Honore de Balzac – Tours Papazı

“Tours Papazı”, Balzac’ın doğduğu kentte geçen, görünüşte sıradan, tekdüze bir konudur. Birçok romanında olduğu gibi, bize dar, karanlık bir çerçevenin içinden, insan ruhu denen uçsuz bucaksız okyanusu kimi zaman durgun, uyuyan, kimi zaman tatlı bir meltemle ürperip bürümcüklenen, çoğu zaman da homurtulu fırtınalarla kudurup köpüren “engin deniz”i seyrettiren bu yapıtta Balzac, papazlarla, evlenmeyen ve yaşı geçerek kocayan (Cousine Bette yüzlü) “kız kurusu” tipini ele almaktadır. Klasikler dizisi için kararlaşmış yapıtlardan birini çevirmek dileğiyle Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurduğumda, Georges Sand’dan Daudet’den romanlar çevirmeye istekli olmuştum. “Tours Papazı”nın çevirisini üstlenince de, doğrusu, bu karara önce pek sevinmemiştim. Balzac’a özgü olan anlatım hokkabazlıklarını, o uzun, -nerdeyse bir sayfa süren- tümceleri Türkçeye olduğu gibi aktarabilmek zorluğundan başka, bu yapıtta, üstelik, karşılıkları bulunmaz birtakım papaz ve kilise terimleri vardı. “Tours Papazı”nın gücü, özellikle karmaşık tümce kuruluşlarındaki hünere ve beceriye dayandığı için, bunları bölmeden, uzunluklarını olduğu gibi koruyarak dilimize aktarmak zorluğu başta geliyor; sonra da, Türkçede yer etmemiş bir sürü kilise terimine, papaz rütbesine, açık ve kısa karşılıklar bulmak gerekiyordu. Birinci zorluğun çözümü, çeviride gösterilecek yeteneğe, Türkçe karşılıkları seçişteki titizliğe, kısaca söylemek gerekirse, yazara duyulacak saygı duygusuna bağlıydı. Bir çevirmen için gerekli olan bu özelliklere ne dereceye kadar yaklaştığımı söylemek bana düşmezse de, şuncasını açıklamadan geçemeyeceğim: Bir tümcenin üzerinde, -abartısız- bir saat çalıştığım zamanlar olmuştur. Bu tür bir çalışma biçimiyle de, günde, sürekli yedi saat uğraşma sonunda, ortaya ancak iki sayfanın çevirisi çıkabilmiştir. İkinci zorluğun çözümüne, yani kilise terimlerine gelince: Ayaspaşa’daki Jésuite (Cizvit) Kilisesi ileri gelenleriyle, Kadıköy Saint-Joseph Lisesi frèreleriyle, yine Kadıköy Ermeni Kilisesi başpapazıyla görüşüp danıştım. Bu girişimlerimden büyük bir sonuç alamayınca, Fransızca’da tek bir sözcükle anlatılan kimi kilise terimlerine, Türkçe’de, -biraz uzuna, tanımlamaya kaçsa da- üç beş sözcüklük karşılıklar bulmak, açıkçası bağlamlarından yardım ummak zorunda kaldım. Başka türlü yapmaya olanak yoktu sanıyorum. Şunu da söyleyebilirim ki, “Tours Papazı”nın Türkçesi, şimdiye dek çevirdiğim -hem de iki üç katı uzunluktaki- yapıtlardan daha yorucu, daha üzücü bir emek harcamama yol açtı. Ortaya, kusursuz diyemezsek de, az kusurlu bir Balzac çevirisi çıktıysa; gençliğe, yapıtın aslıyla Türkçesini karşılaştırmak hevesini duyuracak değerde bir çeviri verebildikse, gösterdiğimiz çabanın titiz karşılığını bol bol almış, tatmış sayılabiliriz. Mebrure ALEVOK BALZAC’IN YAŞAMINA KISA BİR BAKIŞ Honoré de Balzac, 20 Mayıs 1799’da Tours kentinde doğdu; 1850’de, elli bir yaşındayken Paris’te öldü.


Büyükbabası Balssa adında Tarnlı bir çiftçi, babası (elli yaşındayken kendisinden otuz iki yaş küçük bir kızla evlenmiş) görgülü, çalışkan bir adliyeci, annesi de Parisli, soylu, hırçın, kavgacı, alıngan ve aynı zamanda mistik ruhlu bir kadındı. Balzac iç sıkıcı bir çevrede büyüdü. 22 Haziran 1807’de, sekiz yaşındayken girdiği, Vendôme’da Papazların yönetimindeki bir kolejde on dört yaşına dek okuyan Balzac, sıkınıtılı, tatsız bir okul yaşamı geçirdi. Çocuk ruhuna derinden derine acısı işlemiş bu içezici günlerin izini, kimi yapıtlarında, özellikle “Vâdideki Zambak”ta görüyoruz. Balzac, bu ilk öğrenim döneminde pek çalışkan bir çocuk değildi. Dersleriyle uğraşacak yerde, sürekli kitap okurdu. Doğuştan güçlü düşlemgücüne, böylelikle, daha engin ufuklar açmış oldu. Babasının zoruyla Paris’te hukuk öğrenimine ve bir noter yanında çalışmaya başlayan Balzac, kendisini hiç benimsemediği bu yazmanlık işine değil de, kafasında kaynaşıp duran büyük ve bambaşka hülyalara vermişti. Yaşamının bu döneminde onu anlayan tek insan, sık sık mektuplaştıkları kızkardeşi Laure’du. 1816’da, yani on yedi buçuk yaşında, Sorbonne derslerini izlemeye başlayıp, 1819’da hukukun ikinci sınıfını bitirerek noterlik yapma hakkını kazandı. Yine babasının zoruyla, az kalsın noter olacaktı da. Ama içinde yanan ateş, ona yürüyeceği asıl büyük yolu; tırmanacağı, günün birinde de doruğuna ulaşacağı yüce dağı gösteriyordu… Böylece yazı yaşamına ilk adımı attı; ama babasıyla da bozuştu. Bununla birlikte bir süre sonra, babasından, Balzac’ın yazı alanında iki yıllık bir deneme yapmasına izin çıktı. Lesdiguières sokağı 9 numarada, yıllığı altmış franga, kışın dondurma kutusuna, yazın fırına dönen küçük, tamtakır bir tavanarası odasında durup dinlenmeden çalışan ve yazan Balzac; aç kaldı, yakacaksız kaldı, yine de yılmak bilmedi. Bütün bu sıkıntılar, hele ilk doğan yapıtların değersizliği bile, ruhundaki o sanat ve deha müjdeleyici meşalenin alevini söndürmedi; tersine coşturmaya, güçlendirmeye yaradı.

Balzac, önündeki ulu onur dağının yalçın, çetin kayalarıyla cenkleştiği bu “ilk tırmanma döneminde” dahi, tepeye varacağına inanıyordu. “Yaşamda en büyük isteğim ünlü olmak, zengin olmak ve sevilmek…” diyen yazar, üne kolay kavuşamayınca, para yapabilmek hevesine düşüp ticarete atıldı. Tanınmış kimi kalem üstatlarının yapıtlarını bastırmak üzere, bir basımcıyla ortak oldu. İyi yürümeyen bu basımevi işi, yazara zarar, üzüntü ve yüz bin franklık bir borçtan başka bir şey getirmedi. Borcun yalnızca faizlerini ödeyebilmek, bir yandan da geçinmek için, yılda on bin frank kazanmak zorundaydı. Bu uğurda ölesiye çalışması, günde on iki saat, durmaksızın yazması gerekiyordu! Yazar iri yapılı, ateşli, coşkun yaratılışlı bir insandı. İçindeki duygu çağlayanını, söyleşiler, mektuplaşmalar, ziyaretler, serüvenler, eğlencelerle taşırmak, harcamak gereksinmesinde bir varlıktı. Parayı severdi, ama paranın sıcak yüzünü, deste deste istiflenmesini sevmek değildi bu; güzel yaşamayı, çalımlı, gösterişli bir ömür sürmeyi sevdiği için bol kazançlar ister dururdu. Alacaklıların elinden kurtulamadığı dönemlerde, gücünü aşan tasarılar kurar, Polonya’nın ormanlarını, Sardunya’nın madenlerini işletmeye kalkışır; böylelikle de milyonların akın edeceğini umardı… Milyonlar gelmeyince, bir zaman için bezen Balzac, hemen yine başını doğrultur, “Bir savaş alanındaki komutan gibiyim ben; bu çarpışmayı yitirdik; iş ötekini kazanmakta!” derdi. “Napolyon’un kılıç gücüyle yapamadığını ben kalemimle başaracağım,” diye yazar, mektuplarından kimilerine “Bu benim Marengo meydan savaşım! Ya da Champaubert savaşım!” gibi tümceler sıkıştırırdı. Bu denli büyük bir amaca ulaşmak için de, hiçbir eziyetten, yorgunluktan kaçınmaz, kendisini “yazın’ın pranga cezasına”, “kalemle mürekkebin kürek mahkûmluğuna” uğratırdı. 1834’te Madam de Girardin’e şu satırları yazmıştı: “Hocam, üstadım dediğiniz insan, köledir… siz saat altıda, süslü zarif yuvanızda bir bir mumları yakar, zekânızın ışıklarını çevreye büsbütün saçarken, bu köle, bu tutsak, yatağa giriyor… sonra da gece yarısı kalkıp, on iki saat sürecek bir çalışmaya koyuluyor…” Yapıtlarını yetiştiredururken, altı hafta, kimi zaman iki ay pancurlarını, perdelerini kapatır; dört mumun ışığında, sırtında papaz cüppesine benzeyen beyaz bir entari, hiç ara vermeksizin, on sekiz saat çalışırdı. Uzun uzun düşünüp tasarladığı bir roman konusunu, çalakalem kâğıdın üstüne döker, sonra basımevinden düzeltiler gelince baştan başa değiştirir, bozar, çizer, türlü ekler yapar, dizgicileri çileden çıkarırdı. Yetmiş iki saatte yazdığı “Köy Hekimi”, yazarı altmış gece süren bir düzelti işine girişmek zorunda bırakmıştı. Romanın yayımından sonra da, her baskısında yeni yeni değişiklikler yapıp dururdu.

Evet, ün ve servet için çalışırdı; ama, aslında bütün bu çabaları çalışma zevki uğruna gösterirdi. Borç derdi yüzünden zengin olma umudunu yitirmişti; ancak başka bir ülküsüne, ünlü olma amacına kavuştu. 1829’da, o zamana dek kullanmamış olduğu kendi adıyla, “Les Chouans” (Şu anlar) adlı tarihsel romanıyla ün kalesine saldırdı. Bu yapıt, “İnsanlık Güldürüsü”nün ilk cildi olacaktır. Ama yazarın kafasında, henüz “İnsanlık Güldürüsü” diye bir “roman senfonisi” yaratma düşüncesi yoktur. Aynı yıl içinde çıkan “Physiologie du Mariage” ile yazarın imzası büsbütün tanınmaya başladı. Bundan sonra da Balzac, artık yirmi yıllık yazı yaşamının hiçbir yılını verimsiz bırakmamak üzere, ölene dek, soluk almadan çalışacak, yayımcılara, gazetelere yazı yetiştirecektir. İlk yapıtlardan sonra, daha kapsamlı bir plan üstünde yürüdü. Yaşadığı çağın “toplumsal roman tipini” kurdu. Sanki Flaubertlere, Goncourtlara, Daudetlere, Zola ve Maupassantlara yolu, çığırı açtı. Araştırma ve gözlem alanını gittikçe genişletti. Romanlarında yarattığı insanları ve bunlara uyacak adları bulmak için Paris’i, taşrayı dolaştı, her türlü çevreye girdi çıktı. 1844’te bütün yapıtlarını İNSANLIK KOMEDYASI adı altında toplamaya karar verdiği zaman “Peau de chagrin”, “Médecin de campagne” (Köy Hekimi) ve “Eugénie Grandet” adlı ölmez romanlarından birkaçını yazmış bulunuyordu. Bir de, “Revue Parisienne” adlı bir dergi çıkarmıştı. Birçoklarının ileri sürdüğü gibi, şu güzel İNSANLIK KOMEDYASI başlığını ona, Dante’nin Tanrısal Komedyası’yla ilgili yorum ve anılarla 1841’de İtalya’dan dönen dostu Marki de Belloy mu esinlendirmişti? Olabilir.

Nitekim, Balzac 1842’den 1846 yılına dek, on altı cilt tutan İNSANLIK KOMEDYASI’nı yayımlamaya başladı. Bunlar ona yetmiyordu. 1845’te, kimi basılmış, kimi henüz taslak ve düşünce halinde, ama aynı diziye, o görkemli ruh senfonisine sokmak istediği 143 yapıtın kataloğunu yazıp hazırladı. Ne yazık ki bunların hepsini yazmaya ömrü yetmedi. Balzac’ın yaşamının aşk ve serüven yönü de epey canlı geçti. İlk büyük sevgiyi, Vâdideki Zambak’a yansıyan madam de Berny’ye karşı duydu. 1832’de Kontes Hanska adlı, soylu bir Polonyalı kadınla mektuplaşmaya başladı ve bu gönül oyunundan Balzac’ın en büyük aşkı doğdu. Sevgilisiyle buluşmak üzere İsviçre’ye, Viyana’ya, Roma’ya, Saint-Petersburg’a, Kiev’e “aşk kaçamakları” yaptı. Yıllarca sevdiği, günün birinde de evlenmeyi düşündüğü Kontes’e layık bir yaşam kurabilmek için, üstelik eskisinden çok çalıştı, düşleminde can bulan gelecekteki yuvasına, bu gezilerinde bir sürü güzel şey satın aldı. İnsan gücünü aşan bir çalışmayla borçlarından da kurtuldu. Yalnızca, başkaları onun sayesinde, ceplerini bol bol şişirdikleri halde, Balzac hiçbir zaman zengin olamadı. Kontes’in kocası ölünce, yine epey üzüntülü beklemelerden sonra, ancak 14 Mart 1850’de, onunla evlenebildi. Çok geçmeden de, 18 Ağustos 1850’de, ecel, Balzac denen koca meşaleyi söndürüverdi. “Balzac güneşi”nin de tutularak karanlıklarda kaldığı, bu “dev” yazarın da türlü dokundurmalara, yergilere uğradığı zamanlar oldu. Bu değerbilmezlik döneminde, “Balzac biçemci değildir.

Dili düğüm düğüm, dolaşık bir biçime sokuyor…” denerek iyilikbilmez bir eleştiri akımı başgöstermişse de ona bir tanrı gibi tapanlar da olmuştur. Bugünse, artık zaman yargısını vermiş, bu savaştan, “tanrı”nın ölmez, silinmez zaferiyle çıkılmıştır. Vikont de Lovenjoul, sonra da Marcel Bouteron gibi, yaşamlarını Balzac dinine vermiş adlar sayabiliriz. Dünyanın bir ucunda, Uruguay’da, Santiago Gastaldi adında, yazın meraklısı ve Balzac tutkunu bir insan; Montevideo’daki evini Balzac müzesi haline getirmiştir. Konferansları ve incelemeleriyle “tanrıyı” Latin Amerika’ya öyle sevdirmiştir ki, uyandırdığı bu sevgi dalgası artık Avrupa’yı da yeniden sarsmıştır. Bugün yazın dünyasında, Balzac’la ilgili olayları, haberleri, yazar için yazılmış kitapları, romanlarından çekilen filmleri, New York’taki bir gece toplantısına çağrılılardan her birinin İNSANLIK KOMEDYASI kahramanlarının kılığına bürünüp gelişlerini bildiren; “Peau de Chagrin”, “Albay Chabert” gibi yapıtların eski bir baskısının, filan arttırmada kaç paraya kadar yükseldiğini müjdeleyen “Balzakçılar Postası” diye aylık bir dergi bile vardır. “Balzac Severler Derneği’nin” genel sekreteri mösyö Léon Gédéon, şimdi de, Balzac tarikatçılarının önünde yeni bir sancakla yürüyor. Yazarın yüzüncü ölüm yılının, yüz ellinci doğum yılının dönüm tarihi yaklaştığı şu günlerde, 20 Mayıs 1949’dan 18 Ağustos 1950’ye dek sürecek zaman aralığına “Balzac yılı” adının verilmesini öneriyor! Ölmezliğe erişmiş büyük yazar için duyulan bütün bu duyguların en güzel yanı da şu: Balzac müritlerinin hiçbiri kişisel bir amaç peşinde değil; yapılanlar, yazılanlar, söylenenler yalnızca ruhsal bir zevk için.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir