Gina Wilkins – Isin Dogrusu

Dottie Lovell oğlu Dr. Kane Lovell’in bir eş ve aile sahibi olmayı ne kadar istediğini biliyordu. Kane aile piknikleri, çocuklarıyla oynayacağı top oyunları, onlara bisiklete binmeyi öğretme ve okul aile birliği toplantılarına katılma özlemi içindeydi. Çocukları uyuduktan sonra karısıyla şöminenin karşısında oturup, klinikte gününün nasıl geçtiğini anlatırken, karısının da ona işte, evde ya da gündüzleri başka neler yaptığını anlatmasının hayalini kurardı hep. Ve küçük kasabalarda her zaman olduğu gibi, bir hastası onu eve çağırdığında, geri dönüşünü karşılayacak boş bir ev ve yatak yerine sıcak bir yuvası olmasını istiyordu. Evet, Kane bir aile Özlemi çekiyordu. Bunu da, onu yaşamın en değerli kavramları olan sevgi, çocuklar ve başka insanlari sevmenin değerini bilerek yetiştiren annesinden başkası anlayamazdı. Dottie çay fincanının üzerinden beyaz saçlı iki arkadaşına bakıp özlemle iç çekti. “Bütün bekJentilerini karşılayacak bir eş bulmasına vardım etmeliyiz. Zavallı o kadar yalnız ki.” Dottie’nin kız kardeşi Mildred Henderson bıkkinlıkla başını salladı. “Geçen yıl bir sürü güzel, hoş kızla çıktı, ama hepsinde bir kusur buldu. Belki, evlenmeyi o kadar istemiyor.” “Tabii ki, istiyor!” dedi Dottie inatla. “Ama evliliğinin benimki gibi hayat boyu, mutlu sürmesini istiyor.


Cathy onu çok incitmişti. Bunun tekrarlanmasından korktuğu için, ona uygun olmayan birine bağlanmamaya dikkat ediyor.” Dottie’nin en yakın arkadaşı Johnnİe Mae Harkin, “Mİldred haklı,” diye şakıdı. “Kane gereğinden fazla dikkatli davranıyor, Cathy gerçekten de onun için bir hataydı, ama geçen yıl çıktığı kızların hiç de öyle, kusurlu olmadıklarını kabul etmelisin. Örneğin, Virginia Halstead. Çok güzel, zeki, başarılı ve aile sahibi olmayı en az onun kadar isteyen bir kızdı. Ama Kane onunla İki üç kez çıktıktan sonra, şu anda Çıktığı avukatın kollarına adeta itti.” Mildred parmağını suçlarcasına sallayıp, “Ve Caroline McEJroy,” dedi. “Çok tatlı bir kızdı. Kilise korosunda şarkı söylüyordu ve tıpkı bir melek gibiydi. Ama Kane onu yeni rahiple tanıştırdı. Sonra da rahiple Caroline nişanlandılar! Kane kendine bir eş mi arıyor, yoksa çöpçatanlık mı yapıyor, anlamadım gitti.” Dottie, “Henüz kendisine uygun kızı bulamadı diye ayak diredi. “Oğlumun ergeç kendine uygun kızı bulacağına eminim.” Mildred’in katı, ince yüzü düşünceli bir ifadeyle kınşmıştı.

Birden aklına bir şey gelmiş gibi, yüzü aydınlandı. “Melanie Chastain!” Arkadaşları hiçbir şey anlamadan baktılar. “Kİm o?” diye sordu Dottie. “Pearl’ın torunu. Babasının dükkanını idare etmekiçin Saint Louis’ten döndü. Artık hep burada olacak. Kane için İdeal bir kız. Zeki, güzel ve iyi yetiştirilmiş. Mükemmel bir doktor karısı olacağına eminim.” Johnnie Mae, “Kane için biraz genç değil mi?” diye sordu kuşkuyla. “Connie Travers daha uygun bence. Gerçi, ilk evliliğinden üç çocuğu var, ama…” “Melanie yirmi üç yaşında,” dedi Mildred. “Kane’den sadece on yaş küçük. Bu fazla bîr fark sayılmaz. Evlenip çocuk sahibi olmak için uygun yaşta.

” Bu Dottie’nin ilgisini çekmişti. “Onları tanıştıracak bir yol bulmalıyız.” Mildred işe, olmuş, gözüyle bakıyordu. “Melanie onun beklentilerini karşılayabilir. Öyle umuyorum. Böyle küçük bir kasabada insanın fazla seçim şansı yok.” Johnnie Mae hala kuşkuluydu. “Bu çocuk bu kadar ince eleyip sık dokuduğu sürece, ona, doğru kızı, bulduğumuza emin olacak mıyız?” “Daha önemlisi,” diye mırıldandı Dottİe. “Kane emin olacak mı?” BİRİNCİ BÖLÜM Alexandra Bennett’in hayatında bundan daha kötü günler olmuştu, ama o anda hiçbiri aklına gelmiyordu. Eylül ayının o kasvetli sali günü, bir buçuk saattir motorundan garip sesier gelen spor arabasıyla, Missisippi’nin batısında bir yerde kaybolmuştu. Arabasında her zaman bir harita bulundururdu, ama onu beş saat önce öğlen yemeği yediği bir restoranda unutmus saatlerdir tanıdık yol işaretleri aramaktan ve kasıİmaktan hem başı hem boynu tutulmus Bu da yetmezmiş gibi, çiseleyen yağmur, gök gürültücü, şimşekler ve şiddetli rüzgarların eşlik ettiği bîr sağanağa dönüşmüştü. Artık, değil yol levhalarının üzerlerindeki isimleri okumak, kendilerini bile zor’ görüyordu. Saatlerdir tek rastladığı bina, on beş mil önce geçtiği, yalnız yolculuk eden bir kadın için hiç du uygun olmayan bir benzinci ve kamyon durağı tesisiydi. Alexandra yorgundu., açtı, kızgındı ve kaybolmuştu.

Chicago’dan ayrılıp. Romantik Güney’e arastırma gezisine çıkmasına hangi şeytanın sebep olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sağanağın içinde belli belirsiz bir ışık göründüğünde, gaza bastı. Henüz hiçbir eve rastlamamasına rağmen, bir kasaba olabilir, diye geçirdi aklından. Missisippi’de de irili ufaklı kasabalar olduğunu biliyordu. Bu eyalet sadece ormanlar, çayırlar ve tarlalar, demek değildi, herhalde. Son bir saattir gördüklerine bakılırsa, bu yargısını tekrar gözden geçirmesi gerekebilirdi, tabii. Alexandra bir harita, uygun bir restoran ve telefon bulduğunda kendini çok daha iyi hissedecekti. Bunun yerine, karşısına bir inek çıktı. Alexandra’nın spor arabası virajı döndüğünde, hantal hayvan tam yolun ortasında duruyordu. Alexandra küfürleri art arda sıralarken, frene bastı. Araba kaygan yolda kaymaya başladığında, midesi bulanmıştı. inatla direksiyona sarılıp kontrolü sağlamaya çalışmasına rağmen, araba yoldan çıkıp çamurlu bir çukura yuvarlandı, ön tampon kocaman bir ağaca çarpmıştı. Alexandra’nm başı çarpmanın şiddetiyle önce öne sonra sola savrularak cama vurdu. Duyduğu şiddetli acı bir an bayılır gibi olmasına, gözlerinin kararmasına, kulaklarının çınlamasına neden olmuştu.

Yanağından ılık bir şeyin süzüldüğünü hissedince, ilk önce camın çatladığını, yağmurun içeri girdiğini sandı. Birkaç damla elinin üzerine düşmüştü. Yağmur kırmızıya dönüşmediyse ki, ineklerin yolların ortasında gezindiği bu gri, ıssız topraklarda buna hiç şaşırmazdı, başı kanıyordu. Elini korka korka basma götürürken, harika, diye düşündü inleyerek. Harika. Bir bu eksikti. Arabasının çarptığı agacın dallarına tünemiş muzip bir cin görmeyi umarcasina bakışlarinı Ön cama çevirirken, “Bana bunu neden yapıyorsun?” diye inledi. Düşünceleri birden berraklaşmıştı. Durumunu değerlendirmek için etrafına bakındı. Tamam, arabayı saplandığı çukurdan çıkarması imkansızdı. Çıkarsa da, yürütemezdi, zaten. Yardımına gelecek kimse de olmadığına göre,her zaman olduğu gibi, başının çaresine bakmak zorundaydı. Arabanın sağ kapısı ağaca yaslanmış, onun tarafındaki kapı da çamura gömülmüştü. Onu kurtaracak birisi gelene kadar içeride hapis kalamayacağına göre, dışarı çıkmanın başka bir yolunu bulmalıydı. Araba iki kapılı olduğu için, tek çare camlardan birini kırmaktı.

Uygun sağlamlıkla bir şey bulmak için bakındığında, metal kutusu İçinde yanındaki koltukta duran portatif bilgisayarı gördü. “Kesinlikle olmaz.” Ayakkabılarını düşündü, ama onlar da çok hafifti. Birden, koltuğun altındaki, altı pille çalışan el fenerini hatırladı. Günün birinde işe yarayacağını biliyordu. Gözlerini yumup sol koluyla yüzünü kapayarak, feneri arka cama vurmaya başladı. Hasarı düşünmüyordu bile. Arabanın genel durumu düşünülürse, kırık bir camın ne önemi olabilirdi ki? Cam parçalan her yanı saçılmaktaydı. Alexandra buz gibi yağmurdan sırılsıklam olana kadar hiç ara vermeden vurmaya devam etti. Yeterli açıklık sağlanınca, çantasının sapını boynundan geçirip bilgisayarını da alarak dışarı çıktı. Yüz dolarlık eteği bir yere takılıp yırtıldığında bir küfür savurdu. Her tarafı ağrıyordu. Yaralı ve soluk soluğa bir halde bagajın eğikyüzeyi üzerinde durup tek ayağıyla çamurlu zeminde basabileceği güvenli bir yer aradı. Tam arabanın üstünden yere ineceği anda, ensesinde soğuk bir burun ve sıcak bir soluk hissetti. Bağırıp kollarını çaresizce sallayarak, popo üzeri çamurun içine düştü.

Başını kaldırdığında, ona dikkatle bakan bir çift kahverengi gözle karşılaşmıştı. Şımarık bir çocuk gibi yumruklarıyİa çamuru dövmeye başladı. “Seni aptal, beş para etmez, az pişmiş et yığını!” İnek ona aldırmıyordu bile. “Bu ceketin değeri üç yüz dolar! Bunlar da üç bin dolarlık bilgisayarla, üç bin beş yüz dolarlık bir araba! Umarım, seni bir hamburgerci bulup kıyma haline getirir!” Onun çocukça konuşmasına hiç aldırmayan inek soluğunu burnundan koyuverdi. Alexandra yanıldığına karar verdi. Ömründe bundan kötü bir gün olmamıştı. Giysileriyle arabası mahvolmuş, başı kanayarak, çamurun içinde paslanan bilgisayarının yanında, eteğini çiğneyen bir inekle çamur ve yağmurun içinde Mİssisippİ’nİn ıssız taşrasında belirsiz bir yerde kalakalmıştı. Evet, hayatında bundan daha kötü bir an olamazdı. Ağır ağır, dikkatle ayağa kalkarken, “Bunu hak edecek ne yaptım?” diye homurdandı. Aldığı tek cevap, zigzaglarla göğü yararak yere inen bir şimşekle, kulakları sağır eden bir gök, gürültüsü oldu Çantasıyla bilgisayarını kararlılıkla kavrayıp, biraz önce arabasıyla gittiği yöne doğru yürümeye başladığında, gördüğü ışıklarm hayalinin bir ürünü olmaması için dua ediyordu. Bir yıldırım araba kazasının başladığı işi bitirmeden, bir yere sığınmak zorundaydı. Gazete başlıkları gözünün önüne geliyordu: Ünlü Yazar Kızarmış Halde Bulundu. Veya., Cehennemden Gelen İnek Tek Şahit’ Karşısına çıkan evin bir hayal olduğunu sandı önce. Yolun on metre kadar gerisinde, dalları çıplak ağaçların çevrelediği eski, Victoria tarzı ev, ucuz bir korku filmine mükemmel bir dekor olabilirdi.

Tek eksiği ona doğru esrarengiz gölgeler yansıtan ışıklardı. Ama ışıklar pencerelerden geliyordu. Alexandra çamur içindeki ayakkabılarıyla bilgisayarını ellerinde taşıyarak ve çantası boynundan sallanarak, aksaya aksaya eve doğru yürüdü. İçi sıcak ve kuru olduktan sonra, bu evin Sapık filminin geçtiği Bates Moteli olmasına bile aldırdığı yoktu. Ön verandanın basamaklarını güçlükle çıktı. Elleri öylesine titriyordu ki, zili ancak üçüncü denemede çalabildi. Bir an sonra kapı açılmış, eşikte ufak tefek, çiçek desenli pamuklu elbise giymiş, kır saçlı bir kadın belirmişti. Kadın onun perişan halini görünce, “Aman Tanrım,” dedi tiz bir sesle. Alexandra yağmurdan ıslanıp kafasına yapışmış siyah saçları, kan ve çamur içindeki yüzü, sırılsıklam, . yırtık, kir içindeki giysileri, yırtık, düşük naylon çoraplı ayaklarıyla nasıl göründüğünü tahmin edebiliyordu. Kadın kapıyı yüzüne kapasa onu ayıplamazdı. Tanrım, n’olur yapmasın bunu! Soğuktan donmuş dudaklarının arasından, “Lütfen,” diye fısıldadı güçlükle. “Bir kaza geçirdim…” “Oh, zavallı. İçeri gel de, sana yardım edelim. Kane!” Yaşlı kadının tatlı sesi tekrar tizleşince, Alexandra yüzünü ekşitti.

“Kane, sana ihtiyacımız var! Biraz .çabuk ol!” Alexandra’nm üzerinden sızan yağmur suları antrenin cilalı ahşap zeminine damlamaktaydı. Odalardan birinden genç bir adam fırladı. “Anne? Ne…” O anda Alexandra’yı gördü. “Oh, merhaba.” Alexandra gülümsemeye çalışarak/’Merhaba,” dedi. Adam gerçekten her kadını bayıltacak kadar yakışıklı mıydı, yoksa hayali ona yine oyun mu oynuyordu? “Korkarım, ben…” Sesi hafiflerken, her taraf karardı. Dizleri çözülürken, yaşlı kadının bağırdığını duydu. Sonrasıysa derin bir sessizlikti. Kane kusursuz refleksleri sayesinde kadını yere düşmeden yakalamıştı. Kadının sırılsıklam ve giysilerinin çamurla kaplı oluşuna aldırmadan onu kollarına alırken, kolalı bembeyaz gömleğiyle, ütülü siyah pantolonunu düşünmüyordu bile. Vücut hatları böylesine dolgun bir kadına göre oldukça hafifti. Bir doktora hiç yakışmayacak böyle bir düşünce onu şaşırttı. Oturma odasının kapısındaki üç yaşlı hanımla yirmi üç yaşındaki sarışın kız hep bir ağızdan sorular sormaya başlamışlardı. Kane’nin kollarındaki baygın kadını gören teyzesi Mİldred, “Kim o?” diye sordu.

Oğlunun yanına gelen Dottie, “Bir kaza gecirdiğini söyledi,” dedi. ‘Tanrım. Ona nasıl yardım edecegiz Kane kadının sol şakağında hala kanayan yaraya bakarak, “Onu muayene etmem gerek,” diye cevap verdi- Yaranın hızla şişip morarması, onu pek derin olmayan kesikten daha çok endişelendiriyordu. “Onu nereye götüreyim?” Dottie, “Alt kattaki yatak odasına,” dedi hemen. O tarafa doğru yürümeye başlamıştı bile. “Yatak Örtüsünü açayım. Biraz çamurun çarşaflara bir zararı olmaz.” Olayın dışında kalmak istemeyen Mildred, “Ben ne yapayım?” diye sordu. Kane kadının bayılırken yere düşürdüğü ayakkabılarla metal kutunun yanından dolaşarak annesinin ardından giderken, “Sıcak su getir,” dedi. “Johnnie Mae, sen de giymesi için kuru bir şeyler bul. Üstündeki ıslak şeyleri çıkarmamız gerek.” Annesinin arkadaşı başını sallayarak, dolu yatak odalarının bulunduğu ikinci kata yöneldi. Olanları merakla izleyen büyükannesin yanında duran Melanie Chastain de, “Ben de yardımcı olabilir miyim?” diye sordu- Kane başıyla onayladı. “Biraz ıslanmaya aldırmazsan, arabamın arka koltuğunda doktor çantam var. Kapılar açık.

” Melanie, “hemen getiririm,” diyerek gülümsedi. Dış kapının koluna uzanmıştı bile. “Sağ ol.” Kane onu sadece birkaç haftadır tanımasına rağmen çok tatlı bir kız olduğunu düşündü. Çekici, aklı başında, yol yordam bilen bir kızdı. Geçen yıl çıktığı kadınların aksine, bu beklenmedik durum yüzünden yemeğin yarıda kalmasına da hiç kızmamişti. Kollarındaki kadın kımıldayıp inleyince, Kane dikkatini tamamen ona yöneltti. Annesinin açtığı yatağa yatırdıktan sonra, başucu lambasını yakıp, kadının yüzünü îşığa çevirdi. Gozkapaklarını kaldırıp, gözbebeklerinin tepkisine baktı. Her iki gözbebeği de gerektiği gibi daralınca, Kane rahatlamıştı. Kadının gözleri siyaha yakın bir kahverengiydi. Saçı da aynı renk olmalıydı. Kuruduğunda daha açık renk mi olacaktı, acaba? Teyzesinin verdiği ılık, ıslak havluyu alıp hastasının yüzündeki çamurları temizledi. Kadın yüzü adamakıllı solgun olmasına rağmen çok güzeldi. Ama Kane o anda bundan bile pek emin değildi.

Melanie doktor çantasıyla yanma geldiğinde, sarı saçlarının tek bir teli bile yerinden oynamamıştı. Çıkmadan önce bir şemsiye bulduğu belliydi. “Sağ ol,” dedi Kane. “Bir şey değil. İstediğin başka bir şey var mı? Odayı boşaltalım mı?” Kane, mükemmel bir kız, diye düşündü beğeniyle. Bakışlarını yaralı kadından ayırmadan, “Soğumadan yemeğinizi bitirin,” dedi. “Annem bana yardım eder. Bir şeye İhtiyacım olursa, size haber veririm.” Melanie, Mildred, Johnnie Mae ve büyükannesini ustalıkla odadan çıkarırken, çantasını açmakta olan Kane gülümseyip, “Muayenehaneme hemşire alırken neredeydi?” diye sordu annesine. Dottie gülümseyerek, “Tulane’de iş idaresi öğrenimi görüyordu,” diye cevap verdi. Yatağa döndüğünde, yüzündeki gülümseme yerini endişeli bir ifadeye bırakmıştı. “Yaralari ne kadar ciddi, Kane?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir