Hafiz-i Sirazi – Hafiz Divani

Tanrı’ya sonsuz hamd, sayısız sena… bütün rızk hafızlarının dîvânı, onun dilek ve istek sultanına pervanedir. Bir eşsiz Tanrı’dır ki, yedi kat gök sayvanının yüce yapısı, sebepsiz ve illetsiz hikmetinin bilgisine delildir… bir hâkimdir ki insanın şekerler yiyen dudukuşuna benzer söz söyleme kabiliyetini, mâna gelinlerini düşünme aynası karşısına geçirdi de gönüller açan “Şüphe yok, söz söyleme sihirdir” edasıyla söyletti. Bir bilgi sahibidir ki, şakıyıp duran sesi güzel dil bülbülünü, doğru düşünce kabiliyeti kuvvetiyle “Şüphe yok, şiir hikmettir” nağmesiyle dile getirdi, terennüm ettirdi. Kulları yetiştiren Tanrı, ağza dil verdi, Sedefe benzeyen dile de söz incileri bağışladı. Canı, tatlı sözlerle gıdalandırırdı, Söz söyleme kabiliyetinden doğan sözlerle gönülleri ferahlandırdı. Gönül denizinde mâna incileri meydana getirdi. Tabiat madenine hadsiz, hesapsız söz yakutları ihsan etti. Sonsuz salavat incilerinin dizileriyle nihayetsiz selam mücevherleri, peygamberliği hatmeden belagat incilerini dizen, “Ant olsun Sad’a ve hakikatleri andıran Kuran’a” bürhanına sahip olan, peygamberler ceridesinin başında gelen, seçilmişler kasidesinin en güzel beyti olan Muhammed Mustafa’nın feyizlere açık ruhuna, hikmetlere açık göğsüne saçılıp dursun! Canlara can katan “Ben, Arap’ın da en fasihiyim, Acem’in de” sesini âlemdeki bütün mahlukatın kulaklarına eriştirdi, bütün insan topluluklarına duyurdu… ruhlara ruh bağışlayan “Ben, însana ruhumdan ruh üfürdüm” sözünden esen rüzgârın kokusuyla iki âlemdeki uyanık canların can dimağlarını güzel kokulara bürüdü… Mucizeler gösteren ve insanlara canlar veren “Bana mânası derin ve geniş sözler verildi” incilerini dağıttı, saçtı… “Kendiliğinden söylemez, söylediği söz, ancak kendisine vahyedilen sözdür” ayetinin o doğru sedasını âlemlere ve ruhlara saldı. Tanrı’nın rahmetiyle selamı ona ve soyuna sopuna olsun! O, peygamberler topluluğunun hem gözüdür, hem ışığı… Doğru yolların kılavuzudur, Seçilme sayvanının tahtında oturan sultan odur. Doğruluklar hazinesidir, kâinatın sırlarını bilir. Eli, cömertliği avucunun içine almıştır, sözü ilim kimyasıdır. Lafzı doğruluk mekânıdır, gönlü temizlik madeni. “* Muhammed… ezelden ebede kadar, var olanlar da onun adıyla süslenip surete bürünmüş, vücut bulmuştur, var olacaklar da.*” Onun bereketi yüce, fazileti aşikâr soyunun… şöhretli dostlarının temiz ruhlarıyla pak cesetlerine sonsuz ve nihayetsiz selam ve senalar. “* Onun bütün soyuna, torunlarına Cihanı yaratandan binlerce rahmet!*” Onlar, güzel ve yürük ibare, sert ve serkeş mecaz ve istiare atına bezeyiş eğerini vurup söyleyiş ve anlatış meydanında yürüttüler, fasahat ve belagat çevgânıyla hüner ve şiir topunu yüce kişilerden de kaptılar, aşağı kişilerden de.


Nihayet “Muhammed Tanrı elçisidir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı şiddetli kişilerdir” ayetindeki elçilik şöhretiyle bu elçiliğin dünyaları dolduran sesini âlem bucaklarındaki fasihlerle bütün dinlerin belagat erbabına duyurdular. “Şairler yok mu… şeytanlara uyarlarsa, sapıtırlar” hükmüne dahil olanların kılıç gibi keskin ve tesirli dilleriyle sözleri, bu ululuğun heybetinden yeis ve hayret kınında kaldı. Bu hünere sahip olup savaş kılıcı gibi şöhret kazanmış olan ünlü kişiler, savaş ve ılgara girişince, onların karşısında “insanlarla cinler birbirlerine yardım etseler bile Kuran’ın bir mislini söyleyemezler” diyerek kıyl ü kaal yüzlerine aciz siperini tuttular. Gündüz parladıkça, güneş âlemi aydınlattıkça Ruhları, rahmet ve senalara gark olsun! “* Hele o bütün bilgilerle hakikatleri nefsinde toplamış olan, ‘Ben Tanrı’nın söyleyen kelamıyım’ diyen… Tanrı’nın galip aslanı, doğularla batıların imamı Ebutalip oğlu Ali… Tanrı’nın salat ü selamı, tehiyyat ve ikramı ona olsun. Bir padişahlar padişahıdır ki, yaratılış gününün seher çağında İnsanın yaratılışından maksat, onun yüce varlığıydı. Bir kerem sahibidir ki, evveli ve zevali bulunmayan Tanrı lütfuyla Menkabeleri, Kuran’a ziynet oldu. Vilayet ülkesinin öyle bir emridir ki ta ezelden Dil ve söz, onu övmek için istidat kazandı.*” Söz incisinin esasen pek değerli olduğu, belagat incisini inceleyenlerle fazilet çarşısının kuyumcularına… söz ülkesinde şöhret kazananlarla zekâ ve anlayış meydanının binicilerine gizli değildir. Nefis manzum sözler zaten pek uludur, pek kıymetlidir. İmkân dükkânından ondan daha değerli bir meta alınamaz; zaman pazarında ondan daha yüce bir kâr yoktur. Akıl kuyumcusunun gönül eline ondan aziz bir para girmemiş, suretler düzen fikre ondan daha güzel bir yüz görünmemiştir. Bu padişahlara layık incinin değerini kemal sahibi akıllı kişiden başka kimse bilmez. Bu ayarı tam paranın kadrini ve itibarını akıl sahibi kuyumcudan başka kimse anlamaz. Hakikaten de; Eğer sözden daha değerli bir inci olsaydı Gökyüzünden yeryüzüne söz yerine o inerdi! Söz öyle bir meydandır ki, ancak açık zihinlerle koşulup aşılır… öyle bir terazidir ki, ancak anlayışa sahip olan gözlerin elleriyle ağdırılır.

Nazım ve nesir fennine ait esaslı kaideler pek çok ve pek sayısızdır. Şairlerin arasındaki aşağılık ve üstünlük, onların ruhî haletlerine, şiir kaidelerini bilmelerine, yerine göre sözü kuvvetlendirmek, yerine göre hafifletmek, yerine göre açmak, yerine göre güzelleştirmek, yerine göre çirkinleştirmek hususundaki maharetlerine göredir. Şairin hüneri; söz sırasında kelimeleri birbirinden ayırmak, birbirine vurmak, fikri muayyen bir hale getirmek, müphem bırakmak, bir sözü öbüründen önce söylemek, yahut sona bırakmak, üstü örtülü geçmek, açığa vurmak, kinayeyle geçiştirmek, apaçık anmak, sözü kısaltmak, uzatmak gibi yerinde yapılması lazım olan şeyleri yerinde yapmakla anlaşılır. Şair, her hususta bunlara riayet edecek, dosdoğru olarak bu ince şeyleri yapmaya dikkat eyleyecektir. Belagat, kalemin ucuna geleni yazıp sözü uzatmak değil, açık sözlerle ve etraflıca söyleyip maksadı anlatmaktır demişler. Maharet sahibi şair, bu ince meselenin künhüne erdi de bu gerekli esası bir kere anladı mı artık sözünün yanağı parlamaya, şiirlerinin güzelliği günden güne artmaya başlar. Nihayet bir dereceye gelir ki, onun bir beyti bir kaside yerine geçer, bir gazeli bir dîvân makamına kaim olur. Bir kıtayla bir ülkeyi haraca keser, bir rubaiyle bütün âlemin “rub’u meskûn”undan baç alır. Kafiye tartan şairler, bayraklarını açtılar mı, İki âlemin hazinesini de kalemle elde ederler. Hele o hazinenin kilidi yok mu… Şair olan erin dilinin altındadır! Bu sözleri söylemekten ve bu mukaddimeyi yazmaktan maksat, Tanrı mezarını arıtsın, kutluluk âleminde derecesini yüceltsin, rahmetli, kutlu şehit, âlimlerin üstünü, ediplerin üstadı, latif şeylerin madeni, Tanrı’ya ait bilgilerin mahzeni, ulu efendimiz, millet ve dinin şemsi Muhammed, Hafız’ın melek huylu yüce zatını anlatmaktır. Onun parlak şiirlerine abıhayat kaynağı bile haset eder, bakir mazmunlarını hurilerle gılmanlar bile kıskanır. Gönüller alan beyitleri Sahban’ın sözlerini, latif ve sehhar nesri Hassan’ın ihsanını unutturmuştur. Şiirleri, güzellik incisine, cennet bahçelerine benzer… Gönüllere huzur verir, huzura lezzet bağışlar. Metin sözleriyle halkın damağına lezzet vermiş, açık ve mânalı şiirleriyle ileri gelenlerin can ağızlarına tat bağışlamıştır. Zâhir ehline aşinalık kapılarını açtığı gibi, şiirleriyle bâtın ehlinin nurlarını artırmıştır.

Her işte hale uygun söz söylemiş, herkes için eşsiz ve latif bir mâna incisi delmiştir. Az söze çok mâna sığdırmıştır. Yazılarında estetik kaidelerinin bütün çeşitleri vardır. “* Bazen sevgi ülkesinin sarhoşlarını aşk ve nazar caddesine sokarak sabır şişelerini kararsızlık taşıyla kırar da şöyle der; Bizimle ders arkadaşıysan şu sayfaları yıka, sil. Aşk bilgisi deftere sığmaz (CCIII, B. 1730) Kâh iradet meyhanesinde tortulu şarap içenleri pir-i mugana gitmeye, meyhane beytülharamında mücavir olmaya teşvik eder: Bir an bile meyhaneden nam ve nişan bulundukça Başımız, pir-i muganın yoluna toprak olacak (CXLII, B. 1213) Onun latif ve şairane tabiatının Selsebil gibi coşup akması, “Cennette bir nehir var ki, Selsebil denir” ayetinin feyzine sahiptir. Feyzini, havas ve avama, büyüklerle küçüklere yaymıştır. Sihri helale benzeyen şiir dizisi natıkanın diline düğüm vurmuş, bir inci dizisine benzeyen fikirleri, denizle madenin metalarındaki ağırlığı hiçe saymış, keskin zihninden saçılan katreler, zevk ve huzur meclisi bahçelerini “Biz her şeyi su ile dirilttik” zülâliyle yeşertmiş, düşüncesinin gülşeninden esip gelen rüzgârlar, can bahçelerine “Ben Adem’e ruhumdan ruh üfürdüm” mânasını vermiş, fasih sözleri Mesih’in nefesleri gibi gönlü ölmüş kişilere yeni baştan hayat bağışlamış, adeta bir mucize olan ve Kelim’in sözlerine benzeten sözleri, şiir ve inşa Tûr’unda Yed-i beyza göstermiştir. Sanki ilkbahar havası, onun ahlakıyla güzelleşmiş, gülle nesrinin yanağı onun parlak şiirlerinden bezenmiş, şimşadla alabildiğine uzayıp giden hür selvinin boyu, usul büyümeyi ve güzel bir tarzda titremeyi onun isabetli fikrinden, onun yerinde olan tedbirinden elde etmiştir. Ey düşük, bozuk şiirler yazan, Hafız’a niye haset ediyorsun? Şiire kabiliyet ve güzel şiir yazma Tanrı vergisi (XXI, B. 189) Tabiat kuyumcusunda bulunan bütün inci ve mücevherleri hatırasının halvethanesindeki bakirlere vermek üzere nazım dizisine dizdi de kendisini söz elbisesini giyinmiş ve istiare ziynetiyle bezenmiş görünce dilini açıp iddiaya girişerek Mecnun’un devri geçti, şimdi nöbet bizim. Bu âlemde herkesin beş günceğiz bir nöbeti var (XVI, B. 141) dedi. Havas ve avamın meclisinde, padişahın hususi halvetiyle yoksulun kucağında, âlimle avamın yurdunda her makamdan oyunlar çıkarıp coşkunluklar gösterdi de dedi ki: Halvette oturmakta olan Hafız, dün gece meyhaneye geldi.

Ahd ü peymanından vazgeçti, kadeh sevdasına düştü (CXCVIII, B. 1683) Şüphe kiriyle şehvet gailesinden kurtulmuş ve korunmuş olduğundan yabancının tasarruf eli, o şiirlerin ismet eteğine dokunamadı. Onların iffet çarşaflarını hiç kimse hıyanet parmaklarıyla sıyırıp açamadı. Yüzleri utanmadan, kınanmadan korunmuş olarak kaldı. Ben eteği bulaşmış bir adamsam, ona ne ziyan var? Bütün âlem onun ismetine şahittir (XVI, B. 137)*” Bundan dolayı da cihanı teshir eden gazelleri, pek az bir müddet zarfında, Horasan, Türkistan, ve Hindistan ülkeleri sınırlarına kadar vardı… Gönül çeken şiir kafileleri pek kısa bir zaman içinde Irakayn ve Azerbaycan memleketlerinin köşelerine, bucaklarına yayıldı… rüzgâr esti, Mesih gitti! Sofilerin sema sohbetleri, onun coşkunluklar veren gazelleri olmadıkça kızışmaz, padişahların meclisleri onun zevkli şiir mezeleri bulunmadıkça bezenmezdi. Hatta onun şevk velvelesi olmadıkça iştiyak sahipleri hayhuy edemez, onun zevk gulgulesi bulunmadıkça şaraba tapanların musiki nağmeleri parlamazdı. Sanki kendisi de kendisini şu beyitlerle övmektedir, anlatmaktadır: Hafız’ın gazeldeki şairliği bir dereceye erişti ki gökyüzü bile Zühre’nin nağmelerini hatırından çıkardı. Akar bir tatlı suya benzeyen şiirini okudun, ezberledin mi dersin ki: Hafız’ın ruhuna Tanrı’dan binlerce rahmet! Fakat daima Kuran okuduğundan, padişahın meclisine devam ettiğinden, keşşafla mısbahı haşiyelemekle, metâlii mütalâayla, edebiyat kaidelerini tahsil etmek, Arap şairlerinin dîvânlarını tetkik ve tetebbü etmekle meşgul bulunduğundan bu meşguliyet, kendisini beyit ve gazellerini toplamaktan alıkoydu, bir dîvân tertip edemedi. Bu yaprakları karalayan, kulların âcizi Muhammed Gülendam –Tanrı geçmiş kusurlarını bağışlasın–, efendimiz ve ulumuz, insanların üstadı, millet ve dinin Kıvam’ı Abdullah’ın –Tanrı, derecelerini en yücelere yüceltsin– ders meclisine birçok defa gittim. Söz sırasında Hafız’a bu eşsiz şiirlerin hepsini bir diziye dizmek gerek… Bu suretle zaman ehlinin boyunlarına gerdanlık olsun, devran gelinlerinin süsleri, ziynetleri tamamlansın dedikçe, o da zamanın uygun olmadığını, çağdaşlarının değer bilmediğini söyleyerek özürler serd ederdi. Nihayet 791 Hicri’de hayat emanetini kaza ve kader memurlarına teslim ederek varlık pılı pırtısını bu daracık cihan yurdunun dehlizinden çekip çıkardı, pak ruhu yüce âlemin sakinlerine ulaştı, bedeninden ayrıldıktan sonra güzel yüzlü hurül ıynlerle bir yatağa yattı. Ahmed’in kutlu hicret yılının ebced hesabıyla bâ, sad ve zalinde Zamanın tek eri Şemseddin Muhammed yüce cennete yürüdü. Onun tertemiz toprağına uğrayıp mezarını ziyaret edince temizliği ve o mezarın nuraniliğini gördüm. Onunla eskiden beri hukukumuz vardı, konuşur, görüşür, sevişirdik.

Nurları gönüller aydınlatan, faziletleri himmetleriyle kemale eriştiren temiz kalpli ve vefalı dostlar, bu hukuku hatırlatarak beni teşvik ettiler… Bu kitabın tertibine, bu dîvânın toplanmasına sebep oldular. Varlık bağışlayan, hayır ve cömertliğe sahip olan Tanrı’nın kereminden dilediğim şudur: Bu sözleri söyleyen ve nakledene, dinleyen ve toplayana bu işle meşgul olurken yepyeni bir neşe, sonsuz bir zevk ihsan etsin, kâmil olan feyzi ve umumi lütfuyla kusurlu sözlerinden geçsin. Şüphe yok; Tanrı, dilediği şeyde kudret sahibidir, duaları kabul eder. Muvaffakiyet veren odur, onun yardımı dilenir. Hamd, âlemlerin rabbi Tanrı’ya… rahmet, peygamberlerin sonuncusu Muhammed’e ve tertemiz Ehlibeytine.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir