Hıfzı Topuz – Gazi ve Fikriye

Mahallesi, o yıllarda seçkin insanların yaşadığı, Ahırkapı Feneri’nden Sultanahmet Camisi’ne kadar uzanan, îs-hak Paşa Camisi’ni de içine alan ahşap konaklardan oluşan temiz ve düzenli bir mahalleydi. Fikriye’nin ailesi o konağa, daha Fikriye dünyaya gelmeden önce, 1894’te Selanik’ten taşınmıştı. Ama onlar aslında Selânikli değildi. Aile oraya, Teselya’nın Yenişehir (Larissa) kasabasından gelip yerleşmişti. Yenişehir’de babadan kalma büyük çiftlikleri vardı. Halleri vakitleri yerindeydi. Ama Yunanistan bağımsız olduktan sonra orada barınamadılar. Teselya Savaşı’ndan sonra Yunanlılar o topraklara el koydu. Çeteciler Türk ailelerine musallat oldu, babadan kalma topraklarda rahat huzur kalmadı. Çoğu Selânik’e göç etmekten başka çare bulamadı. Fikriye’nin babası Memduh Hayrettin Bey ile amcası Ragıp Bey de mallarını mülklerini satarak göçmen kafilelerine katıldılar. Altınlarını, paralarını ve kadınların takılarını at arabalarının gizli köşelerine yerleştirdiler. Yenişehir’deki çiftlikten 16 öküz arabası, 2 at arabası, binek atları, koyun ve davar sürüleriyle yola çıktılar. Selanik’te yakınlarını bulacak ve o çevrede arazi alarak tarım ve hayvancılığı sürdüreceklerdi. Ama o dönemde kolay mı Larisa’dan Selânik’e gidebilmek? Koyunları, sığırları, atlan ve arabalarıyla Olympos Dağı’nın eteklerinden ve ormanlardan geçmek gerekiyordu.


Yolda öküz arabalarının tekerleri kırıldı, sürüler dağıldı. Çoluk çocuk yollarda perişan oldular. Dere boylarında mola verirlerken Yunan çeteleri kuşattı kafileyi. Asker de çetecilerden yana. Neleri var, neleri yok, hepsini ellerinden aldılar. Atlar ve arabalar da gitti, içlerindeki altınlar da, takılar da. Çeteciler, bakır kap kaçağa, yorganlarına bile el koydular. Ama canlarına dokunmadılar, kadınlara ve kızlara da sataşmadılar. Yollarına devam etsinler diye, sadece iki öküz arabası bıraktıktan sonra, yok olup gittiler. Memduh Bey ile Ragıp Bey, işte bu perişan durumda ertesi gün Selânik’e vardılar. Kadınlar ve çocuklar ağlaşırken, Memduh Bey onlara şöyle dedi: “Ahmak odur ki dünya malı için gam yiye, kim bilir kim kazana kim yiye.” Ellerinde kalan iki sıska öküzle arabaları satarak çoluk çocuk Selanik’te bir ev kiralayıp oraya yerleştiler. Kimler vardı o kafilede? Memduh Bey, eşi Vasfıye Hanım, oğulları Ali Enver ve kızları Melâhat; Ragıp Bey, eşi ve çocukları. Beraberlerinde de uşaklar, arabacılar ve hizmetçi kadınlar. Hiçbir yerden gelir yoktu.

Memduh Bey Hicaz’da defterdar olan bir kardeşine hemen bir telgraf çekerek biraz para istemek zorunda kaldı. Ondan acil yardım gelene kadar da üstlerinde başlarında palto, yeldirme, ne var ne yok satarak karınlarını doyurdular. Bir yandan da iki kardeş kendilerine uygun bir iş aradılar. Memduh Bey bir gaz bayiliği buldu, Ragıp Bey de Reji İdaresi’n-de, yani Tekel’de kolculuk, yani bir tür koruculuk. Ne var ki Memduh Bey sıkıldı bu gaz bayiliğinden, aklı fikri İstanbul’a gidip yerleşmekti. Eşini ve çocuklarını alıp Selanik’ten göç ederek, Akbıyık Mahallesi’ndeki konağa yerleştiler. Ragıp Bey ise Reji’deki işinden hoşnuttu. Büyük oğlu büyümüş ve asker olmuştu, eşi de bir süre sonra ölünce Ragıp Bey hep orada kaldı. Fikriye bu olayları annesi Vasfiye Hanım’dan o kadar çok dinlemişti ki zaman zaman bunlara tanık olduğunu bile sanıyor, sonra birden kendine gelerek, ‘Ben nereden bileceğim bunları,’ diyordu. ‘Selânik’i hiç görmedim ki…’ Fikriye’nin annesinden çok sık dinlediği aileyle ilgili bir olay da, amcası Ragıp Bey’in ikinci evliliğiydi. Ragıp Bey eşini yitirdikten sonra, Zübeyde Hanım’la evlenmişti. Peki, kimdi bu Zübeyde Hanım? Zübeyde Hanım, 1857 yılında Langaza’da doğmuştu. Ailesi, soy olarak Anadolu’dan Rumeli’ye göçmüş Yörüklerdendi. Babasının orada büyük bir çiftliği vardı. Zübeyde çok güzel bir kızdı, çiftlikte büyüdü.

Bütün gençler onunla evlenebilmek için çiftliğin kapısını aşındırıyordu ama o kimseleri beğenmiyordu. Bir gün evde yorgan kaplarken Zübeyde’nin dizine iğne battı ve dizinin içinde kırıldı. Ana-baba, bütün herkes telaşa kapıldı. Langaza’da iğneyi çıkartabilecek cerrah bulamadılar. Tek çare kızı Selanik’te bir hastaneye götürmekti. Bunun üzerine Zübeyde’ nin babası kızım bir arabaya bindirerek Selânik’e götürdü. Cerrah bu işin ufak bir operasyonu gerektirdiğini söyledi. Kızı ameliyathaneye alarak iğneyi çıkardılar. Ama iğne derinlere saplanmış olduğu için Zübeyde’nin birkaç kez pansumana gelmesi gerekiyordu. Yakınlarından birinin evine yerleştiler ve on gün kadar orada kaldılar. Yara kısa zamanda iyileşti ama Zübeyde Selânik’i çok sevmişti, çiftliğe dönmek istemiyordu. İşte tam o günlerde Ali Rıza Efendi çıktı karşısına. Ali Rıza Efendi, Manastır’m Kocaali Bucağı’ndandı. Ataları oraya, Fatih Sultan Mehmet’in zamanında Konya ve Aydın tarafından, sınırları korumak için gönderilen Yörük Türklerindendi. Bütün o Yörükler iri yapılı insanlardı.

Onlara o zamanlar, sınır gazileri deniyordu. Ali Rıza Efendi, böyle bir soydan geliyordu. İnce ve zarif bir adamdı, önceleri Asakiri Milliye Taburu’na gönüllü olarak katıldı. Çetecilere ve komitacılara karşı savaştı, teğmenliğe yükseldi. Uzun bir süre de Selanik Evkaf Dairesi’nde kâtip olarak çalıştı. Rıza Efendi o sıralarda bir rüya gördü ve rüyasında gördüğü kıza âşık oldu. Kararını da verdi, rüyada gördüğü kıza benzer bir kız görürse ne yapıp yapıp onunla evlenecekti. Rıza Efendi bir türlü bu rüyanın etkisinden kurtulamıyor ve her yerde o peri kızını arıyordu. Ama gördüğü kızlardan hiçbiri rüyasındakine benzemiyordu. 10 işte tam o günlerde, Rıza Efendi hastanenin önünden geçerken Zübeyde Hanım’a rastladı. Ne zamandır aradığı kız buydu. Onu uzaktan bir süre izledi, hangi eve girdiğini gördü. Konu komşuya sorup kızın kim olduğunu araştırdı. Kararı kesindi, ertesi gün gidip kızı ailesinden isteyecekti, istedi de. Ama Zübeyde’nin annesi Rıza Efendi’yi görünce, “Yok,” dedi, “olmaz, benim bir memurla evlenecek kızım yok.

Ben Zübeyde’yi sokakta bulmadım.” Rıza Efendi yılmadı, araya dostlarını koydu, yeniden haber gönderdi. Zübeyde’nin annesi, “Olmaz da olmaz, kızımı vermem de vermem,” diyordu. Ama baktı ki olacak gibi değil, “Ben kızıma sırmalı kaftan isterim, sırmalı fotin isterim, sırmalı yorgan isterim,” diye tutturdu. Rıza Efendi’de nerede onları alacak para? Adamcağızın maaşı topu topu üç altın liraydı. Yaşı da ilerlemiş sayılıyordu, çünkü Zübeyde 14 yaşındaydı, Rıza Efendi 32. Ama Rıza Efendi aklına koymuştu bir kez, illâki rüyasında gördüğü bu kızı alacaktı. Baktı ki kaynana, vermem de vermem, diyor, bu kez de, Zübeyde’nin üvey kardeşini bulup ona yalvardı. “Ne olursun,” dedi, “bana yardım et, bu kızı alamazsam ölürüm.” Araya üvey kardeş girip de, “Artık sen de uzun etme ver şu kızı gitsin, deyince, Zübeyde’ nin annesi razı oldu, evlendiler. Zübeyde Hanım çok mutluydu, 1871’de ilk kızını doğurdu, adını Fatma koydular. Arkasından iki oğlu oldu: Ahmet ve Ömer. Bu çocukların üçü de küçük yaşlarda öldüler. Rıza Efendi’nin, ailesini memur aylığıyla geçindirmesi kolay değildi. O zamanlar tepeleri hep karla örtülü Olympos Dağı’nın eteğinde, Papazköprüsü denilen yerde Gümrük koruma memurluğu yapıyordu.

Baktı ki olacak gibi değil, görevinden ayrıldı. Dostları ona, kereste ticaretinde çok iş olduğunu söylediler, o da onlara uydu ve kereste işine girişti. Ne var ki, oralarda Yunan çeteleri vardı, eşkıya ikide bir depoları basıp keresteleri kaçırıyordu. Rıza Efendi bu işin yürümeyeceğini anlayınca, Selânik’e taşınmaya karar verdi. Ahmet Subaşı Mahallesi’nde boş bir arsaya üç katlı bir ev yaptırdı. Zübeyde Hanım ve Rıza Efendi’nin evliliklerinin on birinci yılında, Mustafa bu evin ikinci katında, sol yandaki odada dünyaya geldi. Rıza Efendi, o dönemde Çayağzı denilen bir yerde de çalışıyor ve bazı geceler eve gelemiyordu. Ev işlerine bakmak için bir zenci kadın tutuldu. Aile gül gibi geçinip gidiyordu. Mustafa’dan sonra Makbule, ondan sonra da Naciye, yine bu evde doğdu. Zübeyde Hanım Mustafa’yı mahalle mektebinde okutmak istiyordu, babası ise o zamanlarda çağdaş sayılan bir ilkokulda. Ama Rıza Efendi eşini ikna edemeyince Mustafa, 5 yaşında mahalle mektebine verildi. Bu okullar din eğitimine dayanıyor ve çocuklara orada Kuran ve ilahiler öğretiliyordu. Annesi, okula başlayacağı sabah Mustafa’ya bir beyaz entari giydirmiş, başına sırma işlemeli bir sarık geçirmiş, boyuna cüz denen bir çanta asmış, eline de yaldızlı bir dal vermişti. Okulun hocası bütün çocuklarla birlikte evin kapısına geldi.

Mustafa önce annesinin, sonra da Hoca Efendi’nin elini öperek kafileye katıldı, önde Hoca Efendi, arkada okula başlayan çocuklar, hep birlikte sokakları dolaştılar, hep bir ağızdan dualar ettiler, ilahiler söylediler, sonra okula geldiler. Hoca Efendi, Mustafa’yı elinden tutarak dersaneye götürdü. Üzerinde bir elifba bulunan rahlenin arkasına oturdu ve, “Elif, be, pe, te, se,” diye ilk dersini vermeye başladı. Mustafa bu mahalle mektebinden pek hoşlanmamış, ancak babası Rıza Efendi Zübeyde Hanım’ı kırmamak için çocuğun bu okula gitmesine göz yummuştu. Sonunda Rıza Efendi daha fazla dayanamayarak Mustafa’yı mahalle mektebinden aldı ve Şemsi Efendi okuluna götürdü. Mustafa ilahilerle mektebe başladığı için Zübeyde Hanım’ın gönlü olmuştu ve oğlunun Şemsi Efendi okuluna gitmesine karşı koyamadı. iki yıl sonra Mustafa babasını yitirdi. Rıza Efendi daha 50’si-ne yeni girmişti. Mustafa 7, Makbule 3 yaşındaydı, Naciye ise 40 günlüktü. Böylece Zübeyde Hanım genç yaşta dul kalmış oluyordu. Çocuklarını alıp ağabeyi Hüseyin Ağa’nın Selânik’e otuz kiloıı metre uzaklıktaki çiftliğine gitti. Bu çiftlik yaşamı, Mustafa’yı çok mutlu etti. Her gün sabahtan akşama kadar bağlarda, bahçelerde ve tarlalarda gezindi. Ama bir süre sonra okula dönmesi gerekiyordu. Yine hep birlikte Selanik’teki evlerine döndüler.

Mustafa, Şemsi Paşa okulunu bitirdi, artık rüştiyeye, yani ortaokula gitme zamanı gelmişti, önce Selanik Mülkiye Rüştiyesi’ne yazıldı ama orada Kaymak Hafız adında bir hocadan haksız yere dayak yediği için okula küstü, dört gün, dört gece evden çıkmadı ve okulu bıraktı. Niyeti askeri rüştiyeye girmekti. Ama Zübeyde Hanım asla buna yanaşmıyordu. Mustafa gizlice seçme sınavlarına girdi ve kazandı. Ama bunu annesine nasıl duyuracaktı? Bereket, o günlerde Zübeyde Hanım güzel bir rüya görmüştü. Rüyasında Mustafa altın bir tepsi içinde, bir minarenin tepesin-deydi. Zübeyde Hanım bu minarenin altına koşmuş ve orada bir adam kendisine, “Hanım,” demişti, “oğlun askeri okula gitmek istiyor, sen engelliyorsun. Eğer razı olmazsan oğlunu aşağıya atacağız.” Zübeyde Hanım, ter içinde bu rüyadan uyandı, sabahı güç etti, tik işi rüya yorumlayan bir ahbabını bulmak oldu. Ona rüyasını anlattı ve bunun ne anlama geleceğini sordu. Rüyayı yorumlayan, “Zübeyde Hanım,” dedi, “bu çok hayırlı bir rüya. Senin başına devlet kuşu konuyor. Oğlun çok büyük adam olacak, başı göklere değecek. Sen onun göklere tırmanmasına yardım edeceksin. Mutlu ol.

Oğlun askeri okula gitmek istiyorsa hiç karşı koyma.” Zübeyde Hanım’in gözlerinden yaşlar boşandı. Akşam Mustafa eve döner dönmez, oğlunu kucaklayıp alnından öptü. “Mustafa’çığım,” dedi, “benim sana söyleyecek hiçbir sözüm yok. İstediğin mektebe gir, bildiğin yolda devam et. Bu yol sana pırıl pırıl ufuklar açacak. Talihin artık yüzüne gülüyor. Sen asker olacaksın, izin veriyorum, git, askeri rüştiyeye yazıl. Hayırlı olsun. ı. Mustafa böylece annesinin iznini almış oluyordu. Askeri okula yazıldığını açıklamasında sakınca kalmamıştı. Mustafa artık 12 yaşında, çalışkan ve disiplinli bir ortaokul öğrencisiydi. Matematik öğretmeni bir gün kendisine, “Bak oğlum,” dedi, “senin de adın Mustafa, benim de. îyisi mi senin adının sonuna bir Kemal ekleyelim de, bizi birbirimize karıştırmasınlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir