Giovanni Papini – Bitik Adam

Ben hiç çocuk olmadım. Çocukluğum olmadı. Çocuksu esrimenin sıcak ve güneşli günleri; saflığın engin huzuru; evrenin gündelik keşfindeki sürprizler: Nedir bunlar? Bilmiyor ya da anımsamıyorum. Sonradan kitaplardan öğrendim bunları; şimdi ise gençlere bakarak tahminde bulunuyorum. Bu duygulan ilk kez, yirmi yaşından sonra, birkaç mutlu ateşkes ya da boş vermişlik anında hissettim ve yaşadım. Çocukluk aşktır, neşedir, kaygısızlıktır ancak ben geçmişteki kendimi hep ayrık, mahzun, düşünceli görüyorum. Çocukluğumdan beri kendimi, nedendir bilmem, korkunç derecede yalnız ve farklı hissettim. Bizimkilerin yoksulluğundan mıdır, yoksa başkaları gibi doğmamış olduğumdan mıdır acaba? Bilmiyorum. Tek hatırladığım, genç bir teyzenin bana altı yedi yaşlarımdayken ihtiyar adını takmış ve bütün akrabalarımın bunu kabullenmiş olduğu. Gerçekten de çoğu zaman ciddi ve çatık kaşlıydım. Başka çocuklarla dahi çok az konuşurdum; iltifatlardan sıkılır, yalakalıklardan rahatsız olurdum ve en güzel çağdaki arkadaşların dizginsiz gürültü patırtısına minicik, yoksul ve karanlık evimizin en korunaklı köşelerindeki yalnızlığı yeğlerdim. Kısacası şapkalı hanımların “huysuz çocuk”, saçları açık kadınların da “kara kurbağası” adını verdiği türde biriydim. 11 Haklıydılar, herkese korkunç derecede sevimsiz geliyor olmalıydım ve öyleydim de. Beni her zamankinden daha ürkek, daha hüzünlü, daha somurtkan kılan bu soğukluğu etrafımda çok net hissettiğimi hatırlıyorum. Kazara diğer çocuklarla birlikte olduğum zamanlarda onların oyunlarına neredeyse hiç katılmazdım.


Kenarda durmaktan, yargıcımsı ve düşmanca yeşil ve ciddi gözlerimle onlara bakmaktan hoşlanırdım. Kıskançlıktan değildi: O anlarda içimde hissettiğim daha çok bir küçümsemeydi. İnsanlarla aramdaki savaş o zamanlarda başlamıştı. Ben onlardan kaçardım, onlar da beni umursamazdı; ben onları sevmezdim, onlar da benden nefret ederdi. Dışarıda, parklarda kimisi beni kovar, kimisi de arkamdan gülerdi; okulda kıvırcık saçlarımdan çekerler ya da beni öğretmenlere şikayet ederlerdi; köyde, dedemin villasında bile, hiç kimseye hiçbir şey yapmamış olmama rağmen çiftçi çocukları sanki başka bir ırktan olduğumu hissederlermişçesine, beni taşa tutarlardı. Akrabalarım gerçekten mecbur kaldıklarında, fazlaca uygunsuz kaçan bir taraflılığı başkalarının önünde sergilememek adına, beni davet eder ya da saçımı okşarlardı; ama ben bu yapmacık ve zoraki davranışları çok net fark ederdim ve saklanır, susar, onların her sözüne kaba ve sert yanıtlar verirdim. Hepsinden öte, yüreğime kazınan bir anı var: Dedemin evinde geçen kasım ya da aralık ayının rutubetli pazar akşamlan, tunç rengi büyük gaz lambasının ışığı altında, üzerinde bir çorba kasesine konmuş sıcak şarap ve bir tepsi kavrulmuş kestanenin bulunduğu masanın etrafında kırmızı yüzleriyle oturan -dayılar, yengeler, amcalar, kalabalık kuzenler ve kuzinler- bütün aile . Ailenin akça pakça ve şakacı yaşlı reisi ateşin yanında içip gülerdi. Yansı çoktan yumuşak külle hafifçe örtülmüş odunlar 12 çıtırdardı; bardaklar tabaklara çarpardı; dindar geçinen bilgiç teyzeler ve halalar haftanın olayları ve rezaletleri hakkında ciyak ciyak konuşurlardı; çocuklar babaların içtiği puroların koyu mavi dumanı altında gülüşür ve bağrışıp çağrışırlardı. Bütün bu ucuz ve aptalca eğlencenin uğultusu ruhuma ve başıma kötü gelirdi. Orada, içeride kendimi yabancı ve herkesten çok uzak hissederdim. Fırsatını yakaladığımda gizlice kapıdan çıkar, dikkatli adımlarla rutubetli duvara yaslana yaslana beni evin çıkışına götüren uzun ve karanlık koridorda ilerlerdim. Ve orada küçük yalnız kalbimin şiddetle çarptığını duyardım, sanki herhangi bir kötülük yapmak, ihanette bulunmak üzereymişim gibi. Girişte üstü açık, küçük bir avluya çıkan camlı bir kapı vardı. Kapıyı hafifçe aralar ve suyun, su birikintileri ve briketlerin üzerinden yorgun ve gönülsüzce, coşkusuzca ve öfkesizce ama hiç bitmeyecek olan bir şeyin ağır ve nefret uyandırıcı inadıyla seke seke aşağıya doğru akışını dinlemeye koyulurdum.

Ve karanlıkta yüzüme çarpan soğukla, ıslak gözlerle onu dinlerdim ve eğer olur da kapı aralığından tenime ansızın bir iki damla su sıçrasa, o kaprisli damlalar sanki beni arındırmaya ve beni evlerin, pazar günlerinin dışında başka bir yere davet etmeye gelmişçesine kendimi mutlu hissederdim. Ancak bir ses beni tekrar ışığa, eziyete, eleştirilere çağırırdı. “Ne terbiyesiz çocuk!”. Evet, doğru: Ben çocuk değildim. Dalgın ve somurtkan bir “ihtiyar”, bir “kara kurbağası”ydım. O günlerden beri yaşamımın en iyi kısmı kendi içimde olandı. O zamandan beri sevgiden ve neşeden kopuk halde inime çekilir, saklanır, ruhumda, yanıp tutuşan düşlerimde , benliğimi evirip çevirdiğim yalnızlığımda ve benliğimle tekrar yaratılmış dünyada kendimi yatıştırırdım. Benim için başka kurtuluş, başka sevinç yoktu. Diğerleri beni sevmiyordu ve nefret beni yalnızlığa mahkum etmişti. Yalnızlık beni 13 daha mutsuz, daha üzgün kılmıştı; mutsuzluk kalbimin kapılarını kapatmış ve zihnimi kışkırtmıştı. Başkalık beni en yakınlanmdan dahi ayırmış ve aynlık beni gitgide başkalaştırmıştı. Bu yaşam ilkesinden bu yana, teselli ve avuntu istemeyen fakat bizi insanlardan ebediyen uzaklaştıran içsel, yalnız, bencil yaşam alışkanlığını yavaş yavaş oluşturarak kendi kendini sebepsizce tüketen sonsuz ve belirsiz melankolinin keskin tadını, anlamak değilse de, tatmaya başladım. Hayır, ben çocukluğu hiçbir şekilde tanımadım. Çocuk olduğumu kesinlikle hatırlamıyorum. Kendimi hep yabanıl, dalgın, kenarda, sessiz; bir gülümsemeden, içten bir sevinç çığlığından mahrum anımsıyorum.

Kendimi ilk resmimdeki gibi solgun ve donuk görüyorum. Fotoğrafın yansı kalbin altından yırtılmış. Küçük, pis ve soluk; kağıdın kenarlan siyah, ölülere yapılan çerçeveler gibi. Hülyalı bir çocuk soluk bir yüzle sola doğru bakıyor ve oradan kendisine doğru bakan hiç kimsenin olmadığının farkında. Gözleri mutsuz, biraz çukurlaşmış -iyi çıkmamışlar mı?-, dişlerini göstermemek için hafiften üst üste duran dudaklarla ağzı sıkı sıkıya kapalı. Yegane güzellik: Denizci yakasının üstüne düşen yumuşak, uzun, kıvırcık bukleler. Annem orada benim yedi yaşında olduğumu söylüyor. Olabilir. Bu yanın portre benim çocukluğuma dair elimde olan tek kanıttır. Bu size bir çocuğun resmi gibi geliyor mu? Bana bakmayan, kimseye bakmak istemeyen soluk renkli bu küçük hayalet? O gözlerin, gökyüzünün mavisine bulanmak için yaratılmamış olduklan hemen belli oluyor. Kül rengi, kendiliğinden bulutlu onlar. O yanaklann beyaz olduğu, solgun olduğu ve hep beyaz, hep solgun kalacaklan kolaylıkla anlaşılıyor. Bu yanaklar ancak yorgunluktan ya da utançtan al al olabilecekler. Sıkı sıkı 14 kapalı, bilinçli bir biçimde kapatılmış o dudaklar gülmek, konuşmak, dua etmek, bağırmak amaçlı aralanmak için yaratılmamışlar. Onlar, sızlanışların sıkıcı zayıflığına düşmeksizin ıstırap çekecek birisinin kilit vurulmuş dudakları.

Çok sonraları öpülecek olan dudaklar. Bu soluk yarım fotoğrafta o günlerin ölü ruhunu yeniden görüyorum; “kara kurbağası”nın hassas yüzünü; “hırçın”ın çatık kaşını; “ihtiyar”ın derin hüznünü. Bütün o cansız günleri, bitmek bilmez yılları, o içine kapanık hayatı, o nedensiz kederi; başka semalara, başka arkadaşlara duyulan o unutulmaz özlemi tekrar düşündükçe yüreğim burkuluyor. Hayır, hayır: Bu bir çocuğun resmi değil. Size yeniden söylüyorum, benim çocukluğum olmadı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir