ardından hayatta kalan ailesi ise onyıllar sonra, geleceğini Kafka’nm önceden sezmiş olduğu toplumsal bir hastalıktan, Hitler’in Üçüncü Reich’ından ötürü öldü. ZAYIFLIĞIN YARATTlÇl DEHA Franz Kafka, 3 Temmuz 1883’de Prag’da, bir Yahudi tüccarın oğlu olarak dünyaya geldi. 3 Haziran 1924 tarihinde Viyana yakınlarındaki Kierling Sana-toryumu’nda gırtlak vereminden öldü. Kafka kendine yönelik yoğun bir gözlem sonucu, zayıf yanım yazınsal gücünün temel kaynağı olarak saptamıştır. Şöyle yazar: «Bildiğim kadarıyla, yaşam için gerekli koşulların hiçbirini beraberimde getirmiş değildim, yalnızca insana özgü genel zayıflığın taşıyıcısıydım. Bu zayıflık sayesinde —bu anlamda sözünü ettiğim zayıflık, çok büyük bir güçtür— yaşadığım dönemin bana zaten çok yakın olan, savaşmak değil belli ölçüde temsil etmek hakkma sahip bulunduğum olumsuz yanını olanca gücümle özümsedim. Gerek kapsamı dar olan olumlu’daki, gerekse artık olumluya dönüşmenin sınırına varacak boyutlar almış olumsuz’- daki payı, kalıtım yoluyla elde edilmiş değil…» Kleist ya da Keats’inkini andıran bir zayıflıktır bu, ama onlarınkinden daha mutlaktır; bir savunmasızlık, en ufak baskı karşısında yenik düşme konumudur; ardmdan gün ışığının görülebildiği incecik bir zar gibidir^ «Bu testi daha suyoluna varmazdan önce kırılmıştı,» diye yazar Milena’ya. Bir sarmaşık gibi uzamış olan hassas bedeni, herhangi bir «aşırılık» karşısında sürekli savunma konumundadır. Varlığmı sürdürme içgüdüsü, Kafka’nın kendisi konusunda tutumlu ve esirgeyici davranmasını, «gücünü düşünülemeyecek kadar çok aştığını» sezdiği kimi şeylerden özveride bulunmasmı gerektirir.

Güvenlik altında olmaya ve ana kucağına duyduğu özlem, bedeninin zayıflığından kaynaklanır. Ama yazınsal üretime olan tutkusu daha güçlüdür. «Yazma eyleminin, yaradılışımın en verimli yönü olduğu ortaya çıktığında, tüm gücüm bu noktada odaklaştı ve cinselliğin zevklerine, yemeye, içmeye, felsefi düşünmeye, özellikle müziğe yönelir tüm yeteneklerimi ortada bıraktı. Bu yanlarımın tümünde zayıf düştüm. Bu da zorunluydu, çünkü sahip olduğum tek tek güçler bir bütün olarak o denli azdı ki, ancak hepsi bir araya geldiklerinde yazma amacına biraz olsun hizmet edebilirlerdi.» Ama bu denli duyarlı olan organizma, trajik kararlar verebilecek kadar da güçlüdür. Çoğu yazarlar çalışma sürecini, aşın enerji harcamaktan kaçınarak, her gün belli bir bölüm tamamlayabilecekleri bir akı şa dönüştürebilirler; başka bazı yazarlar ise ancak iç gerilimlerini bir doruk noktasına vardırarak, her türlü ölçünün dışına çıktıkları bir konumda üretebilirler. Kafka, bu yazarlar arasında yer alır. 12 Eylül 1912 tarihinde güncesinde şu satırlara rastlıyoruz: «Bu öyküyü, ‘Yargı’ adlı öyküyü, 22’yi 23’e bağlayan gece, akşamın onu ile sabahm altısı arasmda bir solukta yazdım… Öykünün önümde gelişmesi, bir suda ilerler gibi ilerleyişim, hem korkunç bir çaba, hem de mutluluk. Bu gece sırtımda birkaç kez kendi ağırlığımı ta şıdım… İnsan ancak böyle yazabilir, bedenini ve ruhunu bu denli bütünüyle adadığında…» Bir başka notunda ise şöyle der: «Coşku arımı ne” denli özlersem özleyeyim, o an karşısında özlemden çok korku duyuyorum…» Ancak böyle anlarda iyi buluşlar yapabilmelidir; ama o an gelip çattığında «dağarcık o denli zenginleşiyor ki, özveride bulunmak zorunda kalıyorum, yani akıntıdan bir şeyleri gözü kapalı alıyorum, öyle önüme ne gelirse, el attıkça; o zaman bu aldıklarım, düşünerek yazmaya başlayınca, eskiden içinde bulunduğu dağarcığm bütününe oranla bir hiç oluyor, o dağarcığın zenginliğini yansıtmaya yetmiyor, bu nedenle de kötü ve insanı tedirgin edici bir nitelik alıyor, çekiciliği bir işe yaramadığı için…» Kafka, yazın çalışmalarının bedelini dayanılması neredeyse olanaksız baş ağrılarıyla, uykusuzluk, bitkinlik ve kendini yıkıma götürmekle ödüyordu. 1913’de şöyle yazmıştır: «Yapamıyorum, kendi yaşamımın saldırısına, kendi kişiliğimden kaynaklanan istemlere, yaşın ve zamanın yıpratmalarına, yazma tutkusunun belli belirsiz zorlamalarına, uykusuzluğa, delüiğin sınırına varmaya dayanamıyorum —bütün bunları yalnız başıma ta şıyabilecek güçte değilim…» Ve sonra, 1921’de: «Yararlı hiçbir şey öğrenmemiş oluşumun ve —buna bağlı olarak— kendimi bedensel bakımdan da yıkıma sürükleyişimin ardında bir amaç yatıyor belki de. Dikkatimin dağümasını istemiyordum, yararlı işler gören, sağlıklı bir erkeğin duyacağı yaşama sevinci yüzünden dikkatimin dağılmasını istemiyordum. Sanki hastalık ve mutsuzluk da insanın kafasım en azından bunlar kadar dağıtmazmış gibi!. Yılların akışı boyunca kendimi sistemli biçimde yıkıma götürmüş oluşum, gerçekten şaşırtıcı; her şey bir barajın ağırdan çökü şü gibiydi, tümüyle amaçh bir eylem vardı ortada…» Romantiklerce ortaya atılan ve eskimiş olan seçenek, sanat ya da yaşam diye belirtilen seçenek, Kafka için ölesiye ciddiydi. Zayıflığı, bu ikisinden bir bütün oluşturmasını yasaklıyordu.

Hukuk öğrenimi görmüş, ona epey boş zaman bırakan bir uğraş seçmiş olmasına karşın, bu ikili çalışma bedenini yıpratıyordu. «Bu iki uğraş,» der Kafka, «hiçbir zaman bağdaşamaz ve ikisine ortak bir mutluluk yaratamaz. Birinden duyulacak en küçük mutluluk, öteki için büyük bir mutsuzluk olur. Bir akşam iyi bir şey yazabildiğimde, ertesi günü dairede ateşler içinde yanıyorum ve hiçbir şey yapamıyorum. Bu çalkantı hep daha kötüye gidiyor. Dairede görünüşte görevlerimi yerine getiriyorum, ama vicdanım açısından görevimi yapamıyorum; yapamadığım her görev, bir daha içimden atamadığım bir mutsuzluğa dönüşüyor…»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir