Mustafa Özçelik – Seyit Battal Gazi Destanı

Türklerin tarihi, baştan sona bir kahramanlık, yiğitlik ve cesaret tarihidir. Bu yüzden bütün büyük milletler gibi, tarih sahnesine çıktıkları ilk zamanlardan itibaren pek çok destana ve destan kahramanına sahiptirler. Bu kahramanların her biri cesur, korkusuz, varlığını milletine adamış insanlardır. İslâmlık öncesinde bu tür tipleri biz genellikle “alp” olarak isimlendiriyoruz. Türklerin İslâmiyet’i bir din ve hayat görüşü olarak benimsemeleri, kendilerinde var olan bu kahramanlık duygusunun daha yüce amaçlar için kullanılmasını sağladı. “Kızılelma” idealinin yerini bu yeni dinin bütün bir dünyaya yayılması şeklinde bir amaç aldı ve onlar bu yeni değerler sistemi içinde “alp” tipini, “gazi” tipine dönüştürerek yeni destan kahramanları yetiştirdiler. Hatta bu tipleri ifade ederken onlara bir de “eren” sıfatını da eklemek gerekiyor. Zira, onların kavgası sadece dış düşmanlarla değil aynı zamanda kendi nefisleriyle de oldu. Kimi zaman “gazi-eren”, kimi zaman “alp-eren” şeklinde tanımladığımız bu kahramanlar, sadece fiziki güce dayanan kahramanlıklarıyla değil aynı zamanda bilgili, erdemli kişilikleriyle de tanınıp sevildiler. Bu yüzden, hem kendi milletlerinin hem de başka milletlerin tarihinde saygıyla, takdirle anılan isimlere dönüştüler. İşte, bu kitaba konu olan Battal Gazi, bu isimlerin başında gelir. Hakkındaki malumat, bize, onun az önce genel çerçevesini çizdiğimiz alp-gazi tipinin en önemli örneği olarak yiğitliği, cesareti, bilgisi ve erdemiyle öne çıkan idealist bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla o, hem bir “alp” hem bir “gazi” hem de bir “eren”dir. Yaşadığı ve soylu bir mücadele yürüttüğü coğrafya onu bu sıfatlarıyla bağrına basmış, varlığıyla onur ve gurur duymuştur. 9 Böylesi şahsiyetler, işte bu benimseme sonucunda zaman içinde tarihin konusu olmanın yanı sıra destanların, efsanelerin, menkıbelerin konusu haline de gelirler.


Halk, onlara tarihi şahsiyeti etrafında menkıbevi bir hayat da kurar. Dahası, bu destanî anlatım asırlar içinde yeni muhtevalar kazanır. Öyle bir an gelir ki, verilen bilgilerin hangisi gerçek, hangisi efsanevidir, bilinmez hale gelir. Zaten halk için bunun bir önemi de yoktur. Önemli olan efsaneleştirilen kişinin millet nezdinde taşıdığı değer, onlara kazandırdığı maddi ve manevi motivasyon, bir model-şahsiyet olarak millet hayatında yer almasıdır. Bu durum Battal Gazi için de böyle olmuştur. Battal Gazi, gerek Arap-Bizans, gerekse Selçuklu-Bizans, Osmanlı Bizans mücadelelerinde hem tarihi hem de efsanevi kişiliğiyle, gaza ruhuyla hareket eden bu toplulukları motive etmiş, fetih hareketlerinde onlara iman, cesaret, umut ve güven aşılamıştır. Böylesi bir isim olması dolayısıyla da hakkında çok sayıda menkıbeler oluşturulmuş, ortaya “Battalnâme” adıyla anılan eserler çıkmış, edebiyatın ve sinemanın konusu olmuştur. Bu sebeple bugün Battal Gazi denilince, tamamen tarihi malumata konu olan bir isim akla gelmez. Onun “tarihi kişiliği ile menkıbevi kişiliği kaynaklarda ve hafızalarda birbirine karışmış vaziyettedir.”1 Bu yüzden hangi bilgi tarihi, hangisi menkıbevi ayırt edilemez hale geldiğinden çoğu kaynakta bile aslında anlatılan menkıbevi bilgi olmuştur. Ayrıca Bizanslıların da onu benimsediği ve hakkında menkıbeler ürettiğini düşünecek olursak onu benimseyen her coğrafyanın, her milletin, ona kendinden bir şey katmış ve kendi özelliklerine göre şekillendirmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, acaba Battal Gazi, tarihi değil tamamen destanî bir şahsiyet midir yahut herhangi bir Arap yahut Bizans kahramanının Türk kültüründeki yansıması mıdır? gibi soruları bile akla getirmiş, bu da onun tarihi şahsiyetiyle ilgili kuşkulara neden olmuştur. Bütün bunlara rağmen, sözün başında şunu söylemeliyiz ki; menkıbelerin örtüsü aralandığında Battal Gazi, tarihi bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar. Şu doğrudur: Battal Gazi, daha çok bir destan kahramanı olarak kabul görmüştür ama destanları tümüyle gerçek dışı da sayamayız.

Çünkü destanlar, tarihin bir şey söylemediği tarihsel dönemlerine ışık tutan yegâne kaynaklardır. Onlar, milletlerin adeta “masallaştırdıkları tarihleri” olup, yaşanan sosyal olayların bıraktığı izlerin zaman içerisinde, halkın muhayyilesi ile yoğrula yoğrula şekillendiği metinlerdir. Zaman ve mekân bakımından değişikliğe uğrasalar da toplum hayatında yaşanan olaylara ait izleri hep muhafaza ederler. Bütün bunların ışığında 1 Ahmet Yaşar Ocak, İslâm Ansiklopedisi, C.5 S. 204-205 10 son söz olarak şunu söyleyebiliriz: Battal Gazi, belli bir çağda, belli bir coğrafyada yaşamış, doğum ve ölüm tarihleri büyük ölçüde bilinen, mücadelesi ile tarihte yerini almış bir kahramanımızdır. YAŞADIĞI ÇAĞ 1. Battal Gazi’nin, ortada her ne kadar farklı görüşler olsa da VIII. yüzyılda Emeviler devrinde yaşamış olduğunu kabul etmek gerçeğe daha yakın görünmektedir.2 Yerli ve yabancı kaynakların pek çoğunun görüşü bu şekildedir. Nitekim Battal Gazi’den bahseden Taberi, İbn-i Asakir, İbn-i Kesir, İbn-i Esir, Bizanslı Theophanes ve Süryani müellif Tell Mahreli Denys gibi klasik Hristiyan yazarların eserleri de bunu teyid etmektedir. Buna göre Battal Gazi “Ünlü bir Emevi komutanıdır.” 3 Nitekim Battal Gazi hakkında bilgi veren yerli kaynaklardan İslâm Ansiklopedisi”nde de böyle tanıtılır: “Battal Gazi, Emevilerin VIII. Asırda Bizans(Rum)a karşı açtıkları seferlerde ün almış Arap kumandanıdır.”4 Bu durumda Battal Gazi’nin 717-740 yılları dolaylarında Emeviler’in Bizanslılara karşı yürüttükleri mücadelelerde rol aldığını hem Müslüman hem Hıristiyan kaynaklara yansıyan efsanevi şöhretini bu sırada kazandığını söylemek gerekmektedir.

Biraz önce isimlerini zikrettiğimiz “Arap kaynaklarında da Battal’ın Abdülmelik Bin Mervan’ın oğlu Mesleme’nin Bizans’ı kuşatması ve Rum diyarındaki diğer seferlere katıldığı bildirilmektedir.5 Durum böyle olunca Battal Gazi’nin yaşadığı bu devreyi anlayabilmek için İslâm tarihinin ilk devirlerine kadar uzanmak gerekiyor. Bilindiği üzere İslâm’ın Anadolu’ya ilk girişi Hz. Peygamber’in hicretin 7. yılının başında Bizans imparatoru Herakliyas’a gönderdiği İslâm’a davet mektupları ile başlamıştır.6 2 Ahmet Yaşar Ocak, İslâm Ansiklopedisi, C.5 S. 204-205 Hz. Ömer devrinde ise Bizans devletinin nüfuzu altında bulunan Filistin ve Suriye bölgesindeki bazı yerler ele geçirilmiş, ardından Anadolu’nun ve Doğu ve Güneydoğusu’nda bulunan Türkler İslâmiyet’i kabul etmişlerdi. Dolayısıyla bu dönemde Müslüman Araplar ile Türkler arasında bir “din kardeşliği” kurulmuş, böylece idealler ortak hale gelmişti. 3 Ali Rıza Önder, Battal Gazi Kayseri’de, 1. Battal Gazi ve Malatya Çevresi Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri, s. 20 4 Pertev Naili Boratav, İslâm Ansiklopedisi, c.2. s.

344 5 Hasan Köksal, Battalnâmelerde Tip ve Motif Yapısı, s.38 6 Abdurrahman Güzel/Kaya Ş. Seferoğlu, İslâmiyet’te Anadolu’ya İlk Giden Türkler, Millî Kültür Dergisi, Eylül 1986, s. 32 11 Hz. Osman döneminde de bu ilişkiler daha da artmış fakat akınlarda bir duraklama olmuştur. Bunun tek istisnası Şam valisi Muaviye’nin teşkil ettirdiği bir deniz filosu ile 655 yılında II. Konstantin yönetimindeki Bizans donanmasını Likya(Muğla) bölgesindeki Finike sahillerinde mağlup etmesiydi. Bu, İslâm tarihinin ilk büyük deniz savaşı ve Bizanslılara karşı kazanılan büyük bir zaferdi. Hz. Ali döneminden sonra ise siyasal iktidar H.41 (M. 661) yılından itibaren Emevilerin eline geçti. Yönetimin başına ise Muaviye getirildi. Muaviye, içerde egemenliğini sağladıktan sonra, Hz. Osman’ın son yıllarından itibaren durmuş olan fetihlere yeniden başladı.

Bu dönemde yapılan fetihler Doğu’da Horasan, Mavereünnehir ve Sistan (İran’ın güneydoğusu); Batı’da Kuzey Afrika ve Kuzey’de Anadolu istikametlerinde gelişti. Dahası, bu devirde yapılan gazaların ağırlık merkezini Anadolu oluşturdu. Emevi orduları, hemen her yıl yahut iki yılda bir bu coğrafya’ya akınlar düzenlediler. Marmara denizinde ve İstanbul önlerinde Bizans donanmasıyla savaşlar yaptılar. Bu durumda Emevilerle Bizanslılar komşu iki devlet haline gelerek sürekli savaştılar. Muaviye ordusunun Anadolu akınlarında asıl hedef İstanbul’du. Hedefin İstanbul oluşunda ise “İstanbul mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel emirdir ve onun askerleri ne güzel askerdir.” Hadis-i şerifinin etkili olduğu aşikârdır. Bu yüzden İstanbul, Türkler tarafından fethedilinceye kadar bütün İslâm milletlerinin fethetmeyi Hz. Peygamberin müjdesinin muhatabı olmak adına fethedilmek istenen bir yer olmuştur. İşte Müslüman Araplar, bu gaye ile 668, 674 yıllarında Anadolu’daki pek çok şehre ve İstanbul’a akınlar düzenlediler. Fakat, İstanbul’a yönelik akınlar bir muhasaradan öteye gidemedi. Muaviye’nin ölümünden sonra yönetime oğlu Yezid geçti. Onun döneminde Kerbela gibi çok trajik bir olay yaşandığı için içte meydana gelen karışıklıklar yüzünden dışarıya yönelik fazla akın düzenlenemedi.

Ondan sonra başa gelen Halifeler zamanında da durum aşağı yukarı aynı oldu. Bu durum Abdülmelik zamanına kadar bu şekilde devam etti. Onun devrinde Rum (Anadolu) coğrafyası yeniden İslâm ordularının ilgi alanına girdi. Sonraki hükümdarlar tarafından da zaman zaman bu bölgeye akınlar düzenlendi. Bilhassa Halife Süleyman zamanında İstanbul karadan ve denizden yeniden kuşatıldı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir