Gabriel Garcia Marquez – Bir Kaçırılma Öyküsü

Arabaya binmeden önce, kendisini kimsenin gözlemediğinden emin olmak için omzunun üzerinden geriye baktı. Bogota’da saat Aakşamın yedi buçuğuydu. Hava bir saat önce kararmıştı; Ulusal Park iyi aydınlatılmış değildi; yapraksız ağaçlar, bulanık, hüzünlü gökyüzünün üzerine hayaletleri andıran siluetler çiziyorlardı, ama görünürde korkulacak bir şey yoktu. Maruja, mevkiine rağmen şoförün arkasına oturdu, çünkü orası ona hep en rahat yer gibi görünmüştü. Beatriz de öteki kapıdan binip onun sağına oturdu. Her günkü işlerinde neredeyse bir saat gecikmişlerdi; üç yönetim toplantısının yapıldığı, insana ağırlık veren bir öğle sonrasının ardından her ikisi de kendini yorgun hissediyordu. Özellikle de bir gece önce evinde verdiği bir parti yüzünden üç saatten fazla uyuyamamış olan Maruja. Uyuşmuş olan bacaklarını uzattı, gözlerini yumup başını koltuğun arkasına dayayarak, her zamanki emri yineledi: — Eve, lütfen. Her günkü gibi, güvenlik nedenleriyle olduğu kadar trafikteki kördüğümler yüzünden, kâh bir yoldan, kâh bir başkasından dönüyorlardı eve. Bindikleri Renault 21 yepyeni, rahat bir arabaydı, şoför de onu dikkatli bir ustalıkla kullanıyordu. O akşamki en iyi seçenek, kuzeye doğru uzanan çevre yoluydu. Üç trafik ışığını da yeşilde yakalamışlardı; akşam trafiği her zamankinden daha az sıkışıktı. Daha kötü günlerde bile bürodan Maruja’nın evine kadar, 84A-42 numaralı Üçüncü Yanyolu yarım saatte geçerler, daha sonra şoför, Beatriz’i, yedi blok kadar ötede olan evine götürürdü. Maruja, aralarında birkaç kuşaktan beri gazeteciler bulunan, tanınmış bir entellektüel aileden geliyordu. Kendisi de gazeteciydi, pek çok kez de ödül almıştı.


İki aydan beri, sinemaya destek veren bir devlet kuruluşu olan Focine’nin başındaydı. Görümcesi ve yardımcısı olan Beatriz, bir süre için değişiklik olsun diye işine ara vermiş, uzun yıllar deneyimli bir fizik tedavi uzmanıydı. Maru-ja’nın Focine’deki başlıca sorumluluğu, basınla ilgili her şeyle ilgilenmekti. Her ikisinin de korkacak birşeyleri yoktu, ama Maruja, uyuşturucu mayfasının, bir önceki Ağustos ayında, hiç umulmadık bir esintiyle gazetecileri kaçırmaya başlamasından beri, neredeyse bilinçaltı bir hareketle omzunun üzerinden geriye bakma alışkanlığını edinmişti. Bu korkusunda da haklıydı. Arabaya binmeden önce omzunun üzerinden baktığında Ulusal Park ona bomboş gibi görünmüş olsa da, sekiz adam vardı onu gözetleyen. Bunlardan biri, karşı kaldırımda park etmiş olan, sahte Bogota plakalı, lacivert bir 190 Mer-cedes’in direksiyonunda oturuyordu. Bir başkası, sarı renkli bir çalıntı taksinin direksiyonundaydı. Kot pantolon, tenis ayakkabıları, , deri ceket giymiş dört tanesi, parkın gölgeleri içinde dolaşmaktaydılar. Üzerinde baharlık kostümü, elinde genç işadamı görünümünü tamamlayan evrak çantasıyla yedincisi, uzun boylu, yakışıklı biriydi. Operasyondan sorumlu olan bu kişi, titizlikle yürütülen yoğun provaları yirmi bir gün önce başlamış olan operasyonun bu ilk gerçek bölümünü, oraya yarım blok uzaktaki bir köşebaşı kahvesinden gözlüyordu. Taksiyle Mercedes araba, Maruja’nın arabasının her zaman geçtiği yolları saptamak üzere bir önceki Pazartesiden beri yaptıkları gibi, onları sürekli olarak çok yakından izliyorlardı. Aradan yirmi dakika kadar geçtikten sonra, hep birlikte sağdaki 82’nci sokağa saptılar; Maruja’yla kocasının, çocuklarımdan biriyle birlikte oturdukları çıplak tuğla yapının iki yüz metre bile uzağında değillerdi. Tam sokağın dik yokuşunu çıkmaya başlamışlardı ki, sarı renkli taksi Maruja’nın arabasını geçerek, onu soldaki kaldırıma sıkıştırdı; şoför de, çarpmamak için ani bir fren yapmak zorunda kaldı. Neredeyse aynı anda Mercedes araba da tam arkalarında durmuş, onlara geri manevra yapma olanağı bırakmamıştı.

Taksiden üç kişi inerek kararlı adımlarla Maruja’nın arabasına yöneldiler. Uzun boylu, iyi giyimli olanı, Maruja’ya kısacık dip-çikli bir tüfek gibi görünen, tıpkı bir teleskop gibi uzun ve kalın namlulu acayip bir silah taşıyordu. Aslında, iki saniye içinde tek tek ya da aralıksız otuz mermi atabilen, susturuculu, 9 milimetrelik bir Mini Uzis’ti bu. Öteki iki saldırganın da makinelileri ve tabancaları vardı. Maruja ile Beatriz’in göremedikleri ise, arkalarında duran Mercedes’ten üç kişinin daha indiğiydi. Öylesine uyum içinde ve hızlı hareket etmişlerdi ki, Maruja ile Beatriz, saldırının sürdüğü iki dakikacığı ancak kopuk kopuk parçalar halinde hatırlayabiliyorlardı. Beş kişi, arabanın çevresini sararak, içerdeki üç kişiyle profesyonelce bir ustalıkla aynı anda ilgilenmişler, altıncısı ise, makinelisini doğrultmuş olarak sokağı gözlemeye koyulmuştu. Maruja olacakları anlamıştı. — Gaza bas, Angel! -diye bağırdı şoföre- Kaldırımlara çık, ne yaparsan yap, ama fırla! Gerçi önünde taksi, arkasında Mercedes arabayla hareket edecek yeri kalmamıştı ama, Angel taş kesilmişti. Adamların ateş etmeye başlayacaklarından korkan Maruja, cankurtaran simidine sa-\rılır gibi çantasına sarılıp, şoför koltuğunun arkasına saklanarak ‘”*Beatriz’e bağırdı: — Kendini yere at! — Dünyada atmam -diye mırıldandı Beatriz-. Yerde bizi öldürürler. Tir tir titriyordu ama kararlıydı. Bunun bir soygundan başka bir şey olmadığı inancıyla, sağ elindeki iki yüzüğü güçlükle çıkararak arabanın penceresinden dışarı fırlattı; ‘Alın, başınıza çalın’ diye geçiriyordu aklından. Ama sol elindeki iki yüzüğü çıkarmasına fırsat kalmamıştı. Koltuğun arkasında dertop olmuş olan Maruja ise, küpeleriyle takım oluşturan elmaslı ve zümrüdü bir yüzük takmış olduğunu aklına bile getirmemişti.

Adamların ikisi, Maruja’nın kapısını* öteki ikisi de Beat-riz’inkini açmışlardı. Beşincisi, susturucu nçdeniyle ancak bir iç çekmesi gibi duyulan tek bir kurşunla camın arkasından şoförün kafasına ateş etti. Sonra da kapıyı açıp onu bir çekişte dışarı çıkara-rak, yerde üzerine üç kurşun daha sıktı. Bu bir kader değişikliğiydi: Angel Mana Roa, yalnızca üç günden beri Maruja’nın şoförüydü; bakanlık şoförlerine özgü koyu renk kostümü, kolalı gömleği, siyah kravatıyla yeni görevine henüz başlamıştı. Bir hafta önce kendi isteğiyle emekliye ayrılmış olan selefi, on yıldır Focine’nin şoförlüğünü yapmaktaydı. Maruja, şoföre yapılan bu saldırıyı çok daha sonra öğrenecekti. Saklandığı yerden yalnızca kırılan camların bir anlık şangırtısını, hemen arkasından da neredeyse tam tepesinden gelen kesin ifadeli haykırmayı duymuştu: “Biz sizin için geldik, hanımefendi. Çıkın oradan!” Demir gibi bir pençe onu kolundan yakaladığı gibi, sürükleyerek arabadan çıkarmıştı. Maruja, elinden geldiğince di¬ rendi; yere düşmüş, bir bacağı sıyrılmıştı, ama o iki adam onu havaya kaldırarak, arkadaki otomobile götürdüler. İkisi de Maru-ja’nın çantasına sarılmış olduğunu fark etmemişti. Upuzun, sert tırnaklara sahip olan, ayrıca iyi bir askerî eğitimden geçmiş bulunan Beatriz, kendisini arabadan çıkarmaya çalışan delikanlıya kafa tutarak, “Dokunma bana!” diye bağırdı. Çocuk irkilmiş, Beatriz, onun da kendisi kadar sinirli olduğunun, her şeyi yapabileceğinin farkına varmıştı. Tavrını değiştirdi: — Ben kendi kendime inerim -dedi-. Ne yapmam gerektiğini söyleyin. Çocuk, taksiyi işaret etti.

— Şu arabaya binip yere yatın -dedi-. Çabuk! Arabanın kapıları açıktı; motörü çalışıyor, şoför, yerinde hareketsiz oturuyordu. Beatriz, arabanın arka bölümüne elinden geldiğince uzandı. Çocuk, ceketiyle onu örttü, ayaklarını da üzerine koyarak koltuğa yerleşti. Öteki iki kişi de bindiler: biri şoförün yanına, öteki arkaya. Şoför, arabanın iki kapısı da aynı anda çarpana kadar bekledi, sonra arabayı Çevreyolundan kuzeye doğru hızla sürdü. Çantasını arabanın koltuğunda unuttuğunu ancak o zaman fark edebilmişti Beatriz, ama artık çok geçti. Dayanamadığı şey, duyduğu korkudan ve rahatsızlıktan çok, üzerine örtülen ceketin leş gibi amonyak kokuşuydu. Maruja’yı bindirmiş oldukları Mercedes, onlardan bir dakika önce hareket etmişti, hem de başka bir yoldan. Onu, iki yanında birer adamla, arka koltuğun ortasına oturtmuşlardı. Solundaki, başını öyle rahatsız bir pozisyonda kendi dizlerine dayamaya zorlamıştı ki, neredeyse soluk alamıyordu. Şoförün yanında, ilkel bir telsiz telefon aracılığıyla öteki arabayla konuşan bir adam oturuyordu. Maruja’nın kafası iyice karışmıştı, kendisini hangi arabada götürdüklerini bilemiyordu -kendi arabasının arkasında durduklarını hiç fark etmemişti- ama arabanın yeni ve rahat, belki de zırhlı olduğunu hissediyordu, çünkü bulvarın gürültüsü, tıpkı yağmurun mırıltısı gibi, kısık olarak geliyordu kulağa. Soluk alamıyordu, kalbi ağzından fırlayacakmış gibi oluyor, boğulduğunu hissetmeye başlıyordu. Şoförün yanında oturan ve şefleri gibi davranan adam, tedirginliğini fark ederek onu yatıştırmaya çalıştı.

— Sakin olun -dedi, omzunun üzerinden-. Bir bildiri iletmeniz için götürüyoruz sizi. Birkaç saat içinde evinize döneceksiniz. Ama kıpırdanırsanız sizin için iyi olmaz, bu yüzden sakin olun. 10 Onu dizleri üzerinde tutan da yatıştırmaya çalışıyordu. Maru-ja derin bir soluk alarak havayı ağır ağır ağzından çıkardı; kendine gelmeye başlamıştı. Birkaç blok gittikten sonra durum değişti, çünkü zorlu bir yokuşta araba kendini bir trafik sıkışıklığının içinde bulmuştu. Telsiz telefonlu adam, bağırıp çağırarak, öteki arabadaki şoförün bir türlü yerine getiremediği birtakım olanaksız emirler vermeye başlamıştı. Otoyolun bir yerinde sıkışıp kalmış birkaç ambulans vardı; sirenlerinin yaygarasıyla kulakları sağır edici korna sesleri, sinirleri sağlam olmayan birini deli edebilecek türdendi. Adam kaçıranların ise, en azından o sırada, sinirleri hiç de sağlam değildi. Şoför, kendisine yol açmaya çalışırken öylesine sinirliydi *j ki, bir taksiye tosladı. Hafif bir çarpışmadan başka bir şey olmamıştı, ama taksi şoförünün bağırarak birşeyler söylemesi, hepsinin gerginliğini büsbütün artırmıştı. Telsiz telefonlu adam, ne yapıp edip ilerlemesi emrini verdi, araba da kaldırımların ve boş alanların üzerinden geçip gitti. Trafik tıkanıklığından kurtulan araba, yokuş yukarı çıkmayı sürdürüyordu. Maruja, tepenin o saatte çok kalabalık olan yokuşlarından La Calera’ya doğru gittikleri izlenimini edinmişti.

Birden ceketinin cebinde, doğal bir sakinleştirici olan birkaç kakule tohumu bulunduğunu hatırlayarak, kendisini kaçıranlardan onları çiğnemesine izin vermelerini istedi. Sağındaki adam, tohumları cebinden bulup çıkarmasına yardım etti ve o zaman Maruja’nın çantasına sımsıkı sarılmış olduğunun farkına vardı. Çantayı elinden almışlar, ama kakule tohumlarını vermişlerdi ona. Maruja, kendisini kaçıranları iyice görmeye çalıştı, ama ışık çok azdı. “Kimsiniz siz?” diye sorma cesaretini gösterdi. Telsiz telefonlu olan, sakin bir sesle şu yanıtı verdi: -BizM-19’danız. Saçmalıktı bu, çünkü M-19 artık yasallaşmış, Kurucu Meclise katılabilmek için kampanya yürütüyordu. — Doğru söyleyin -dedi Maruja-. Uyuşturucu mafyasından mısınız, yoksa gerilladan mı? — Gerilladan -dedi öndeki adam-. Ama sakin olun. Biz yalnızca sizin bir mesaj götürmenizi istiyoruz. Ciddi söylüyorum. Maruja’yı yere yatırmaları emrini vermek üzere konuşmasını yanda kesti, çünkü bir polis noktasından geçeceklerdi. “Şimdi sakın kıpırdamayın, sesinizi de çıkarmayın, yoksa öldürürüz sizi,” ‘ ‘ . 11 dedi.

Maruja, böğründe bir tabanca namlusu hissetmiş, yanında oturan da, cümlenin sonunu getirmişti: — Silahımız üzerinizde. Bitmek bilmez bir on dakika geçmişti. Maruja, kendisini gitgide canlandıran kakule tohumlarını çiğneyerek gücünü bir noktaya topladı, ama rahatsız pozisyonu ne bir şey görmesine olanak veriyordu, ne de polis noktasındakilerle konuşmalarını duymasına; tabii eğer herhangi bir şey konuştularsa. Maruja’ya, hiç soru sorulmadan geçtiler gibi geldi. La Calera’ya doğru gitmekte oldukları biçimindeki ilk kuşkusu artık kesinlik kazanmış, bu da onu biraz olsun rahatlatmıştı. Doğrulmaya yeltenmedi, başını adamın dizlerine dayamış olarak kendini daha rahat hissediyordu. Araba toprak bir yoldan geçerek beş dakika kadar sonra durdu. Telsiz telefonlu adam şöyle dedi: — İşte geldik. Hiç ışık görünmüyordu. Maruja’nın kafasını bir ceketle örterek onu iki büklüm çıkardılar arabadan, öyle ki tek görebildiği şey yürüyen kendi ayaklarıydı; önce bir avludan, sonra da belki bir mutfak olan karolarla kaplı bir yerden geçmişlerdi. Kafasını açtıklarında, yerde bir şilte, çıplak tavanda da kırmızı bir ampul olan, ikiye üç metre gibi minicik bir odada bulunduklarını fark etti. Az sonra da, yüzleri bir tür kar başlığıyla örtülü iki adam girdi içeri; aslında bunlar, bir eşofmanın, iki göz ve burun için üçer delik açılmış bacaklarıydı. O andan sonra ve tüm tutsaklık süresi boyunca, bir daha hiç kimsenin yüzünü görmeyecekti Maruja. Kendisiyle ilgilenen o iki kişinin, onları kaçıran aynı insanlar olmadıklarını fark etmişti. Giysileri eski püskü ve kirliydi; boyu bir altmış yedi olan Maruja’dan daha kısa boyluydular; bedenleriyle sesleri genç olduklarını gösteriyordu.

Bir tanesi, Maruja’nın üzerindeki mücevherleri kendisine teslim etmesini buyurdu. “Güvenlik nedeniyle -dedi-. Burada onlara bir şey olmaz.” Maruja, minicik zümrütleriyle elmasları olan yüzüğünü verdi ona, ama küpelerini vermedi. Öteki otomobilde bulunan Beatriz, yolla ilgili hiçbir sonuca varamamıştı. Yol boyunca hep yere uzanmış haldeydi; La Calera kadar dik bir yokuşu çıktıklarını hatırlamıyordu; gerçi taksi yolda durdurulmamak gibi bir ayrıcalığa sahip olabilirdi ama herhangi bir polis noktasından da geçmiş değillerdi. Yoldaki trafik sıkışıklığı nedeniyle arabada son derece gergin bir hava esiyordu. Şoför, telsiz 12 telefonla avaz avaz bağırarak arabaların üzerinden geçemeyeceğini söyleyip ne yapacağını soruyor, bu da değişik ve çelişkili talimatlar veren öndeki arabadakileri büsbütün sinirlendiriyordu. Beatriz, bacağının kıvrılmasından ve ceketin pis kokusuyla sersemlemiş olduğundan son derece rahatsız bir konumdaydı. Daha rahat yerleşmeye çabalıyor, muhafızı ise karşı koyduğunu sanarak onu yatıştırmaya çalışıp, “Sakin ol, aşkım, sana bir şey olmayacak -diyordu-. Yalnızca bir mesaj götüreceksin.” Sonunda bacağının rahatsız olduğunu anlayınca, Beatriz’in bacağını uzatmasına yardım etti; bu kez daha az kaba davranıyordu. Beatriz’in en dayalı namadığı şey, kendisine “aşkım” demesiydi; bu laubalilik onu nere-*% deyse ceketin pis kokusundan daha fazla rahatsız ediyordu. Ama adam onu ne kadar yatıştırmaya çalışırsa, Beatriz’in kendisini öldüreceklerine olan inancı da o kadar artıyordu. Yolculuğun kırk dakikadan fazla sürmediğini hesaplamıştı; bu yüzden de eve vardıklarında saat sekize çeyrek var olmalıydı.

Eve varmaları tıpkı Maruja’nınki gibi olmuştu. Başını leş gibi kokan o ceketle örtmüşler, yalnızca aşağı bakması uyarısıyla elinden tutarak götürmüşlerdi onu. O da Maruja gibi aynı şeyleri görmüştü: avluyu, karo döşeli yeri, sonunda iki basamağı. Sola dön-: meşini söylemişler ve başındaki ceketi çıkarmışlardı. Orada Maruja, tek kırmızı ampulün ışığı altında, beti benzi atmış bir halde bir taburede oturuyordu. — Beatriz! -dedi Maruja-. Sen de buradasın ha! Ona neler olup bittiğinden haberi yoktu, ama hiçbir şeyle hiçbir ilgisi olmadığı için onu serbest bırakmış olduklarını düşünüyordu. Yine de, onu orada görünce, aynı anda hem yalnız olmadığı için büyük bir sevinç duymuştu, hem de onu da kaçırmış oldukları için çok büyük bir üzüntü. Sanki çok uzun zamandan beri görüşmemiş gibi kucakladılar birbirlerini. ikisinin birden, yere atılmış tek bir şiltenin üzerinde yatarak, hem de kendilerini bir an bile gözden kaçırmayacak olan maskeli iki muhafızla birlikte, o berbat odada hayatta kalabilecekleri akıl alır şey değildi. O sırada, ötekilerin Doktor diye çağırdıkları, şık giyimli, yapılı, en az bir seksen boyunda, maskeli yeni biri, büyük şef pozlarında kumandayı ele almıştı. Beatriz’in sol elindeki yüzükleri çıkarıp almışlar, ucunda Meryem Ana madalyonu asılı altın bir zincir taşıdığım fark etmemişlerdi. 13 — Bu, askerî bir operasyon, size bir şey olmayacak -dedi; sonra da yineledi-: Yalnızca hükümete bir bildiri götürmeniz için getirdik sizi buraya. — Bizi elinde tutan kim? -diye sordu Maruja. Adam, omuzlarını kaldırdı.

“Bu şimdi sizi ilgilendirmez,” dedi. İyice görebilmeleri için elindeki makineliyi kaldırarak devam etti: “Ama size bir şey söylemek istiyorum. Bu, susturuculu bir makineli; hiç kimse sizin nerede, kiminle olduğunuzu bilmiyor. Bağırırsanız ya da bir şey yapmaya kalkarsanız, sizi bir dakikada yok ederiz, kimse de bir daha sizden haber alamaz.” Her ikisi de daha beterini duymayı bekleyerek soluklarını tuttular. Ama bu tehditlerin sonunda şef, Beatriz’e dönmüştü. — Şimdi sizleri birbirinizden ayıracağız, ama sizi serbest bırakacağız -dedi ona-. Sizi yanlışlıkla getirdik. Beatriz, hemen tepki gösterdi. — Hayır, olmaz -dedi, en küçük bir kuşku duymadan-. Ben de Maruja’yla birlikte kalıyorum. Bu öylesine cesur ve cömertçe bir karardı ki, onları kaçıran adam bile, sesinde en küçük bir alay ifadesi sezilmeden şaşkınlıkla bağırdı: “Ne de sadık bir dostunuz varmış, Dona Maruja.” Maruja, o büyük üzüntüsünün içinde minnettarlık duyarak onun bu sözlerini doğruladı, Beatriz’e de teşekkür etti. Bunun üzerine Doktor, onlara bir şey yemek isteyip istemediklerini sordu. İkisi de istemediklerini söylediler.

Yalnızca su istediler, ikisinin de ağızlan kupkuruydu. Adamlar onlara meşrubat getirdiler. Sigarası her zaman yanık olan, paketiyle çakmağı da hep elinin altında bulunan Maruja, bütün yol boyunca sigara içmemişti. Sigarasının bulunduğu çantasını kendisine geri vermelerini istedi, adam da kendi paketinden bir sigara verdi ona. İkisi de tuvalete gitmek istediklerini söylediler. Önce Beatriz gitti; kafasını yırtık pırtık, kirli bir bezle örtmüşlerdi. İçlerinden biri, “Yere doğru bakın” diye buyurdu. Onu elinden tutarak, daracık bir koridordan geçirip, geceye açılan kırık dökük küçük bir penceresi olan, son derece kötü bir durumda, berbat bir helaya kadar götürdüler. Kapının içerden tokmağı yoktu, ama iyi kapanıyordu, bu yüzden de Beatriz klozetin üzerine tırmanarak pencereden dışarı baktı. Bir sokak lambasının ışığında görebildiği tek şey, savandaki toprak yollarda pek çok rastlanan türden, önünde bir çimenlik bulunan, kırmızı kiremitli küçük bir ev oldu. 14 Odaya geri döndüğünde, durumun tümden değişmiş olduğunu gördü. “Sizin kim olduğunuzu daha yeni öğrendik, siz de işimize yararsınız -dedi Doktor-. “Bizimle kalıyorsunuz.” Kaçırılma haberini az önce vermiş olan radyodan öğrenmişlerdi bunu. Ulusal Radyo Kurumu (URK)’da asayiş haberlerine bakan gazeteci Eduardo Carrillo, askerî bir kaynağa bir şey danışmaktayken, konuştuğu bu kişi, telsiz telefondan kaçırılma haberini almıştı.

Aynı anda da, henüz hiçbir ayrıntısını bilmeden haberi yayınlamışlar, onları kaçıranlar da işte böyle öğrenmişlerdi Beatriz’in kim olduğunu. Radyo ayrıca, çarpmış oldukları taksinin şoförünün, onların Alakalarının iki rakamını ve arabasını yamultan bu otomobille ilgili genel bilgileri not etmiş olduğunu da söylemişti. Polis, kaçtıkları yolu saptamıştı. Bu yüzden de o ev hepsi için tehlikeli bir yer haline gelmişti, oradan hemen gitmeleri gerekiyordu. Dahası da vardı: kaçırılan kadınlar başka bir arabada, hem de bagajın içine kapatılmış olarak gideceklerdi. İkisinin birden itiraz etmeleri bir yarar sağlamadı, çünkü onları kaçıranlar da onlar kadar korku içindeydiler, bunu da saklamıyorlardı. Bagajın içinde boğulacakları düşüncesiyle kaygı içinde olan Maruja, bir parça saf alkol istedi. — Burada alkol yok -dedi Doktor, sert bir ifadeyle-. Bagajda gideceksiniz, işte bu kadar. Acele edin. Onları ayakkabılarını çıkarıp ellerine almaya zorlayarak, evin içinden geçirip garaja götürdüler. Orada kafalarına örttüklerini çıkardılar; fazla sert davranmadan, ana karnında çocuk pozisyonunda arabanın bagajına yatırdılar. İstepneleri çıkarmış olduklarından, içerisi yeterince geniş ve havadardı. Doktor, kapağı kapatmadan önce, onların içine bir korku saldı. — Yanımızda on kilo dinamit taşıyoruz -dedi-.

Daha ilk bağırmanızda, öksürmede ya da ağlamada, ya da her ne olursa, aşağı iner, arabayı havaya uçururuz. Her ikisini de hem rahatlatan, hem de şaşırtan şey, bagajın ek yerlerinden, tıpkı havalandırma varmış gibi soğuk ve temiz hava girmesi olmuştu. Boğulma duygusu kaybolmuş, geriye yalnızca belirsizlik kalmıştı. Maruja, tam bir umursamazlıkla karıştırılabilecek dalgın bir tavır takınmıştı, ama aslında tedirginliğini alt edebilmek için kullandığı sihirli formülüydü bu onun. Oysa büyük bir meraka kapılmış olan Beatriz, yerine iyi oturmayan bagaj kapağının ışık 15 sızan aralığından dışarıya baktı; arabanın arka camından içindeki yolcuları görebiliyordu: arka koltukta iki erkek, şoförün yanında da, kucağında iki yaşlarında kadar bir çocukla uzun saçlı bir kadın oturuyordu. Sağ tarafında, bildik bir alışveriş merkezinin sarı ışıklı kocaman ilanını gördü. Hiç kuşkusu yoktu: kuzeye giden otoyoldaydılar; uzun bir bölümü aydınlatılmış olan otoyoldan sonra girdikleri kapkaranlık toprak bir yolda araba yavaşlamıştı. On beş dakika kadar sonra da durdular. Burası bir başka polis noktası olsa gerekti. Anlaşılmaz sesler, başka arabaların gürültüsü, müzik sesi duyuluyordu; ama ortalık o kadar karanlıktı ki, Beatriz hiçbir şey seçemiyordu. Maruja canlanmış, onları bagajda ne taşıdıklarını göstermeye zorlayacak bir kontrol noktası olabileceği umuduyla dikkat kesilmişti. Beş dakika kadar sonra araba hareket etmiş, dik bir yokuşu çıkmaya başlamıştı, ama bu kez yolu saptayamamışlardı. On dakika kadar sonra araba durdu, bagajın kapağını açtılar. Yeniden kafalarını örterek karanlıkta arabadan inmelerine yardım ettiler. Öteki evde yaptıklarına benzer bir yürüyüşle, yine hep yerlere bakarak, kendilerini kaçıranların kılavuzluğunda bir koridordan ve başka kimselerin fısıltı halinde konuştukları küçük bir salondan geçerek, sonunda bir odaya geldiler.

Odaya girmeden önce Doktor onları uyardı: — Şimdi burada dost bir kişiyle karşılaşacaksınız -dedi. Odanın içindeki ışık öylesine sönüktü ki, gözleri ahşana kadar bir dakika beklemeleri gerekti. Tahtalarla kapatılmış tek bir pence-resiyle ikiye üç metreden büyük olmayan bir odaydı burası. Yere konulmuş tek kişilik bir şiltenin üzerinde oturan ve bir önceki evde bıraktıklarına benzer iki kukuletalı, dalgın dalgın televizyon seyrediyorlardı. Her şey karanlık, iç karartıcıydı. Kapının solundaki köşede, demir parmaklıklı dar bir yatakta, donuk beyaz saçlı, şaşkın bakışlı, bir deri bir kemik, hayalet gibi bir kadın oturuyordu. Onların içeri girdiklerini duyduğunu belirtecek herhangi bir hareket yapmadı; ne dönüp baktı, ne bir soluk aldı. Hiç kımıldamıyordu: bir ölüden farksızdı, Maruja, şaşkınlığını bastırdı. — Marina! -diye mırıldanoı. Neredeyse iki ay önce kaçırılan ve öldü gözüyle bakılan Marina Montoya’ydı bu. Erkek kardeşi Don German Montoya, Virgi-lio Barco hükümetinde son derece nüfuz sahibi olarak Devlet Başkanlığı Genel Sekreterliği yapmıştı. Onun oğullarından biri ve 16 önemli bir sigorta şirketinin genel müdürü olan Alvaro Diego’yu, uyuşturucu mafyası, bir pazarlıkta hükümete baskı yapmak ıçm kaçırmıştı. Hikâyenin hiçbir zaman doğrulanmamış olan en yaygın biçimine göre, hükümetin sonradan yerine getirmediği gizli bir ödün karşılığında onu kısa sürede serbest bırakmışlardı. Ondan dokuz ay sonra halası Marina’nın kaçırılması, ancak alçakça bir misilleme olarak yorumlanabilirdi, çünkü artık o sıralarda Marina pazarlık değerinden yoksundu: Barco hükümeti sona ermişti; German Montoya da Kolombiya’nın Kanada büyükelçisiydi. Bu yüzden de herkes, Marina’yı yalnızca öldürmek için kaçırdıklarının bilincindeydi.

Kaçırma olayının, ulusal ve uluslararası kamuoyunu harekete geçiren ilk yankılarından sonra, Marina’nın adı gazetelerden silinmişti. Maruja ile Beatriz onu iyi tanıyorlardı, ama bu kez onun kim olduğunu anlamaları kolay olmamıştı. Kendilerini onunla aynı odaya götürmüş olmaları, onlar için, daha ilk anda, idam mahkûmlarının hücresinde bulundukları anlamına geliyordu. Marina, hiç istifini bozmamıştı. Maruja, onun elini sıktı ve bir ürpertiyle sarsıldı. Marina’nın eli ne soğuktu, ne sıcak; hiçbir duyu uyandırmıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir