Homeric – Mogol Kurdu

Adım Borcu. Kemiklerim çok yaşlandı, hayatımın son ışıklarına vardım. Yavaşça yorgun ayaklarım üzerinde dönüyorum ve en başından beri hep benim toprağım olan Moğolistan’la yıkanıyorum. Rüzgârın altında bir ot okyanusu dans ediyor, eğilip bükülüyor. Etrafımda rüzgâr kayalıkları tokatlıyor, ağaçları büküyor. Her şey olması gerektiği gibi. Artık uzanabilirim. Bu tanıdık ufuklara, onların yoğun acımasızlıklarına bakıp savaşçı yaşamımı düşünürken gözlerim buğulanıyor. O ufukları çiğnediğimi, sütleri az, gül yanaklı o kadınları, dudaklarımı yapıştırdığım çiçek kokulu göğüslerini, öpücüklerimden kaçınmalarını hatırladıkça gözlerim doluyor. Sen ki beni dinliyorsun, sabırlı ol. Sonsuzluğa dek yatmam gereken bu an, sana barbar yaşamımı anlatacağım. Yüreğini yükseklere as, seni dünyadaki insanların en açı, Cengiz Han’a, Moğolların hanına, Tengri’nin yeryüzündeki temsilcisine, bütün kavimlerin imparatoruna adadığım hayatımın terkisinde götüreceğim. Önce bu ihtiyar giysilerimi çıkarmam gerek. Çıplak, gök beni böyle istiyor. Leş kargaları bağırsaklarımı yesin, parçalarımı dört bir yana dağıtsın, önemli değil; kanım artık sonsuza dek donacak, kemiklerim toprağa kalıp yosunların içinde yok olacak.


Yağmurlar ve soğuk vücudumu ısıracak, yıldırımlar etimi yakacak ve güneş göz kapaklarımı yapıştıracak, ama ben Moğolum, güçlü Cengiz’in kardeşiyim, bütün kanlı ve mutlu öyküm süresince gözlerimin maviye bakacaklarını biliyorum. İşte kızıl renkli iğnelerin kapladığı toprağa uzandım, çevremde yassı sarı kayalar, üstümde dallarını boşluğa sallayan çam ağacı. Mezarım Moğol toprağının mavi dağlarının ortasında dar bir taraça. Uykuya dalmış bir canavarın dişli sırtındaki güzel bir yara gibi. Aşağıdan, mezarımı çevreleyen kayalıkların yamacından, tepeden köküne kadar kararmış, ayakta ölmüş dev karaçamların uğultusunu duyuyorum. Cengiz Han’ın ölümünden bu yana Tengri karaçamları teker teker yıldırımlarıyla yakıyor, Moğolların başının bizi, beni ve acımasız savaşçılarını, bir sefer öncesi toplamaktan hoşlandığı burayı bir kutsal yere dönüştürüyor. İşte, iyiyim. Gözyaşlarım kurudu. Toprağın serinliği sırtıma işliyor, rüzgâr kaburgalarımı kamçılıyor. Vücudum dondu ama hatıraları yaşamaya hazır, at koşturmalarıyla kaynıyor. Artık sana Cengiz Han’ın yanında geçirdiğim maceraları anlatabilirim. On altı yaşındaydım, harika bir vücudum, önüne geçilmez bir yok etme arzum vardı… Birinci bölüm Birinci kısım Gök, bozkırın üzerine büyük ve gri keçesini yayıyordu. En küçük bir mavi dikiş bile yoktu. Sürünün ortasına çömelmiş, kara kısrağın memelerini okşuyordum. Süt derinin altında hızla çarpıyor, parmaklarımın altından geçiyor, damarlarıma akıyordu.

Beni içiriyor, su ve ışığa doymuş bir saz gibi sert ve gergin vücudumdan geniş ot halıya yayılıyordu. Birden ılık ve ağır meme kalktı; baş döndürücü akış kesildi, mutluluğum da. Yelesi rüzgârda, gözlerini iki dev memenin çıplak tepesine dikmişti. Kızıl toprağın göğsüyle o denli ilgiliydi ki, kısrağı yerden bir parmak kaldırsam, farkına varmayacaktı. Birkaç adım ötede, sürünün başı doru atım, toynaklarını yere mıhlayıp titredi. Bir süre sonra bütün sürü dikkat kesildi. Obanın yanında köpekler birbirlerine bakarak, burunları havada, ayaklandı. Aklım düşman boylarına gitti. Topraklarımız üzerinde son göründüklerinden beri birçok dolunay geçmişti; yine de babam ve sürüleri için sürekli bir tehlike oluşturuyorlardı. Rüzgâr durdu, bozkır kokularının sarhoşluğu kayboldu. İşte atının üzerinde onu o zaman gördüm. Yalnızdı, hareketsizdi, yine de sabah doğmuş kuzunun üzerindeki kartal gölgesi gibi yüksekte ve uzakta göğün üzerinde seçilen karaltısı bizi eziyordu. O rüzgârdı. Ne zamandan beri beni izliyordu? Atının karnı yerde, dörtnala yamacı indi, bana doğru uçtu, kısraklarımızı ürküterek birkaç adım ötemde çakıldı. Sadece doru atım, sevinçten şahlandıktan sonra, yaklaşmıştı.

Yabancının bineği, ters bakışlı, iğdiş edilmiş, kızıl ot renkli at, başını salladı; yarı aralık, köpüklü ağzındaki gem şakırdadı. Sağrısından boşanan ter, toynaklarına akıyordu. Sadağı ok dolu, kemerinde bir bıçak ve bir kılıç taşıyan binici, gösterişliydi. Sordu: – Sekiz at süren dört adam gördün mü? Gerçekten de şafakta adamları, atların bitkin bacaklarını görmüştüm. Sürüyü böylesine yormak onursuzluktur; ya büyük bir tehlikeden kaçmayı ya da bir düşmanı izlemeyi gerektirir. Adamların at hırsızı oldukları kararını vermeden önce, böyle düşünmüştüm. – O atlar senin mi? Onları geri almana yardımcı olacağım. Atlarını kaybetmiş bir adam, bir hiçtir! Gözlerini kaçakların izlerinden ayırıp benimkilere dikti. – Nereye kaçtıklarını söyle, yeter. Yandan bakıldığında bir koç başına benzeyen tepeyi gösterdim, daha sonra atını dinlendirmek için yeni bir binek önerdim. Bir an için şaşırdı, bana baktı; karanlık ve deli gözleri yumuşadı. Doru atım koşumluydu. Sağrısında bir sadak ve üç ok, birde süt dolu tulum vardı. Göğsündeki cepteyse iyi bir parça kurutulmuş peynir. – Bırak sana eşlik edeyim, ben yolu bilen Borçu’yum.

– Onların izini yitirmeden bulabilecek misin? – Sana ayın nereden doğacağını söyleyebileceğim gibi. – Hazır mısın? – Moğolum, dedim alınarak. Bu da sorulur muydu yani… – Öyleyse gidelim, izci. Zaman kaybetmeden ihtiyacı olan atı yakaladım, birlikte koşumladık. Bir saniye sonra gecenin içine doğru dörtnala koptuk, o, sanki tek bir iz bırakmak istermiş gibi, ardımdan, adımlarıma basarak geliyordu. Şafak sökene kadar, sonra da gün boyu at sürdük. Hiç konuşmuyordu ama arada sırada, izlediklerimizle aramızda ne kadar mesafe olduğunu anlamak için bir at pisliğini incelediğimde, beni gözlediğini hissettim. Rüzgâra karşı ilerledik, onları görmeden çok önce seslerini duyduk; konuşma sesleri, bazı küfürler ya da kahkahalar bölük pörçük, havada patlayan tükürük kabarcıkları gibi, kulağımıza geliyordu. Güneş batarken yanlarına yaklaştık, atlarımızı bağladıktan ve kişnemelerini önlemek için başlarını yerde tutan dizginleri sıkıladıktan sonra, kampa kadar süründük. Hırsızlar nehrin kıvrımına, otların eski taşkınlar tarafından düzlendiği, söğütlerle kaplı bir boşluğa yerleşmişti. Aralarından ikisi atları bağlarken ötekiler de ateş yakmak için angol topluyordu. Geceyi beklerken, yanımda getirdiğim kuru peyniri ve tulumdaki yoğurdu paylaştık. Uzun, çevik, sakin ve sessiz vücudundan büyük bir güven yayılıyordu. Gözlerinde de garip bir ateş vardı. Adını bilmiyordum, söyleyince yerimden fırladım: – Temuçin! Şaşkınlığım bir değil, ikiydi.

Sorumu sormaya fırsat vermemekle kalmamış, dahası adı alnıma bir yumruk gibi çarpmıştı. Temuçin: demiri işleyen adam. Tüm ülkede tek bir demirci tanıyordum, o demirci de eski hanların, büyük Kabul Han’ın soyu, Borçeginlerin reisi Yesügey’di. – Ne diyorsun? – Adımı öğrenmek istemiyor muydun? – Evet… Ama… Sen ulu Yesügey’in oğlu musun? Gözlerini kırpıştırdı. Kim olduğunu biliyordum. Nasıl bilmeyebilirdim ki? Sürülerin çobanları durmadan onun başarılarını anlatırdı. Babasının ölümünde, Yesügey’in müttefikleri, güçlü noyan’lar, onu reddetmiş, elinden tüm varlığını almış, Temuçin ve ailesini topraklarından kovmuştu. Temuçin kış aylarında hayatta kalabilmek için toprağın karnını yarmış, bulduğu kökler ve soğancıklarla beslenmiş, daha aptalların elindeki parçaları kapıp kaçmıştı. Noyanların başı Targutay, kağanlığa yükselme umuduyla yaşarken Temuçin’in varlığı karşısında endişeye kapılmış, hanlığın yasal sahibi Temuçin’in kellesini istemişti. Yesügey’in oğlu kurulan tüm tuzaklardan kurtuldu. Akşamları, çadırların altında toplanan erkekler onun kahramanlıklarını anlatmaya başladılar, kısa süre sonra da onun onuruna söylenen kahramanlık türküleri mavi dağlar ülkesinden yükseldi, nehirleri izleyerek uzaktaki bozkırlara kadar yayıldı. İkimizin başından da aynı sayıda, on altı bahar geçmişti; ancak karşı karşıya kaldığı tehlikelerden midir bilmem, benden çok daha olgun görünüyordu. Gökten düşmüş bir kaya gibi. yoğun, güçlü, ateş gibi ve korkusuzdu. En ufak hareketinde bile büyük yırtıcıların yumuşaklığı görülüyordu.

Hiç öylesine bir güç ve kudret gösterisine tanık olmamıştım, ayağa kalkıp bana geride beklememi buyurduğunda itiraz ettim: – Yola çıktığımızdan beri aramıza tek bir ağaç, tek bir taş parçası bile girmedi. Bak! Ardımızda sadece tek bir iz bıraktık. – Bunlar noyanlar dedi hırsızları göstererek. Onlarla başını derde sokma, yaşlı bir atın tepesindeki sinekler gibi seni sürekli izlerler. – Kardeşimin atlarını çaldılar. Seni öldürebilirler. Kenarda durup beklemek için gelmedim buralara. Dostluğumu kabul et. Sadağını yerleştiriyordu, durakladı, bir an gözlerimin içine baktı, onu izlememi işaret etti; büyük bir mavi perde, gecenin karanlığım yırtıyordu… Hırsız, uykusunda önce yüzünü buruşturdu. Sonra kaşlarını çattı. Gözlerini açtığımda, nehirden aldığım taşı alnına indirdim, sonra bir daha. Kafatasından bir çatlama duydum: kırık burnunun kenarından sızan kan göz çukurlarını doldurdu. Yoldaşlarından biri bağırdı, üçü de ayaklandı. Gölgelere saklanmış Temuçin ikisini de sırtlarından birer okla devirdi, dördüncüsü kaçmaya başladı. Kısa sürede ona yetiştik.

Bıçaklarımızın menzilinde, yorgunluktan ve korkudan soluk soluğa koşuyordu. Bir ara yıkılır gibi oldu, kollarını sallayarak dengesini korudu. – Noyan! diye bağırdım, ciğerin leş kokuyor! Yine tökezledi, hemen arkasından gelen Temuçin’i düşürdü. Ben talihliydim, alnındaki perçemi yakaladım, çektim, kafasını geriye kanırttım ve gırtlakladım. Heyecanla başını kestim, ay ışığında yüzünü görünce güldüm. Şiş gözlerinden şaşkınlık ve aptallık okunuyordu. – Ciğerin leş kokuyor, örgülerin de pislik içinde, dedim kelleyi uzağa fırlatırken. Şafak zamanı, sürüyle birlikte ağır ağır dönerken arkadaşım bana döndü: – Paylaşalım, dedi. Beğendiklerini seç. – Bunlar ganimet değil, senin atların. – Sen olmasaydın, geri alabilecek miydim? – Alırdın sanırım. Bil ki babamın adı Varsıl Naku. Tüm varlığı benim olacak, çünkü onun tek oğluyum. Atlarını kendine sakla. Kafasını salladı, babamın obasına varıncaya kadar konuşmadı.

Babam tek oğlunu koruduğu için Tengri’ye teşekkür edip beni bağrına basmadan önce, haber vermeden ortadan kaybolmam nedeniyle azarladı. Köpekler bana yaltaklanmak için yaklaştılar, ama yanımdakinin gözlerini görünce, kuyruklarını bacaklarının arasında kıstırdılar, sanki onları cezalandırmışız gibi korkulu, çadırların ardına saklandılar. Babam da yol arkadaşınım gözlerinden rahatsız olmuşa benziyordu. Göstermemeye çalıştı, ne yapacağım bilemediğini anladım, yabancının kim olduğunu söyledim. – Kahraman Yesügey’in büyük oğlu ha? Hani zekâsıyla Targutay’ın adamlarını gülünç duruma düşüren? Temuçin başını önüne eğdi. Biraz sonra yurt gölgesinde, onuruna bir koyun boğazlatan babamın sağında oturuyordu. Ünlü konuğumuz sayesinde kaçaklığım unutulmuştu. İçtik, dumanı tüten parçaları paylaştık, parlak bıçaklarımızı koyunun ciğerine ve yüreğine sapladık, kanı damlayan mideyi ısırdık; ellerimizi dirseklerimize kadar yağladık; o kuyruğu yedi; ben yanakları aldım; kovalar dolusu kımız ve yağlı haşlama suyu içtik; midelerimizi tıka basa doldurduk. Kemikleri temizleyip dişlerimizle parlattıktan sonra babam, daha fazla dayanamadı, konuğumuzu sorgulamaya girişti: – Atlarının da karınlarını doyurmaya ihtiyacı yok mu? – Evet, kaburgaları sayılıyor ama, bütün varlığım onlar. Oğlun olmasaydı, o çıkık kaburgaları bile göremeyecektim. Oğlunla öğün Naku, benim önümde dikildiğinde gözlerinden temiz yüreğini gördüm. – Onu övmeyi bırak, yoksa Borcu kendini göklerde görecek. Bana başınızdan geçenleri anlat, çünkü ilk avlarını yakalamış genç kurtlara benziyorsunuz. – Benzetmen doğru. Sürülerinden kovulmuş iki kurt gibi, beni soyanları yenmek için el ele verdik.

Temuçin maceramızı anlatırken babam keyiflendi. O güne kadar onun kimseye, hele bu denli genç birine, bu kadar ilgi gösterdiğini görmemiştim. Ocağın alevleri yüzlerimizi aydınlatır, üzerimizdeki baca deliğinden yıldızlar görünürken, babam sorularını sürdürdü. Aile yurdunun dünyada tek olduğunu sandığınız, her sesin, en ufak bir ışığın, geçen her anın yılın ilk sütünün tadında olduğuna inandığınız o sakin gecelerden biriydi. Üstelik o gece, Temuçin’in anlattıkları da kendimizi ayrıcalıklı hissetmemize katkıda bulunuyordu. Öyküsünü anlatmaya şöyle başladı. – Saygıdeğer Naku, senin de hatırladığın gibi babam Yesügey hanların boyu Borçeginlerdendir. Büyük Kabul’un torunu olarak Yesügey, Tatarlarla amansız savaşlar yaptı. Hem Borçegin Boyu, hem de yurtlarını onun sancağının gölgesinde kuran diğer Moğol boyları onu reis tanıdı. Naymanlar da babama katılınca, Yesügey’in savaşçılarının sayısı on bine ulaştı. Sürüleri besili, kadınları tombul ve mutlu, köleleri çoktu. Ancak bir kusuru vardı: tedbirsizdi. Kimseden korkmazdı, sık sık tek başına topraklarımızın ötesine giderdi. Bundan yedi bahar önce, ben dokuzuncu baharımdayken, ikimiz birlikte, müstakbel eşimi seçmek üzere annemin anayurduna, Ongirat ülkesine gittik. Üç günlük yoldan sonra Ongiratlann başı Bilge Day-seçen’in obasına vardık.

Yolculuğumuzun amacını öğrenince Day-seçen bağırdı: “Dinle beni Yesügey, bembeyaz bir akdoğan uykumu ziyaret etti. Uçarken pençelerinin birinde güneşi, diğerinde de ayı tutuyordu. Elime kondu, her ikisinin de parlaklığını seyrettim. Bundan güzel kehanet olur mu? Sen ki geçmişte kızlarımızdan birini kaçırmıştın, kadınların erkeklerin yüreğine kımızdan fazla zarar verdiğini bilirsin.” Yaslı reis sözü anneme getirmişti, Yesügey annemi bir rakibinin elinden kaçırmıştı. “Hanların torunları, Moğol ülkelerinin efendileri için en güzel kızlarımızı ayırırız, onları siyah develerin çektiği kağnılara bindiririz. Yesügey! Oğlunun gözlerinde ateşler yanıyor. Gelin aramak için başka obalara gitmeden önce, bırak da sana kızımı göstereyim.” Yaşlı Day-se-çen bağırdı: “Börte! Börte!” Sonunda küçük bir kız keçe kapıyı kaldırdı. Dimdik duruyordu, çenesini sıkmıştı, kaşlarının altından düşmanca bakıyordu… Karımdı! Temuçin sözüne ara verdi. Canı sıkılmış gibiydi, uzun süren sessizliğine saygı gösterdik, sonra babam sordu: – O Börte güzel birisi olmalı? – Evet Naku, öyleydi. Suratındaki toza rağmen, yüzünün çizgilerindeki saflık karanlıklar ortasında parlayan dolunay gibiydi. En çarpıcı yeri gözleriydi. Işıktan, altından ve zümrütten binlerce iğne gibi. Ateşle suyun birbirlerine sarılamayacağı söylenir, oysa onun gözlerinde sarılmışlardı.

Ama samimi olmam gerekirse, onu ilk gördüğümde fazla bir şey hissetmedim. Sana söylediğim gibi, dokuz bahar geçirmiştim… o ise dört fazlasını. Benim duygularım çocuk duygularıydı. Babam Börte’nin iyi bir eş olacağına inanıyordu. Onda soylu kan ve parıltı görmüştü. Yaşlı Day-seçen ona “çocuklarını itiraz etmeden vermek onları küçük görmek demektir”. Oysa bir kızın mutluluğu kapıda ihtiyarlamak değil, bir erkeğe sunulmaktır. Benim kızım senin oğluna gidecek, bunun karşılığında da evlenecek çağa gelene dek oğlunu burada bırak” demişti. Day-seçen’in obasında geçirdiğim bir dolunaydan sonra, Börte’nin gözlerinin daha önce anlattığım gibi olduğunu gördüm. Şimdi, iyiliksever Naku, anlattıklarımın seni eğlendirdiğini görüyorum; ama bil ki artık vücudum ona sahip olmaya ve tadım çıkarmaya hazır. Şimdi gidip onu almanın zamanı geldi. – Arzun çiçek açtığına göre, Yesügey doğru tahmin etmiş demektir. – Hem evet, hem de hayır, dedi Temuçin. Daha ertesi sabah bana rehberimin her dediğini yapmamı öğütledikten sonra kendi obalarına doğru yola çıktı. Gitmeden önce köpeklerden korktuğumu, bağlamaları gerektiğini söyledi.

Uzaklaşırken türkü söylediğini duyduğumu hatırlıyorum. Atının türküsünü söylüyordu, Tengri’nin onu insanlar dünyaya gelmeden önce yarattığını anlatıyordu. Onu bir daha görmedim. Sustu. Bütün Moğollar gibi biz de Yesügey’in kayboluşunun öyküsünü biliyorduk. Anlatılanlara göre Tatarlarla bir şölene katılmış, onlar da Borçegin reisini tanıyınca, zehirlemişlerdi. – Babamı Tatarların öldürdüğü söylentisine inanmayın. O köpekler babamın ölmesinden yeterince sevinç duydu. Doğrudur, babam yemekten, içmekten, kızların eteklerini kaldırmaktan hoşlanıyordu ama bu zevkleri hiç düşmanlarıyla paylaşmazdı. – Obasına varmayı başardığı söyleniyor. – Doğrudur, Naku. Acı çekiyordu, kapkara bir sıvı kusuyordu ve konuşamayacak kadar titriyordu. Yine de sadece bana, en büyük oğluna söylemek istediği bir sırrı vardı. Gelip beni Day-seçen’in yanından aldılar. Maalesef obaya vardığımda artık çok geçti.

Şunu iyi bil ki, eğer Tatarlarla bir şölene katılmışsa, yanında mutlaka tanıdığı biri, müttefiklerimizden biri olmalıydı. – O büyük reisi zehirlemek hangi boyun işine gelirdi?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir